Şuanda 47 konuk çevrimiçi
BugünBugün4264
DünDün3402
Bu haftaBu hafta11988
Bu ayBu ay11988
ToplamToplam10480412
eski mahpuslar - bir seçme PDF Yazdır e-Posta


Tarihle ilgili bir anlatıma zaman ve mekan vererek başlamak gerekir. Başka zaman ve mekanlarda durum farklı olabilir. Zaman 1977-78 yıllarıdır, mekanlar ise adli tutuklularla birlikte kaldığım Isparta ve Aydın cezaevleridir.

Bu iki hapishane birbirine hiç benzemez. İlki ülkenin ilk E tipi cezaevidir, her tarafı betondur. İkincisi ise eski tip sayılabilecek bir yerdi, bir futbol sahası büyüklüğünde ve herkesin ortaklaşa çıktığı toprak bir bahçesi vardı. İlkinde mahkum çok karışıktı ve yerliden çok İstanbul mahkumu vardı. Isparta başka hapishanelerde bir türlü denetim altına alınamayan mahkumların sürgün yeriydi. Aydın’da ise bölge mahkumu çoğunluktaydı.

Arada ek olarak sadece üç hafta bulunduğum Bolvadin cezaevinden de anlatacaklarım olacak, ama bu yazıda mekan –yaklaşık on ay kaldığım- Isparta cezaevidir.

            Bu kadar çeşitli insanı dışarda tanıyamazsınız, hayat çizginiz kesişmez. Belki kısa ilişkiniz olur ama bu da tanımak sayılmaz. İnsanın kendini başkalarından gizleyemeyeceği iki yer vardır: hapishane ve ülke dışında yaşamak zorunda kalmak. İnsanın ne olup ne olmadığı zor zamanda belli olur. Koşullar birden değişir, hayat zorlaşır, daha önce yaşadığınızdan çok farklı bir mekanda yaşamak zorunda kalırsınız ve bu büyük değişiklik karakterinizin hemen görülmeyen, geride kalan yönlerini ortaya çıkarır.

            Sözünü ettiğim hapishanelerdeki siyasi olmayan mahkumlardan bazı tipleri anlatmaya başlamadan önce ortak özelliklerini belirtmek gerekir.

            İnsanın kendine yalan söylemesi ve buna inanmasını hapishanede gördüm. Burada söz konusu olan yanlış değerlendirme ya da bir olayı unutmak isteyen insanın hafızasında onu geri plana atması değildir. Bu sürekli bir durumdur ve başlıca iki konuda kendini gösterir: af ve haksız ceza aldım.

 

            BEKLENEN AF: 1981

            Hapishanedeki insan çıkmak ister. Müebbet ceza alan bile günün birinde çıkacaktır ama tahliye tarihinin yakın ve somut olması gerekir. Bunu bilmek, sürekli tekrarlamak, gerçek olduğu çok kuşkulu olsa bile kendini buna inandırmak, insanı rahatlatır.

            Adli mahkumlarla birlikte kaldığım ilk günden başlayarak herkesin Atatürk’ün 100. doğum yılı olan 1981’de af çıkacağı beklentisine sahip olduğunu gördüm. Gelecekle ilgili bütün hesaplar 1981 yılında tahliye olunacağına göre yapılıyordu. Daha dört yıl vardı ama yirmi yıl, otuz yıl, müebbet alanlar ya da bu ceza istenerek yargılananlar için yakın bir tarih sayılırdı.

            Af çıkacaktı, burası kesindi ama hangi kapsamda çıkacaktı? Beş yıllık bir af –hapishane deyimiyle- sakal bile sayılmazdı. (Sakal, hapishane dilinde büyüğün yanındaki küçük için kullanılır. Diyelim ki bir kişi müebbet hapis cezası almış ve hapishanede işlediği bir cinayet nedeniyle de –tahrik de dikkate alınarak- sekiz yıl daha ceza almış. Müebbet o yıllarda 36 yıl demekti. 36’nın yanında 8’in lafı mı olur, sakal!)

            1974’teki Ecevit affı gibi bir af bekleniyordu: 12 yıl. Böyle bir af 18 yıl ceza alanı bile hemen tahliye ediyordu.

