Şuanda 102 konuk çevrimiçi
BugünBugün3883
DünDün3402
Bu haftaBu hafta11607
Bu ayBu ay11607
ToplamToplam10480031
eski mahsus mahaller PDF Yazdır e-Posta


12 Eylül öncesinin cezaevleri bugünkülere göre tarih öncesi sayılır. Sadece siyasiler arasındaki değil, siyasilerle adliler ve adlilerin aralarındaki ilişkiler de farklıdır. Neden böyledir sorusuna şöyle cevap verilebilir:

 Cezaevleri içinde bulundukları topluma benzer; toplumsal değişim –cezaevi özelinde kırılarak da olsa- bu mekana yansır.

Siyasi tutuklu ve hükümlülere yönelik ilgi eskisine göre önemli oranda azalmış durumda… Sol, eski günlerinden çok uzaktadır ve ilk neden de budur. Ama unutmamak gerekir; dışarıdaki insanların birbirine olan ilgisi de eskisine göre oldukça azalmış değil midir?

Çıkarcılığın, basit egoistliğin, başkasına ilgisizliğin bu kadar geliştiği bir toplumda, bu durum kaçınılmaz olarak cezaevlerine de yansımayacak mıdır?

F Tipi hücre sistemi cezaeviyle, bireyin toplumdaki büyük yalnızlaşması arasında bağlantı yok mudur?

Eski Mahsus Mahaller ile zamanın toplumu arasındaki ilişkiye biraz daha yakından bakmaya çalışayım.

Başlarken belirteyim, bu saptamalar görece sınırlı bir zaman aralığına (iki yıl sekiz ay) ve sadece sekiz cezaevine özgüdür (Sağmalcılar, Eskişehir, Isparta, Bolvadin, Konya, Aydın, Selimiye Askeri Cezaevi, tekrar Sağmalcılar ve grup halinde kendini tahliye…) Bu nedenle saptamalar belirli bir genellemeyi yansıtmasına karşın her özele yeterince uymayabilirler.

Her cezaevinde toplumu da görebilirsin veya tersi de olabilir. Görebilmenin iki koşulu vardır: koğuş sistemi ve siyasilerle adlilerin birlikte kalması. Hücre sistemi cezaevinde toplumu görmeniz ciddi oranda sınırlıdır. Koğuş sisteminin olduğu cezaevlerinde ise –varsa- siyasi koğuştan dışarıya çıkmazsanız, toplumu yine göremezsiniz.

Siyasi koğuş uygulamasının 1971 sonrasında başladığını söylemek mümkündür. Önceki dönemlerde bir cezaevinde siyasi koğuş gerektirecek kadar siyasi tutuklu ve hükümlü bulunmazdı.

Cezaevlerinde siyasilerin artması toplumun politikleşmesiyle ilgilidir. Politik olaylar yoğunlaştıkça hapse giren sol siyasilerin sayısı da artar. Sağmalcılar gibi büyük cezaevlerinde siyasi koğuş sayısı birden fazla olur.

Siyasiler neden siyasi koğuş isterdi?

Siyasilerin adlilerden farklı ve kendilerine göre bir hayat tarzı vardır: sabah spor yaparlar, teorik eğitim saatleri vardır ve komün olarak yaşarlar. Tek siyasi koğuşta birden fazla komün olabilir.

1980 öncesindeki cezaevlerindeki siyasi koğuşlarda, Aytekin Yılmaz’ın “Labirentin Sonu”nda anlattığı türden olmasa bile her zaman belirli bir disiplin vardı. Disiplin, günlük hayatın düzenlenmesi demektir. Sıkı olmayan disiplinlerde bile komün içindeki herkesin belirli kurallara uyması istenirdi.

Birkaç nedenle:

Birlikte davranmak birlik duygusunu güçlendirir. Zamanın boşa geçmemesi, insanların kendilerini geliştirmeleri gibi amaçların yanı sıra, çok sayıda siyasi tutuklunun da kendi başına bırakılmaması gerekir. Aksi durumda cezaevinde kendisini kolaylıkla dağıtan çok sayıda siyasiyle karşılaşırsınız.

