Şuanda 248 konuk çevrimiçi
BugünBugün3045
DünDün3402
Bu haftaBu hafta10769
Bu ayBu ay10769
ToplamToplam10479193
oğuzhan müftüoğlu ve acilciler (1) PDF Yazdır e-Posta


Oğuzhan Müftüoğlu’nun anılarını içeren kitap, Adnan Bostancıoğlu’nun kendisiyle yaptığı uzun söyleşi temelinde, bu yıl içinde Ayrıntı Yayınları’nda yayımlandı. Bendeki kitap 4. baskıdır.

330 sayfalık kitabın her tarafından söz etmem mümkün değil. Bu nedenle kendimi Acilciler konusuyla sınırlandıracağım.

Oğuzhan Müftüoğlu, daha sonra Acilciler olarak anılacak örgütün 1974-1975 yıllarındaki kuruluşunun yaşayan önemli tanıklarından birisidir. Kuruluş ve politik hattımız ile ilgili görüşleri, farklı ve yoğun teorik mücadele içinde bulunduğumuz bir örgütün önde gelen kişilerinden birisi olması nedeniyle, bizimkilerinkinden doğal olarak farklıdır.

Başlarken şu kadarı söylenebilir: 1970 yılında İleri Dergisi’nin 6. ve son sayısının yazı işleri sorumlusu olduğum aylardan beri tanıdığım Oğuzhan’ın anlattıkları esas olarak doğrudur. Aradaki bazı yanlışların da –birazdan açıklayacağım- yanlış hatırlama ya da yanlış bilgi aktarımı temelinde oluştuğunu düşünüyorum.

Kitabı herkesin okumadığını varsayarak ilgili bölümleri aktarayım:

Oğuzhan Müftüoğlu 1974 affıyla tahliye olduktan sonra dışarıdaki durumu şöyle anlatıyor:

“Bizim kesimde de hem fikri bakımdan hem fiili olarak tam bir dağınıklık ve keşmekeş vardı. Önceden tahliye olarak dışarıya çıkmış olan arkadaşlardan Mahir Sayın, Mustafa Kaçaroğlu, İlhami Aras kendilerine göre bir merkezi ekip çalışması yürütme çabasındaydılar. Ama Mahir Çayan’ın eylem çizgisinin yanlış olduğu görüşüne dayanan bir arayış içindeydiler. Bunların yanı sıra sonradan Acilciler olarak bilinen bir grup daha vardı.” (s. 134)

1974 yılında değişik illerle bağlantımız olmakla birlikte, en güçlü olduğumuz yer Ankara idi. Örgüt Ankara’da kuruldu ve buradan hareketle ülkeye yayıldı.

Oğuzhan’ın tahliye olduktan sonra sonradan Acilciler diye anılacak grubun varlığını hissetmesi bu temeldedir.

Devam edelim…

Adnan Bostancıoğlu soruyor:

“Az önce ‘Acilciler’den bahsettin. Onlarla senin bir ilişkin oldu mu?”

Oğuzhan uzun bir cevap veriyor:

“Bu grup 12 Mart sonrasında Koray Doğan ve Selami Şakiroğlu vasıtasıyla bizimle ilişkilenen genç arkadaşlardı… Engin Erkiner çevresinde toplanan bir grup…

Daha önce anlatmıştım sanırım, Selami benden önce yakalanmıştı. Onun ve benim ifadelerimizde, Engin’in ve diğer arkadaşların isimleri geçmediğinden yakalanmamıştı. Ancak daha sonra yakalanan başka bazı arkadaşların ifadesinde Koray Doğan ve Selami’yle bağlantılı olarak onun ismi de verilmiş. Bu nedenle tutuklandıktan sonra cezaevindeyken haber göndererek kendilerini bilgilendirmiş, ilişkilerini dağıtmalarını istemiştim. Buna rağmen onlar yakalanmadan önce benim kendilerine saklamaları için gönderdiğim ‘Kesintisiz Devrim 2-3’ diye bilinen broşür taslağını teksirle çoğaltıp dağıtmışlar. Onun etrafında kendilerine göre örgütlü bir yapı oluşturmuşlar.” (s. 136)

Konuyla ilgili anlatımın sonraki bölümüne geçmeden önce burada biraz duralım…

O dönem bana gelen haberlerden bildiğim kadarıyla yakalanma sırası Oğuzhan’ın belirttiği gibi değil…

12 Mart’tan hemen sonra Ankara’da saklanan ve şiddetle aranan kişiler arasında irtibat kurulmasında çalışan kişilerden bir tanesiydim.