            O yıllarda infaz yasası şöyleydi: Diyelim öldürmekten 24 yıl ceza aldınız. Önceden planlanmadan işlenen cinayetin cezası –tahrik dikkate alınmadan- buydu. Bunun üçte biri yani sekiz yılı iyi halden infaz indirimine gidiyor, geriye 16 yıl kalıyordu. Burada dikkat edilmesi gereken infazın yanmamasıydı. İnfaz uygulaması, cezası kesinleşmiş olan ya da artık tutuklu değil hükümlü olanların içerde rahat durması için vardı. Tutuklu iken içerde ceza alacak bir iş yapmış olmanız infazı etkilemezdi, ama hükümlü olunca etkilerdi.

            12 yıllık af gelirse, 24 yıl ceza almış olan dört yılda tahliye olurdu. (24-8-12, kalır 4). Müebbet cezası kesinleşmiş olanların ise 12 yıl yatması gerekiyordu.

            Dört yıl sonra, 1981’de af beklenmesi, bu arada olabilecek küçük af umutlarını ortadan kaldırmıyordu. TBMM’de bir milletvekili aftan söz etmeye görsün, hapishane dalgalanır, günlerce yorum yapılır ve hatta bazıları Meclis başkanlığına affın gerekli olduğunu savunan dilekçe yazdırmaya kalkardı.

            Siyasi ve mühendis diye anıldığım için dilekçe yazma işi benim üzerimdeydi. Bu nedenle insanları Meclis’e dilekçe yazmanın anlamsızlığına ikna etmeye çalışırdım. Sonuçta başarılı olurdum ama ikna olmuş görünenlerin bile yüzlerinde “yazsan iyi olurdu” türünden bir ifade her zaman kalırdı.

            Mahkemelere tahliye dilekçeleri yazarak zamanın Ceza ve İnfaz Kanunu’nun püf noktalarını iyice öğrenmiştim. İnsanın aklına gelmeyecek uygulamalar vardı. Yanlış bir iş yaptınız mı diyelim on yılınız gidiveriyordu.

            Üç örnek vereyim:

            Adli tutukluyu en fazla korkutan tek ve büyük cezaydı; diyelim müebbet ya da 30 yıl. Mahkum gözünde bu ceza yatmakla bitmezdi. Bunun yerine çok sayıda suçtan yüksek ceza almak tercih edilirdi.

            Diyelim on tane gasptan her biri 18 yıldan toplam 180 yıl ceza aldınız. Bu ceza müebbet hapisten hafifti. Nasıl oluyor derseniz, şöyle:

            Af çıktığında her suçun cezasından ayrı ayrı indirim yapılıyordu. Her biri 18 yıl demek, infaz inilince geriye 12 kalıyor. 12 yıllık bir afta her suçtan kalan net cezadan 12 yıl indirim yapıldığı için hemen tahliye oluyordunuz.

            İkinci örnek, ceza alınınca mahkemede hakime sövmekti. Beklediklerinden yüksek ceza alan tutuklular yüksek sesle hakime söverlerdi. Hakim sorardı: “Bana mı makama mı sövüyorsun?” Tutuklu biliyor tabii ve hemen “Sana sövüyorum” derdi. Adalet makamına sövmenin cezası ağırdı, öteki kişisel hakarete giriyordu.

            Üçüncü örnek ise çok sayıda gaspçının gerçeği öğrendiklerinde kafalarını duvarlara vurdukları kadar önemliydi. Birisinin eşyasını aldınız diyelim. Bir yolunu bulup bunu karşınızdakini kandırarak aldığınızı, çaldığınızı gösterebilirseniz, cezası hile yoluyla hırsızlıktan 6 aydır. Zorla aldıysanız, aldığınızın değeri ne olursa olsun gaspa girer, cezası 18 yıldır. Yasayı iyi bilmemek insanın yıllarını götürebiliyordu.

            Mahkum içerde yasaların püf noktalarını öğrenmişti. Cezası halen kesinleşmemiş ise ya da yargılama sürüyor ise, bu noktaları öne çıkaran dilekçeler yazmamı isterlerdi. Ceza kesinleşmiş ise, bu kez sabah akşam af beklenir, çıkış günü hesaplanırdı.

            Af konusunda en fazla rastladığım olay şöyleydi: Bir kişi bir koğuşta güvenilir bir akrabasından haber geldiğini ve yakında af çıkacağını söyler. Söylenen doğru değildir, ama insanlar inanmaya hazırdır. Haber yıldırım hızıyla cezaevini dolaşır ve dönüp dolaşıp çıktığı koğuşa gelir. Af haberini çıkaran kişi, bu habere sanki başkasından duymuş gibi inanır, sevinir. Gerçekte lafı çıkaran kendisidir ama bunu unutmuştur bile...