Değişik nedenlerle hapishaneye giren siyasilerde boşluğa düşme duygusuna sık rastlanır. Özellikle de ağır ceza alma ihtimali olanlarda sarsıntı yaşanabilir. Burada söz konusu olan devrime olan inancın zayıflaması değildir. Yirmili yaşların başında hapse girmişsiniz ve yaşadığınız zaman kadar da içerde kalma ihtimaliniz var. Daha hayatta bir şey yapmamışsınız ya da hapse girdiğinizde arkanızda kalmış ve üzerinde düşünebileceğiniz kadar yoğun bir hayat yok…

Bu durum insana dokunur. Dışarısı hareketli ise ve bu durum hem ziyaretçiler hem de basın aracılığıyla izlenebiliyorsa, içerdeki insanlar daha dirençli olur. 12 Eylül öncesi cezaevlerindeki siyasi koğuşlarda disiplin ve günlük hayatı düzenlemenin anlaşılabilir ölçülerle sınırlı kalması, dışarısının durumuyla ilgilidir. Politik mücadele gerileyince içerdeki disiplin de sıkılaşır ve anlamsız boyutlara da ulaşır. Esas olarak anlamsızlığa kadar vardırılan sıkı disiplinle insanların boşluğa düşmesini ve kenara çekilmesini ne kadar engelleyebilirsiniz, doğrusu tartışmalıdır.

Konuya sadece içerdeki tutum temelinde de yaklaşmamak gerekir. En az on yıl hapiste kalmış, direnişlere katılmış çok sayıda insan, çıkar çıkmaz politik mücadeleyi bıraktı. Aslında içerdeyken bırakmışlardı, sadece “namuslarıyla bırakmak” istiyorlardı.

Hapishane bir oranda Avrupa’daki sürgün yaşamına benzer. Orada ne yapacağın, önemli oranda oraya girerken nasıl olduğuna bağlıdır.

Dışarıda iken okuyan ve araştıran biri isen, bu durum içerde de sürecektir. Aksi durumda “on yıl yatmış ama sigara paketinin üzerindeki yazıyı bile okumamış” olarak tahliye olmak küçük bir ihtimal değildir.

İçerde iken dışarıdakinden oldukça farklı birisi olmak imkansız olmasa bile hiç kolay değildir..

Daha somuta, ülkenin ilk E Tipi cezaevi olan Isparta Cezaevi’ne gelirsek…

Burada on bir ay kaldım, bunun üçte ikisi adli mahkumla birlikte geçti ve büyük bir isyan sonucu buradan sürgüne giderken başka bir insan olduğumu hissedecek kadar değişmiştim.

 

ISPARTA CEZAEVİ

Sinop Cezaevi gibi uslanmaz mahkumları “ıslah etmek” amacıyla açılmıştı. Başka cezaevlerindeki ıslaha elverişsiz ya da tehlikeli görülen mahkumlar buraya gönderilirdi. Isparta’ya gelen ilk siyasilerdik. Kent politik olayların olmadığı sağcı ve geri bir yerdi ve bu durum cezaevi yönetimini de şekillendirmişti. Kentin yerlisi mahkum da bu yapıdaydı. Tahmin edilebileceği gibi bu kentten cinayet nedeniyle hapse girmiş olan yok gibiydi. Asıl neden tufacılık (hırsızlık) ya da kızcılıktı (kız kaçırmak).

Cezaevinde küçük koğuş sistemi vardı. Her koğuş iki katlıydı ve mevcudu 25 kişiydi. Yemekhane olan ve avluya çıkılabilen kapısı olan alt kat akşam beşte kapatılıyor ve sabaha kadar yatakhanede oturmak zorunda kalıyordunuz.

Cezaevine bizden önce az olmayan sayıda İstanbul mahkumu gelmişti.

İstanbul mahkumu uyanıktır, beceriklidir, solcu olmasa bile sola düşman değildir ve cezaevindeki sol siyasinin en yakın müttefikidir.

