Şuanda 167 konuk çevrimiçi
BugünBugün3950
DünDün3402
Bu haftaBu hafta11674
Bu ayBu ay11674
ToplamToplam10480098
Auschwitz ve Diyarbakır PDF Yazdır e-Posta


12 Eylül askeri faşist darbesinin toplumun muhalif her kesimine yönelen baskı ve sindirme politikalarında cezaevlerinin özel yeri vardır. İki cezaevi siyasi tutsaklara yönelik baskı ve sindirmede öne çıkar: Diyarbakır ve Mamak.

Bu cezaevlerinde siyasi tutuklulara yönelik ağır maddi ve psikolojik baskılar yıllardan beri yazılmaktadır.

Bu cezaevleri toplama kampları olarak da adlandırılırlar.

Bu saptama doğru değildir.

Bu yazıda Nazi Almanya’sının en büyük toplama kampı Auschwitz ile Diyarbakır Cezaevi’ndeki uygulamalar arasındaki farklılıklar incelenecektir.

Gerek Diyarbakır ve gerekse de Mamak’ta siyasi tutsaklara yönelik maddi ve psikolojik ezme politikasının temel hedefi, tutsakları askerileştirerek kişiliksizleştirmektir.

Gün boyunca talim yaptırılır. İstiklal Marşı, Harbiye Marşı, Atatürk’ün sözleri ve Türk ırkının tarihsel büyüklüğü üzerine sözler ezberletilir. Ezberleyemeyen ağır şekilde dövülür, hücreye atılır ve başka işkencelerle karşılaşır.

“Sadece Türk’ü, Türk’ün ne kadar ulu bir ırk olduğunu düşün, başka bir şey düşünme” anlayışı, katı askeri disiplin eşliğinde siyasi tutsaklara dayatılırdı.

Bu uygulama Diyarbakır Cezaevi’nde Mamak’a göre daha sert ve ağır yöntemler eşliğinde hayata geçirilmeye çalışıldı.

Diyarbakır’dan Mamak’a nakledilen bazı tutsakların bu cezaevini “cennet gibi” bulmaları şaşırtıcı değildir.

Her iki cezaevindeki uygulamaların amacı, siyasi tutsaklarda var olan kimliği kırmak ve yerine başkasını koymaktı.

Özel elbise giymek, tekmil vermek, sürekli talim yapmak, marşlar ve “özlü sözler” ezberlemek bu kimlik tahribatının başlıca uygulamalarıydı.

Diyarbakır’da kırılması gereken bir de Kürt kimliği olduğu için, buradaki uygulama Mamak’a göre daha ağırdı.

Auschwitz’de ise bambaşka bir tabloyla karşılaşırız.

Auschwitz ile Diyarbakır arasındaki en büyük fark, toplama kampı ile cezaevinin amaçlarına yöneliktir.

Auschwitz’de kişiyi kimliğinden vazgeçirmek, her çeşit zorbalığı ve hatta vahşeti kullanarak ona başka bir kimliği empoze etmeye çalışmak söz konusu değildir.

Auschwitz, Yahudi soykırımıyla özdeşleşmiş bir toplama kampıdır. Burada öldürülen yaklaşık 1,1 Milyon kişinin bir Milyon kadarı Yahudi’dir.

Avrupa genelindeki Alman işgal bölgesinden toplanan Yahudiler genellikle bu kampa getirilirdi. Bunlardan 900 bin kadarı gaz odalarında hemen öldürüldü ve ardından da cesetleri fırınlarda yakıldı.

Auschwitz “sanayi soykırımı”nın simgesi olan bir isimdir.

Cesetler yakılır, çünkü bu kadar insanı nereye gömeceksiniz?

Cesetler yakılmadan önce uzun ve güzel saçları olanların saçları daha sonra kullanılmak üzere kesilir. Altın dişi olanların dişi sökülür.

27 Ocak 1945’de Kızıl Ordu tarafından ele geçirilen Auschwitz’de yedi ton saç bulunmuştur. Saçtan yapılan halılar da buna eklenmelidir.

Toplama kampına gelenler ilk olarak elenirler. Sağlığı yerinde, yapıca az çok güçlü olanlar fabrikalarda çalıştırılmak üzere ayrılır, kalanlar ise gaz odalarına gönderilirdi.

Sağ kalanlar kampın yakınındaki IG Farben, Krupp ve öteki fabrikalara gönderilerek ağır şartlarda çalıştırılırdı.

Artık çalışamayacak duruma gelenlerin yolu ise gaz odasıydı.

Auschwitz’de katı uygulamalar, baskı ve ağır kurallar vardı. Ama Diyarbakır’daki gibi sürekli talim, sürekli dayak söz konusu değildi. Böyle bir uygulama kampın amacına da ters düşerdi. Tutsakların emek gücünün olabildiğince sömürülmesi kampın ana amacıydı. Sürekli talim yapan, dövülen insandan ek olarak çalışmasını da beklemek mümkün değildir.

Auschwitz, “sinekten yağ çıkarmayı” amaçlayan rasyonel bir mantık üzerine kurulmuştu: İşine yaramayanı imha et; işine yarayanı ise ölesiye çalıştır. Ne saçı, ne altın dişi ve ne de ayakkabısı boşa gitmesin. (Kurtarıldıktan sonra kampta 45 bin çift kadar ayakkabı ve bir Milyonun üzerinde giysi bulunur. Tipik bir sanayi işletmesinde olduğu gibi hiçbir şeyin boşuna harcanmamasına çalışılmıştır.