            12 Eylül 1980 ile birlikte af umudu belirsiz bir geleceğe kaldı. O sırada hapishanede değildim ama mahkumun “sizin yüzünüzden biz de burada kaldık” diye siyasilere çok kızdığına eminim.

           

            İÇERDE HERKES MASUMDUR!

            Hapishanelerde siyasi olmayan mahkumlar arasında işlemiş olduğu fiilin yasal cezasını almış kişiye neredeyse rastlamadım diyebilirim. Çok sayıda kişi kendisine komplo kurulduğuna, iftiraya kurban gittiğine, haksız ceza aldığına inanır ve bu nedenle de sürekli olarak benden dilekçe yazmamı isterdi. Önce mahkemeye, mahkeme bittiyse Yargıtay’a, o da cezayı onaylamışsa Cumhurbaşkanı’na...

            Bazı insanların hiç yüzünden ağır cezalar aldıkları doğruydu. Çarpıklık polis soruşturmasından başlıyor, bunu doğru kabul eden mahkemeyle de sürüyordu. Örneğin bir hırsızlık vakasından yakalanmış kişinin önüne polis dosyaları yığıyor ve “içlerinden beş tanesini seç” diyordu. Birden fazla yapmamış olsa bile kişinin tek hırsızlıkla kurtulması zordu. Polisin elinde faili bulunamamış çok sayıda dosya vardı ve birilerinin bunları üstlenmesi gerekiyordu. Mahkemede , “benim bu işlerle ilgim yok, işkence sonucu üstlendim” deseniz bile hakim dikkate almıyordu.

            Düzgün konuşmayı, nerede nasıl ifade verileceğini bilmiyorsanız, işiniz zordu. Adalet sisteminin zayıfı, eğitimsizi nasıl ezdiğini hapishanelerde açık olarak görmek mümkündü.

            Şurası da bir gerçekti ki –hapishane deyimiyle- “camiden getirilmiş” olan da yoktu. Herkeste bir takım icraatlar vardı. Yargılandıkları icraatlar arasında yapmadıkları da olabilirdi, ama yaptıkları da az değildi.

            Genellikle hiç birisini kabul etmiyorlardı. Burada kabul etmemek, masum olduğunu iddia etmek, mahkemede alınan tavırla sınırlı değildi. Örneğin siyasiler mahkemede bazı fiilleri kabul etmezler ve bunlara karışmadıklarını savunurlar. Kendi aralarında bunun böyle olmadığını bilirler, ama ceza almamak ihtimali varsa mahkemede böyle davranırlar.

            Siyasi olmayanlarda ise durum farklıydı; onlar herkese masum olduklarını durup dinlenmeksizin gerekçeleriyle anlatıyorlardı. Bir noktadan sonra buna kendileri de inanıyor ve ardından ağır ceza alınca da psikolojik yıkım geliyordu.

            Tek tek örneklere geçmeden önce bu konuda bildiğim en etkileyici örneği vereyim:

            Isparta hapishanesinde bulunan Karataşlı Hasan Kalaycı idam cezası istenerek yargılanıyordu. Hırsızlıktan cinayete kadar dosyasında olmayan yoktu denilebilirdi. Hasan ise polisin Karataş civarındaki bütün faili meçhulleri üzerine yıktığını ısrarla savunuyor ve mahkemeye dilekçe üzerine dilekçe yazdırıyordu.

            “Hasan, demiştim, bu kadar uzun anlatırsan, kimse yazılanı okumaz. En fazla iki sayfa olacak.”

            “Tamam, ben anlatayım, sen bildiğin gibi yaz.”

            O en az bir saat anlatır, ben de önemli noktaları iki sayfaya sığdırıp ilgili dilekçeyi yazardım.

            Dilekçe dediğin etkileyici olmalı... Hitap edilen makama hitap tarzı var, sondaki cümleler var... Mesela “keyfiyeti dikkatinize arz ederim” gibi... Başlangıçta dilekçeye şöyle bir bakan hakim bu lafı görünce ister istemez hepsini okur.