Önce 25 kişi olduğumuz için siyasi koğuş açıldı, ardından siyasilerin toplu halde bulunması cezaevi yönetimi açısından sorun olunca koğuş dağıtıldı. Aylarca İstanbul mahkumunun en sivrilerinin bulunduğu koğuşta tek siyasi olarak kalacaktım.

Cüneyt Arkın’ın yeğenini kaçıran ve fidye alırken yakalanan Recep Güregen de buradaydı. Çay kaşığıyla her çeşit kilidi açardı. Anlattığına göre dışarıda iken de çay kaşığıyla Mercedes marka araba kaldırırmış.

İçerde siyasi oldu. Mahkemesinden sonra Sinop’a sürüldü. Sinop isyanıyla cezaevini yakanlar arasındaydı. Niğde Cezaevine sürüldü, oradan da kaçtı. Bir süre sonra Mersin civarında yapılan bir banka soygununun ardından polisle çatışmada hayatını kaybedecekti.

Bu koğuş benim için bir hayat okulu oldu denilebilir. Dışarıda iken bu çevre hakkında hiç bilgim yoktu. bazı insanların hayatlarının önemli bölümünün bu mekanda geçtiğini düşünemezdim.

“Mapushaneler mekanım olsun, buradan çıkmak nasip olmasın” sözü, bu çevrenin en büyük yeminidir.

O yıllarda en fazla hapis yatmış olan Aziz Güçlü idi. Yirmi yıl yatmıştı.

Sinop Cezaevi’nde iken firara teşebbüs etmiş ve bir jandarma erini öldürmüştü. Ancak yakalanır, bir ayağı sakat kalacak derecede falaka yer, hapishanenin dibinde bir hücreye kapatılır, kapı da üzerine kaynaklanır. Başka bir deyişle ölmesi için bırakılır.

Aziz Güçlü kapının altından verilen ekmeğinin kabuklarından yatak yapar, az buçuk yemeğini farelerle paylaşır ve bir yıl sonra hücreden sağ çıkar.

Tahliye olduktan sonra kabadayı alemi toplanır ve Aziz Abi’ye bir kumarhane açarlar.

O yıllarda aynı alemin insanları arasında güçlü bir dayanışma vardı. Birbirine kazık atanlar, “hata yapanlar” da vardı ama bunlar ayıp karşılanır hatta cezalandırılırdı. Bu alem dışarıda ne ise, içeride de odur. Ama dışarıda zaman değişince içerisi de değişecektir.

Benzer bir dayanışma siyasiler arasında da vardı. İçerde cezaevi yönetiminin baskıları iyice artınca, bulunduğumuz farklı koğuşlar arasında haberleşerek açlık grevi yapmaya karar verdik. Proleter adlı örgütten Ömer adlı bir arkadaş vardı. “Bir şey yapmayın, yakında tahliye olacağım, gerekeni yaparım” dedi.

Bekledik, Ömer tahliye oldu, bir süre sonra cezaevi müdürünün arabasının yandığını duyduk ve idarenin tutumu bir oranda da olsa değişti. Sonuçta burası İstanbul değil, Demirel’in kalesi Isparta idi ve her şey birden değişmezdi.

İstanbul mahkumu siyasilere ne kadar saygı duysa da, yılların tecrübesiyle görmeden inanmaz. İçerde baskının hafiflemesi herkese yaradı ve adli mahkum gözünde siyasilerin prestiji iyice yükseldi.

Bunu Ağustos 1978’de beş gün süren isyan sırasında da görecektik.

Sabaha doğru koğuşların basılarak yapılmak istenen ani sevke karşı mahkumun bir bölümü ayaklanır, iki gardiyanı rehin alır ve az sayıda kalmış siyasinin o sırada toplu olarak kaldığı koğuşun kapılarını kırarak bize ulaşır.

Yaklaşık 300 mahkumla beş gün süren isyanda gerçekte biz siyasiler bir şey yapmadık. İsyan nasıl örgütlenir bilmiyorduk, ama onlar her şeyi biliyordu.