Diyarbakır’da asıl amaç askeri yöntemler eşliğinde siyasi tutsakların psikolojik olarak çökertilmesi ve teslim alınması iken, Auschwitz’de böyle bir amaç yoktur.

Kimseye “Alman ulusunun yüceliği” öğretilmez, Hitler’in sözleri ezberletilmezdi.

Nazilerin kamptaki tutsakları “kendilerinden yapmak” gibi bir amacı yoktu.

Diyarbakır’da tam olarak teslim olan, başka bir deyişle pişman ve itirafçı olan kişiler ağır baskıdan görece olarak kurtulurdu.

Auschwitz’de ise Naziler hiç kimseden Alman olmasını istemiyorlardı.

Burada da işbirlikçiler vardı. Örneğin Yahudileri kitle halinde gaz odalarına SS’ler eşliğinde götüren Yahudiler vardı. Bunlar Nazilerin karışmak istemediği en pis işleri yaparlardı ve karşılığında da hayatları bağışlanmıştı.

Diyarbakır’daki işbirlikçilik (itirafçılık) ise aktif olmak zorundaydı: onlar önce sesli olarak kendilerini inkar ederler, bunu da herkese ilan ederlerdi. Direnişin boşuna olduğu konusunda sürekli çağrı yaparlardı.

Sonuç olarak Auschwitz ve Diyarbakır arasında büyük amaç ve uygulama farkları bulunduğu söylenebilir. Bu nedenle iki yeri de toplama kampı olarak görmek doğru değildir.

 

UNUTTURMA POLİTİKASI

Diyarbakır Cezaevi’nde uygulanan vahşeti (işkence sözcüğü hafif kalır) herkes kabul ediyor. Devlet ve siyasi iktidarlar bunu unutturmaya çalışırken; sosyalistler ve demokratlar Diyarbakır Cezaevi tarihini 12 Eylül’ün önemli bir simgesi olarak korumaya çalışıyor.

AKP iktidarının Diyarbakır Cezaevi’ni yıkmak istemesi unutturma politikasının sonucudur.

Auschwitz ise olduğu gibi korunmuş durumda ve her yıl binlerce kişi tarafından ziyaret ediliyor.

Yaşanılanları unutturmamanın ve tarihe mal etmenin yolları sadece yeri korumak ve orada yaşanılanları anlatmaktan ibaret değildir.

Gerçeğin somut olarak bilinmesi açısından bunlar önemlidir, ama yetmez.

Auschwitz insanlığın hafızasına kazındı, kalıcılaştı; çünkü sadece yer olarak korunmadı; bu kampla ilgili çok sayıda anı, edebi yapıt ve sosyolojik araştırma yayımlandı. Bir örnek vermek gerekirse:

Auschwitz’de uzun süre yöneticilik yapmış olan Rudolf Höss, yargılandığı sırada kendisine yönelik suçlamaları kesinlikle reddeder. O herhangi bir suç işlememiş, sadece üstlerinden gelen emirleri yerine getirmiştir.

Auschwitz’de cesetlerin yakıldığı fırınlardan birinin önünde idam edilen Höss, son ana kadar neden suçlandığını anlamamıştır. Gözlemciler bunda samimi olduğu konusunda hemfikirdir.

Bir rejim bir insanı nasıl bu duruma getirebilir?

İnsanlık suçu işliyorsunuz ve “ben suç işlemedim” diyorsunuz.

Benzer bir duyguyu Yahudi soykırımının mimarlarından Adolf Eichmann’ın İsrail’de yargılanmasına katılan Hannah Arendt de yaşar: Eichmann normal bir insandır ve insanlık suçu işlemekle itham edilmesini anlamamaktadır.

Bir rejim bazı insanları nasıl bu duruma getiriyor?

Türkiye için bu konu hiç incelenmedi.

Diyarbakır Cezaevi komutanı Esat Oktay Yıldıran yıllar sonra İstanbul’da öldürülecektir.

Siyasi tutsakları yanından ayırmadığı kurt köpeğine tekmil vermeye zorlayacak kadar psikolojisi bozuk olan bu kişilik, özel bir örnek değildir. Ordunun yapısındaki zihniyetin aşırı bir örneğidir.

Askerlik yapmış olan herkes bu zihniyetle bir oranda karşılaşmıştır.

Dönemin Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı Kemal Yamak’tır.

Diyarbakır Cezaevi’ndeki uygulamalarla ilgili olarak şikayette bulunan bazı tutsak ailelerine, “Çocuklarınız bazı şeyler yapmışsa, bazı uygulamalarla karşılaşmaları da normaldir” demiştir.

Burada da kendini haklı gören, vahşeti haklılaştıran zihniyet söz konusudur.

12 Eylül’ün bu tipleri kısa sürede ortaya çıkmadılar. Cumhuriyet’in askeri ideolojisi altında yıllarca şekillenerek oluştular.

Diyarbakır Cezaevi’ndeki vahşeti haklı gören ve savunanlar vardı…

Bu insanlar nasıl ortaya çıktılar ya da nasıl şekillendiler?

Sosyal psikoloji alanına giren bu konu bizde çok az incelenmiştir.

 

Not: Normalde hafta sonu siteye yazı konulmuyordu, ancak Pazartesi gecesi Nuce TV’deki program nedeniyle yazı yayınlamamayı iki gün öne aldım. Yarın İbrahim Yalçın’ın bir yazısı yayımlanacak, ondan sonraki yazıyı Çarşamba günü okuyabileceksiniz.