            Daktilo olmadığı için el yazısıyla yazılan dilekçeyi sonunda Hasan’a okurdum. İtiraz etmezdi, sadece tek isteği olurdu. Sonuna “beraatimi veya idamımı talep ederim” cümlesinin eklenmesi...

            Bu cümleyi de eklerdim, imzalardı ve cezaevi yönetimi eliyle ilgili makama iletilmek üzere dilekçe yola çıkardı.

            Bir gün Hasan’ın karar mahkemesi vardı. Gitti ve geldiğinde bana “Durumun iyi olduğunu, artık idamdan değil müebbetten yargılanacağını söyledi. Fazla konuşmadı, gidip yatağına girdi.

            Açıklamaya aklım yatmadı, böyle bir şeyi daha önce hiç duymamıştım. Onunla birlikte başka davalar için aynı gün mahkemeye gidenlere ne olduğunu sordum.

            “Hasan müebbet aldı, dediler. Birdenbire anlayamadı, birkaç gün sonra anlar.”

            En iyisi Hasan’ı kendi haline bırakmaktı. Birkaç gün sonra Yargıtay’a itiraz dilekçesi konusu başlayacaktı...

 

            HAPİSHANEDE HİYERARŞİ

            Mahkum arasındaki hiyerarşi cezaevine göre değişir. Parası olan öne çıkar. Parası olmak demek, kendine yakın olana para vermek, giyimi ve yiyeceğiyle ilgilenmek demektir. Çok sayıda mahkumun hiç parası yoktur ya da çok az vardır, para gönderecek akrabası ya da yakını da yoktur. Yakınların kendisi muhtaç durumdadır. Bu durum bazı mahkumları parası olanın fedailiğini –hapishane deyimiyle çakallığını- yapmaya götürür.

            Her durumda siyasiler hiyerarşide en yukarıdadır; parası ve dolayısıyla çakalları olan mahkum bile siyasilerle iyi geçinmeye çalışır. Dışarıdaki etkinlikleri bir tarafa, siyasilerin en azından aynı örgütte olanlarının birbirini tutması, aralarında açık çıkar ilişkilerinin olmaması adli mahkumda büyük saygı uyandırır.

            Siyasilerin ardından cinayetten ağır ceza almış olanlar gelir. Parası olan mahkumlar ve hatta gardiyanlar bile bunlardan çekinir. Adam zaten müebbet almıştır ve gerekirse hapishanede de öldürmekten çekinmez.

            Yaralamadan yatanlar sonraki sırada yer alır.

            Bunun ardından sayıları daima fazla olan tufacılar (hırsızlar) gelir. Tufacıların sayılamayacak kadar çok çeşidi vardır, birkaç tanesini ilerde anlatacağım.

            Tufacıların altında kızcılar –hapishane deyimiyle damatlar- vardır. Bunlar kız kaçıranlardır. Sayıları fazlaysa “damatlar koğuşu”nda kalırlar. Mahkum kız kaçıran tiplere karşı genellikle anlayışlıdır. Tecavüz nedeniyle hapse girene ise iyi gözle bakılmaz.

            En alt sırada oğlancılar (fiili livata ya da hapishane deyimiyle boru cinayeti) gelir. Mahkum bunları eline geçirirse fena halde döver ve bu nedenle de ayrı bir yerde tutulurlar.

            Oğlancılığın normal karşılandığı tek hapishane Bolvadin idi.

            Genel bilgilerden sonra tek tek mahkum tiplerine geçebiliriz.

1. Hüseyin İçli: Isparta cezaevinde tanıdım, cezası bitmek üzereydi. Birkaç kişiyi öldürmekten idam almış, Yargıtay da onaylamış ve dosya TBMM’ye gönderilmiş. Hüseyin idamlıklar için ayrılan özel bölüme alınmış. O yıllarda idam cezası vardı ama uygulanmıyordu. Ne ki, belli mi olur. Cezanız kesinleşmişse her an ipin ucundasınız. Hüseyin İçli’nin dosyası o komisyondan bu komisyona dolaşırken kaybolur, aramalara rağmen bulunamaz ve sonunda cezası müebbete çevrilir. Hüseyin İçli idamlıklar bölümünden koğuşa çıkınca hayata yeniden başlar. Sigarayı bırakır, yüzü devamlı güler.