İlk iş olarak yemekhanelerdeki masa ve sıraları koğuş kapılarının açıldığı maltaya üst üste yığarak içerisinin görünmesini engellediler. İsyanın ilk koşulu kapıaltından içerisinin görülmemesi imiş. Ardından jandarmanın içeri girebileceği bütün girişleri kapattılar, kapıaltından başka yol kalmadı.

Su ve elektriğimiz kesildi ama İstanbul mahkumuyla baş edilir mi? Ana vanayı buldular ve su aldılar. Kantinin kapısını kırıp zeytinyağı kutularını boşalttılar. Bezden fitille biraz isli olmakla birlikte zeytinyağı iyi yanıyordu doğrusu…

Bizim siyasiler olarak yaptığımız tek şey, varlığımızla adliler arasında birliğin sağlanmasıydı; o kadar. Rehin alınan gardiyanların nerede nasıl tutulacaklarına kadar herşeyi onlar biliyordu.

Rehinelerin başında biz de duruyorduk, çünkü bir tanesi Bekir adlı ve mahkumun nefretini kazanmış bir gardiyandı. Er ya da geç içerisi basılacak ve mahkum da Bekir’i öldürecekti. Bizi dinlediler, öldürmediler, ama Bekir, “bir daha bu mahkuma elimi kaldırırsam” diye nasıl ağlıyordu…

Beşinci günün sonunda jandarmanın içeriye ateş açması ve yaralananlarla birlikte isyan sona erecek ve hepimize yeni sürgün yolları açılacaktı.

Beş gün süren isyan Isparta için büyük olaydı ve bu isyana katılanların anılarını yıllar sonra bile oradan buradan duyacaktım.

O sırada aradan iki yıl bile geçmeden dışarıda olacağımı düşünemezdim. Mapushaneler yıllarca mekanım olacak gibi görünüyordu ve bu büyük isyan “hapishane kariyerim” için doğrusu hiç de fena sayılmazdı.

 

1979’UN SİYASİLERİ

Aradaki bir yılı atlıyorum. Davamız İstanbul’da ilan edilen sıkıyönetim mahkemesine kalkmış, ben de Selimiye Askeri Cezaevi’ne gönderilmiştim. Girişte sorulan ilk soru, herhangi bir siyasetle sorunum olup olmadığıydı. Bu soru, dışarıda olduğu gibi içerde de çatışma durumunda olan Sovyetçilerle anti-sovyetçileri birbirinden ayrı koğuşlara yerleştirmek için soruluyordu. Sol içi çelişkilerin değişik gruplar arasında silahlı çatışmalara dönüştüğü günlerdi ve dışarıda olan içeriye de hemen yansıyordu.

Küçük kentlerde zor durumlarda bir oranda rastlanabilen devrimciler arasında dayanışma İstanbul’da yoktu.

Selimiye Askeri Cezaevi’nde baskı yoktu. Asker karavanası bize de çıkıyordu ve hiç de fena değildi. Dışarıda olmayan kitap içerde vardı. Silahlı mücadeleyi savunan bazı gruplardan gelmiş olanlarla ise –biz de aynı kökenli olmakla birlikte- sorunumuz vardı.

Büyük yakalanmalar sonucu dışarıdaki gücü önemli oranda zayıflayan bazı örgütler, içerdeki faaliyetlerini yükselterek kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Selimiye’de önemli denilebilecek bir sorun yoktu ve bu durum subayların iyiliğinden değil, İstanbul gibi yerde devrimci hareketin gücünden geliyordu.

Dışarıda güçlü iseniz, hapishane yöneticileri ne yaptıklarına dikkat etmek zorundadır.