Benim irtibat kurduğum kişiler Ertuğrul Kürkçü, Sinan Kazım Özüdoğru ile Yusuf Küpeli idi. Bunlar arasındaki haberleşmeyi sağlıyordum. Deşifre olmamış, güvenilir kişiler vasıtasıyla haberleşmek, telefonla haberleşmeye göre çok daha sağlıklıydı.

Ankara’da merkez irtibatın başında Selahattin Güleç ve Koray Doğan vardı.

Koray Doğan bir süre sonra pusu kurulmuş bir eve gider, kaçmayı başarır ve kaçarken sırtından vurularak öldürülür.

Bilebildiğim kadarıyla büyük iş Selahattin’e kaldı. Selami de aynı alanda faaliyet gösteren kişilerden bir tanesiydi. Kim tam olarak ne iş yapıyordu, bilmiyordum, bilmem de gerekmiyordu.

Uzun bir dönem Selahattin ile doğrudan bağlantım oldu.

Bu arada Ankara boşaldı ve gizlenenler büyük oranda İstanbul’a gittiler.

Ankara küçük kent, ilişkiler sınırlı ve dahası THKO asıl eylemlerini bu kentte yaptığı için sıkı denetim vardı.

Aralarında irtibat kurduklarımın kentten ayrılmaları sonucu bana bir büroda oturmak, Anadolu’nun değişik kentlerinden gelen THKP-C’lileri sorumlu insanlara götürmek görevi verilmişti. Büroya geliyorlar ve gidiyorlardı. Arada büroya gelen Selahattin’e durumu iletiyordum. Kendisi daha sonra gelen kişileri buluyordu. Başka kentlerden gelenlerle nasıl bir ilişki sistemi ayarlanmıştı, bilmiyorum. Bilmem de gerekmiyordu.

Sürekli yakalanmalar sonucu faaliyet gittikçe azaldı.

1971 yazında 6 hafta kadar ortadan kaybolup okulda mecburi olan stajımı yaptım.

Bu ara yoğunlaşan polis operasyonları sonucu bütün haberleşme sistemi yeniden düzenleniyordu. THKP-C İddianamesinde de adı geçen Yuvam Emlak Bürosu kapatıldı, benim de bir süre ortadan kaybolmam istendi. Ben de gidip staj yaptım.

Aynı yılın sonbahar aylarında Selahattin beni yeniden buldu. Yeni bir irtibat bürosu tutulmuştu ve orada yukarıda anlattığım işi yapmaya başladım.

Ankara’daki polis baskısı İstanbul’da yoğunlaşarak hafiflemişti.

Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi’nden Mahirlerin kaçması sonucu polis Ankara’yı neredeyse boşaltmış, bütün gücüyle İstanbul’a yüklenmişti.

Önceden bir yazıda anlattığımı sanıyorum: ODTÜ’de kaçanlar için el altından müthiş bir para toplamıştık.

İstanbul’da Ulaş’ın öldürülmesi, Ziya Yılmaz’ın yakalanması ve ardından cezaevinden kaçanların Ankara’ya kısa bir süre geldiklerinin öğrenilmesiyle kentte polis baskısı anormal derecede arttı.

Ankara’da polis ve MİT Selahattin’in peşindeydi. Sürekli yakalanmalar sonucu bütün ilişkiler ona bağlı duruma gelmişti.

Gözaltına alınanlara yapılan teklif dışarıdan bile duyuluyordu:

“Selahattin’i bize ver, sonra çıkıp gidebilirsin.”

Ankara’da gece sokağa çıkma yasağı vardı ve sürekli ev baskınları yaşanıyordu.

Gündüz görece serbestti.

Selahattin, sonradan öğrendiğime göre, ilginç bir gizlenme yolu bulmuş: gündüz bir evde uyuyor, gece de sabaha kadar dışarıya çıkmadan bir pavyonda oturuyordu.

Devrimciyi pavyonda aramak kimin aklına gelir?

Selahattin yakalandı. Korkunç işkence gördü. Gözaltında iken bir kere bileklerini keserek intihara teşebbüs ettiğini duydum ve Ankara örgütlenmesinden geriye kalan da büyük oranda çöktü.

Oğuzhan’ın adından söz etmediği ve benim adımı da veren kişi Selahattin’dir.

“Önemli bir kişi değildir” diyerek vermişti.

Doğrudur, benden çok daha önemli kişiler vardı.