            Isparta’da yarı açık cezaevine gitmeden önce konuşmuştum. Sevinç içindeydi. Kadınlar bölümünde Dudu adlı bir mahkum vardı. Kendisini her gün döven kocasını doğramaktan yatıyordu. Onun da cezası bitmek üzereydi. Bir şekilde birbirlerini görmüşler ve uzaktan da olsa ilişkileri sürmüştü. İpten dönen adama gardiyanların da anlayışlı davrandığından eminim. İkisi de tahliye olunca evleneceklerdi.

            Hüseyin İçli o kadar seviniyordu ki, bu kadar olur.

 

            2. Mehmet Tarım: Hayatımda bu kadar dengesiz bir insan görmedim diyebilirim.  Sofrasını hazırladığı ve onun hapishane yemeği dışında az buçuk yemek yemesini sağlayan Hüseyin Kozan da aynısını söylüyordu: “Bir gün yemeği eksik olsun, hemen sana karşı döner.” Dışarıda hızlı tufacıymış. Kendi dediğine göre yakında tahliye olacaktı, ama ben inanmadım. Esrara düşkündü ve Isparta’da da bulamadığı için her yolu deneyerek başka bir hapishaneye gitmeye çalışır ama bir türlü başaramazdı. Bir ara deli raporu almaya bile kalktı.

            Bu tür rapor sadece Mehmet Tarım’ın hayali değildi. Özellikle ağır ceza alacağı belli olan hemen herkes 147 olarak bilinen bu raporu almayı düşünürdü. Raporun öteki adı “psikopat raporu”ydu. İstanbul’da bir doktorlar heyetinin karşısına çıkıyorsunuz. Heyet sizin davranışlarınıza bakıp karar veriyor. 147’lik olduğunuza karar verilirse, iki yıl Bakırköy Akıl Hastanesi’nde bir koğuşta kalıyorsunuz; ardından serbest bırakılıyorsunuz.

            Müebbetlik ya da ağır cezalı birisi için çekici gibi görünüyor, ama işin aslı öyle değildi. Dışarıda iken bir arkadaşımın eşi çalıştığı için o bölümü biliyordum. Oraya sağlam giren bile en azından dengesizleşerek çıkardı. Bunu anlatıyordum ama dinleyen yoktu.

            Ek olarak bu raporu almak son derece zordu. Bu nedenle heyet önüne çıkacak mahkumlar günler öncesinden psikopatlık numaraları düşünürler ve genellikle de inandırıcı olamazlarmış. Bana şöyle bir örnek anlatmışlardı: Heyete çıkan bir mahkum orta yere kakasını yapmış, ardından da bunu yemeye başlamış. Heyetten birisi: “Bırak bunları aslanım, başka numaralar bulun” demiş.

            “Mehmet Tarım, bütün işler kaldı yarım” ise heyete çıkmayı bile başaramamıştı.

            Mehmet Tarım kumar oynamaya düşkündü ve bu huy ona özgü de değildi. Isparta özellikle adli mahkumlar için disiplini sert bir cezaeviydi. Kitap vermekte ve ziyaretçi kabulünde bize bile sorun yaratıyorlardı. İçerde kağıt ve zar yoktu, kumar da kesinlikle yasaktı, ancak insanlar bir şey yapmak istiyorsa bunu önlemek de mümkün değildi.

            İki kumar örneği anlatayım:

            Koğuştaki televizyon köşede ve biraz yüksekte duruyordu. Sağ tarafında pencere solunda duvar vardı. Televizyonda sık sık Avrupa kupalarındaki tanınmış takımların maçları yayınlanırdı. Bilinir, maç başlarken kura çekilir ve takımlar da ona göre sağdaki ya da soldaki kaleyi alırlar.

            Sağdaki kaleyi alan mı kazanacak, soldaki mi kazanacak?

            İşte size heyecanlı bir kumar konusu… Maç sırasında feryat figan edenler mi ararsınız yoksa yastıkları yumruklayanlar mı… Mazgaldan bakan gardiyan mahkumların tuttukları takım için bu kadar heyecanlandıklarını sanırdı, gerçekte ise durum başkaydı.

            Ne ki maç sırasında bahis tutmak kumar tutkunlarını tatmin etmezdi. Haftada bir maç vardı, uzun sürüyordu, heyecanlıydı ama sonuçta haftada bir kereydi.