Sorun yoktu ama isterseniz sorun yaratılabilir. Nitekim bazı arkadaşlar da anlamsız talepler ileri sürüyorlar ve ne işe yaradığı belli olmayan eylemler yapıyorlardı. Örneğin Selimiye’nin üst katında bulunan koğuşlardan birinin penceresine pankart asmak gibi…

Binanın o cephesi ıssız bir alana bakıyordu ve de o yükseklikteki bir pankartın yoldan geçen vasıtaların içindekiler tarafından görülmesi mümkün değildi. Ama sorun içerdeki kadroyu hareket halinde tutmak, sürekli ajitasyon da yaparak dağılmayı ve geçmişin bazı olgularının sorgulanmasını engellemekti.

Bu davranış tarzı Aytekin Yılmaz’ın kitabından öğrendiğime göre sonraki yıllarda artacaktı. Dışarıdaki zayıflığı içerdeki anlamsız boyutlara varmış eylemlilikle kapatabilmeniz mümkün değildir.

İşin acı tarafı, Selimiye’de bizi pasiflikle itham eden bazı kişilerin 12 Eylül sonrasında itirafçı olmalarıdır. Ajitasyon ve yapay bir eylemlilikle ayakta durmaya çalışmak uzun süremezdi ve sürmemiş de.

 

SAĞMALCILAR CEZAEVİ

Selimiye’de herhangi bir sorunumuz yoktu ama özellikle ağır ceza alacağı neredeyse kesin olanlar buradan gitmek istiyordu. O sırada siyasi tutukluların Yassıada’daki cezaevinde toplanacakları haberi çıkmıştı. Ne kadar gerçekti bilmiyorduk ama “Biz Heybeliler her gece mehtaba çıkardık” şarkısı aramızda moda oluvermişti.

Selimiye’den kaçmak imkansız gibi bir şeydi ve ama belki başka bir yerden olabilirdi. Cezaevinin aşırı dolmasının ardından sorunlar çıkmakta gecikmedi ve küçük bir isyanın ardından kendimizi ilk girdiğim cezaevinde, Sağmalcılar’da (Bayrampaşa) buluverdik.

Burada istediğimiz gibi davranabiliyor, MHP’lilerin olduğu bölüm dışında her tarafı dolaşabiliyorduk. Koğuş kapıları akşama kadar açıktı. İdarede “kaçmayın ve rahat durun da ne yaparsanız yapın” anlayışı vardı.

Sağmalcılar yaklaşık 5000 kişilik nüfusuyla kasaba gibiydi. Kaç tane siyasi koğuş vardı, hatırlamıyorum. En az birkaç siyasi koğuş ya da birkaç yüz devrimci tutuklu vardı. Çoğu kısa süre için buradaydı, birkaç ay yatıp çıkıyorlardı, yerlerine başkaları geliyordu. Ceza alanlar ise burada tutulmuyor ve başka cezaevlerine sevk ediliyordu.

Ağır ceza alacağı belli olan bizler her tarafı dolaşıyor, içerisini öğrenmeye çalışıyor, kaçma planları yapıyorduk. Plan yapmakla o planı hayata geçirebilmek birbirinden çok farklıydı.

Sağmalcılar sakin bir yerdi, ama bu “Vahşi Batı”nın sakinliği gibiydi, her an her şey olabilirdi.

Cezaevinde uzun vadeli plan yapmamak gerektiğini Recep Güregen’den öğrenmiştim. “Altı ay sonrası için plan yapma, o zaman burada olacağını nereden biliyorsun?”

Sevkler, sürgünler o yılların bilinen cezaevi uygulamalarıydı. Bu nedenle her şeyi kısa vadeli olarak düşünmek gerekiyordu. Uzun vadeli bir plan yaparsın, derken bir olay olur ve bilmediğin bir cezaevine sürülür, orada her şeye baştan başlamak zorunda kalırsın. Bu nedenle Sağmalcılar’ın kıymetini bilmek gerekti.

Cezaevinde yargılamaları süren ve ağır ceza alacakları neredeyse kesin olan siyasi tutukluların sayısını bilemiyorum ama 50-100 kişi arasında olduklarını söyleyebilirim. Tahmin edilebileceği gibi her grup cezaevinin içinde dört dönüyor, çıkış yolları arıyordu. Bu arada sima olarak pek tanınmayan birkaç müebbetlik sahte tahliye ile kaçmayı başardı.