Aynı dönem yakalanan Selami ise benim için, “bıraktı, ilgilenmiyor” şeklinde ifade verir.

Bu yakalanmalardan başlangıçta haberim yoktu. Nasıl olsun? Selahattin beni bulabilirdi, ben onu bulamazdım. Keza Selami de öyle…

Hapishaneden bana “dikkat et, deşifresin” diye haber gönderen, takipten söz eden kişi Oğuzhan değil, Selami’dir.

İrtibat örgütlenmesinde o dönem Oğuzhan ile hiç ilişkim olmamıştı.

Selami’nin gönderdiği haberin bana ulaşması yaklaşık iki ay sürdü. Hapishane koşulları, dar ilişkiler, dikkatli olmak gerekliliği derken günler geçiveriyor.

Bana haber gelmeden önce garip bir durum olduğunu fark etmiştim.

Yenimahalle’de ailece kaldığımız blok apartmanın yöneticisi emekli bir albaydı ve çevresine “münevver insanların ODTÜ’de okuyan çocuklarının komünistliğe bulaşmış olmasından” söz ediyordu.

Annem ve babam öğretmendi (birisi lisede ötekisi Gazi Eğitim’de) ama Danıştay’a bilirkişi olarak çağrılacak kadar bilinen insanlardı. O dönem ODTÜ’de okumak acayip bir prestijdi ve büyük apartmanda bu özelliğe sahip olan tek kişi bendim.

Bu durumu öğrendiğimde ayağımı denk almam gerektiğini anladım.

Ardından kapıcı eve gelip, bazı kişilerin kendisinden eve girip çıkanlar hakkında bilgi istediğini söyledi.

Neyse ki bizim eve çok az konuk gelirdi, onlar da öğretmen çevresiydi.

Ne yapılır şimdi?

Okulda derslerim iyi… Komünistler tembel talebelerdir diye bir zihniyet vardı, bunun tersine örnektim.

İzmir Caddesi’nin Kızılay’a yakın bölümlünde üst katlardan birinde Taraça adlı büyük bir kahve vardı. Burası polis kahvesi diye bilinirdi. Güzel yerdi ve süreli polis gözetimi altındaydı. Haftada birkaç kere üniversiteden arkadaşlarla gece geç saatlere kadar bu kahvede briç oynamaya başladım. Mesaj bir yerlere gidiyordu herhalde…

Haftada 3-4 kere geç saatlere kadar briç oynayan birisinin başka işlere karışmış olma ihtimali azdı.

Gelelim bana gelen haberin içeriğine…

Selami’den gelen haberde “ilişkilerin dağıtılması” gibi bir talep yoktu.

Hangi ilişkileri dağıtacağım? İlişki, örgütsel yapı, grup diye bir şey yok ki…

Ankara’daki merkez irtibat örgütlenmesini benim dağıtabilmem zaten mümkün değil.

ODTÜ’deki örgütlenme ise daha başlamamış. Bu örgütlenme 1972 yılı sonlarında başladı ve başlatan da ben değildim.

Selami ile yakın ilişkisi olan bir başka arkadaş, Murat, beni buldu ve ODTÜ’de kalan THKP-C taraftarlarının örgütlenmesi için üç kişilik bir komite kurulmasının düşünüldüğünü ve benim de bunlardan birisi olmamın iyi olacağını söyledi.

Kabul ettim.

Murat kendi kafasından böyle konuşamaz, mutlaka bir yerlerle haberleşmişti. Öğrenmedim, öğrenmem de gerekmiyordu.

Eğer Selami, ilişkilerinizi dağıtın, diye bir haber yollamış olsaydı, aynı haber Murat’a da gelirdi ve kendisi de ODTÜ’deki ilk örgütlenmede yer almazdı, bana da teklif getirmezdi.

Selami takipten söz etmiş ve dikkatli olun diye haber göndermişti.

1972 yazında üniversiteyi bitirdim ve yüksek lisansa başladım. Ardından ODTÜ’de ilk grubu kurduk. Yıldırım Koç ve Taner Akçam da bu grubun içindeydi. 1974 affıyla tahliye olanların ardından grup kendi içinde ayrıştı, yollar ayrıldı. Bir bölüm sonraki yaşamında politik olarak aktif olmamayı seçti, bir bölüm Devrimci Gençlik’ten (sonrasında Devrimci Yol) oldu, bir bölüm sonraki adıyla Acilciler’de kaldı.

 

Sürecek…