            Cezaevi avlusu, her taraf beton, duvarlar da yüksek… Çatı kenarlarına kuşlar konuyor ve volta atan iki kişi hemen bahse giriyor: Önümüzdeki on dakikada buraya kaç kuş konacak? Bilen parayı alıyordu.

            Kumarın inanılmayacak kadar yolu vardı ve her şey için sonuçta kumar oynanabilirdi.

 

            3. Ali Kaskalan: 50 yaşlarında diğer mahkumlara göre daha yaşlı bir adamdı. Hırsızlıktan yatıyordu ama değişik bir hırsızdı. Hırsızların önemli sorunu çalınan malı satmaktır. Harsız genellikle iş üzerinde yakalanmaz, malı satarken yakalanır. Ali’nin dışarıda çetesi vardı ve şöyle bir yol bulmuştu: çalınan mal (genellikle kumaş ve giyim eşyası) sanki onun eşyasıymış gibi hapishane yönetimine veriliyordu. Ali de bu malı içerde diğer mahkuma uygun fiyatla satıyordu.

            Kimin aklına böyle bir yöntem gelir?

           

            4. Mustafa Püsküllü ya da sellümcü: Sellüm Arapça merdiven demektir. Mustafa bir arkadaşıyla birlikte küçük motoruna atlar ve gözüne kestirdiği evin balkonuna merdiveni dayarmış. Evde bulduklarını aldıktan sonra yine merdivenle iner, motora biner ve uzaklaşırlarmış. Bana anlatıyordu: “Bir gün ne oldu, biliyor musun? Evde iyi ganimet bulduk, hepsini topladık. Balkona geldik ve bir de baktık ki merdiven yerinde yok, aşağıda da polis bekliyor.” Çok dayak yemiş ama bir sürü olayı kabul etmemiş, yakında tahliye bekliyordu.

5. Hayati Taş ya da aynacı: Böyle bir soygun yöntemi olabileceğini düşünemezdim. Hayati birkaç arkadaşıyla birlikte Toros dağlarının virajlı yollarında uygun bir yerde ellerinde aynayla bekliyorlar. Karşıdan genel minibüs şoförünün gözüne ayna tutuyorlar, minibüs şarampole yuvarlanıyor. Hayati ve arkadaşları da çoğu baygın ya da yaralı yolcuların üzerlerindeki bütün değerli eşyaları alıyorlar.

            “Kaç kişi yaralanıyor ve belki de ölüyordu. Bu da yapılır mı?” dediğinizde Hayati, “Biz büyük olmayan şarampolü seçiyorduk, bir şey olmuyordu” diyordu.

 

            6. Kedici: İnanılmaz bir hırsızlık türü, o kadar ki, hırsızlık masası polisi bile şaşırıp kalmış.

            Halılar temizlenmek için evin balkonuna asılır ve bir süre orada kalır. Halı bir ya da ikinci katın balkonunda ise kediciye gün doğmuş demektir. Büyücek bir kedi yakalar, bu konuda ustadır ve kediyi hızla balkona fırlatır. Kedi düşerken can havliyle halıya tutunur ve onun ağırlığıyla halı da aşağıya düşer. Kedici halıyı alır ve gider.

            Hakimin de ceza verirken şaşırdığını tahmin ediyorum. Eve girilmeden evdeki halı çalınıyor. Değişik bir hırsızlık, haneye tecavüz söz konusu değil…

            7. Tırnakçılık: Duruma göre uygulanan acayip bir hırsızlık türü. Önemli bir ustalık gerektirdiği için fazla insan tarafından yapılamıyor.

            Mahkumlar arasındaki alışverişlerde paranın iki kere sayılma nedenini bilmezdim. Diyelim karşınızdaki size yüz lira verecek ve on tane on lirayı yere sayıyor. Parayı alacak olan parayı yeniden sayıyordu. Bunun nedenini öğrenmek istediğimde bir İstanbul mahkumu cebinden para çıkardı: on tane on lira ve tek tek yere sayarak önüme koydu.

            “Bir de sen say,” dedi.

Saydım, yüz değil, doksan lira…

Dikkatle sayılan paraya bakmama rağmen bu nasıl olmuştu, anlamadım.

Büyük bir hüner… Onluklardan bir tanesi sayılıp yere bırakılırken sağ elin serçe ve yüzük parmağı arasına alınıp büyük bir hızla gömlek kolundan içeriye atılıyordu. Bunu bilen mahkum da parayı daima iki kere sayıyordu.