Tahliye olan birisinin yerine onun nüfus bilgilerini ezberleyerek geçiyordunuz ve tahliye oluyordunuz. Cezaevi arşivinde fotoğrafınızın olmaması, pek tanınan bir kişi olmamanız ve kimsenin sizden şüphelenmemesi gerekliydi.

İki kişi bu yolla kaçtıktan sonra bu olanak da kapandı.

Giderek iş çığırından çıktı: Askeri cezaevinden başka yer görmemiş bazı arkadaşlar ellerinde kıl testerelerle anlamsız yerlerde demir kesiyor, gardiyanlar da ellerinde kaynak makineleriyle demirleri düzeltiyordu. Bu böyle gitmezdi, sürgün ufukta görünüyordu.

“Biraz düşünerek hareket edin. Bir kaçış yolu kapandığı zaman bu yol sadece sizin için değil herkes için kapanır” diyorduk cezaevinde görece eski olmanın kazandırdığı tecrübeyle, ama kimsenin umurunda değildi…

1980 yılının Mart ayıydı ve sonumuz iyi görünmüyordu vesselam…

Bir başka sorun siyasetler arasındaki çatışmaydı…

İGD’liler cezaevinin uzak bir köşesindeki koğuşta kalıyordu. Halkın Kurtuluşu’ndan olanlarla karşılaşmaları ve aralarında cezaevinde hepimizin durumunu etkileyecek büyük bir kavga çıkması söz konusu değildi. Ne ki, bu durum dolaylı atışmayı engellemiyordu.

Bir gün koğuş sorumluları olarak toplantı yapıyoruz, bir arkadaş yanımıza geldi ve havalandırmada slogan duyulduğunu söyledi. Çıkıp biz de dinledik. Birileri “Kahrolsun sosyal faşistler” diye bağırıyordu. Sesler sübyan (çocuk) koğuşu tarafından geliyordu, hemen gittik ve kapıdan koğuş sorumlusunu çağırdık.

“Ne oluyor burada, ne bağırıyorsunuz?”

Bir abi gelmiş, o dönemde zor bulunan birkaç paket filtreli sigara vermiş. Bir kağıda da nasıl bağırmaları gerektiğini yazmış, gitmiş.

Al sigarayı, akşama kadar bağır!

Sübyan ne anlar sosyal faşistten!

Neyse, bir daha duymayalım, dedik, sustular.

Devrimciler arasında kavga çıkma potansiyeli taşıyan başka bir durum, bir örgütle o örgütten ayrılanların yakın koğuşlarda kalmalarıydı. Yeni insanların ayrılması ya da ayrılmasının engellenmesi için her yola başvuruluyor ve genellikle sayıca fazla olan ötekini ezmeye çalışıyordu.

Şu veya bu siyaset arasında kavga çıkması halinde hepimiz etkilenecektik ve cezaevindeki serbestlik de büyük ihtimalle son bulacak, belki de sürgünler gündeme gelecekti.

Değişik koğuşların temsilcileri toplandık ve kavga çıkması durumunda zor kullanma kararı aldık. Kavgayı çıkaran gruba karşı sert yaptırımlar uygulanacaktı, başka çaresi yoktu. Neyse ki sözlü atışmaların dışında olay çıkmadı.

Sol örgütler arasında büyük bir rekabet vardı ya da denilebilir ki sol sadece burjuvazi ve faşistlerle değil birbiriyle de mücadele ediyordu. Bu mücadele bazen oldukça sert biçimler de alıyor, yaralananlar öldürülenler söz konusu oluyordu.

Okur bunların ne zaman olduğunu sorabilir.

Sizlere bir bölümünü anlattığım olaylar 12 Eylül’den beş ay önceydi…

 

* Özellikle hapishanedekiler için yayınlanan ve esas olarak orada bulunanların yazılarının yer aldığı Mahsus Mahal dergisinin 19. sayısında yayınlanmıştır.