Şuanda 165 konuk çevrimiçi
BugünBugün4721
DünDün3402
Bu haftaBu hafta12445
Bu ayBu ay12445
ToplamToplam10480869
eskiyi kaşımak... PDF Yazdır e-Posta


Bugününüz zayıfsa, geçmişe sığınmaya özellikle istekli olursunuz.

Zayıf olduğunuz oranda gerilere gidersiniz.

Tarih sürekli yeniden yazılan bir süreçtir ve geçmiş, bugünün ihtiyacına göre sürekli yeniden değerlendirilir.

Objektif olmak, tarihi uydurmamak ve sürekli olarak bugünün ihtiyaçlarına uygun duruma getirmemek gerekir.

Bunun da garantisi bugünde –diyelim son 20-30 yılda- var olmaktır.

Bugününüz varsa, geçmişe sığınmaya ihtiyaç duymazsınız.

Geçmiş herkeste olduğu gibi sizde de vardır ama sizi asıl ilgilendiren bugündür.

Ve bugün her durumda geçmişin devamı olarak görülemez çünkü aynı geçmişten çok farklı bugünler çıkabilir.

Bu nedenle, tarihte projeksiyon yapmak ve “şöyle olsaydı böyle olur muydu, bugün çok farklı durumda olur muyduk” diye düşünmek yerine, bugünde daha fazla var olmak için çaba göstermek doğru olur.

Soruyu kendi tarihimize yönelik olarak soralım:

Osmanlı’ya sığınmak, zaman içinde sürekli artan bu yönelim bizde ne zaman ortaya çıktı?

Osmanlı İmparatorluğu’nun yüceltilmesi Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçtaki kuruluş anlayışına uymaz.

Üç kıtaya yayılmış imparatorluk ömrünün son 150 yılında büyük bir hızla küçük bir alana sıkışmış, egemenlik alanlarını sürekli kaybetmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçtaki amacı imparatorluktan farklı bir devlet ve halk yaratmaktı. Bunun için de iddialı projeleri vardı.

Bu projedeki ağır hatalar üzerinde durmayacağım.

Sonuçta, “muasır medeniyet seviyesine ulaşacağız” olarak da ifade edilen Cumhuriyet’in büyük amacı başarısızlıkla sonuçlandı.

Osmanlı’nın yüceltilmesi ve artan oranda geçmişe sığınmaya yönelik bunun ardından başlar.

Cumhuriyet döneminde imparatorluk özlemi her zaman vardı, ama ön planda değildi.

Osmanlı’yı övmeye kaktığınızda fazla ileri gidemezdiniz.

Osmanlı’nın başarılarını saymaya kalkarsanız, karşınızdaki de başarısızlıklarını sayardı.

Osmanlı Rönesansı yaşayamamış, Batı’nın artan oranda gerisinde kalmış, sadece askeri reformlar yaparak aradaki açığı kapatabileceğini sanmış ve çürümüş bir imparatorluk olarak yıkılmıştı.

Osmanlı’ya, ecdadımıza sığınmaya yönelim Turgut Özal zamanında açık olarak başlar. Başka bir deyişle Cumhuriyet projesinin iflas ettiğinin açık olarak ortaya çıkmasından sonra başlar.

Cumhuriyet dışarıya bağımlı olmayan bir ülke yaratmak konusunda; imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle oluşturmak konusunda; herkesi Türkleştirmek konusunda açık olarak başarısız olmuştur.

Osmanlı’ya sığınmak ve o dönemin sadece başarılarına sığınmak esas olarak bundan sonra başlar.

Bu gelişme birdenbire ortaya çıkmaz, önceki dönemde kökenleri vardır.

Benim kuşağımdakiler lise tarih eğitiminde 1453 yılında İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesinin aynı zamanda Ortaçağ’dan Yeniçağ’a geçiş demek olduğunu öğrenmiştir.

Gerçeklikle ilgisi yoktur.

En parlak döneminde bile Rönesans ile ilgilenmeyen, İtalya’daki kent devletleriyle ilişkisi savaşmaktan öteye gitmeyen, tarihin trenini çoktan kaçırdığını anlayınca da askeri reformlar yoluyla ona yetişmeye çalışan ama başarılı olamayan Osmanlı…

Osmanlı’ya sığınmanın son örneğini Yavuz Sultan Köprüsü’nde görüyoruz.

Üçüncü boğaz köprüsünün adı üzerinde yapılan tartışmalar iki tarafı kesen bıçak gibidir.

İlk Osmanlı padişahları katı Sünni değildi, Bektaşiliğe daha yakındı.

Yavuz Selim, İran’daki Türkmen Alevisi olan Şah İsmail ile olan kavgasında, Anadolu’da yaşayan çok sayıda Aleviyi öldürür. Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını kazanarak Mısır ve bugünkü Suudi Arabistan’daki kutsal kentlere kadar geniş bir alanı imparatorluğa katar.

Osmanlı’da Sünniliğin egemen duruma geçmesinin de temsilcisi sayılır.

Yavuz Selim’i babasını zorla tahttan indirmekle, Anadolu’da yaptığı Alevi kırımı ile, despotluğuyla eleştirmenin büyük bir anlamı bulunmuyor.

O dönemin krallıklarında, padişahlıklarında bu tür olaylar vardır.

Gücün böylesine tek elde yoğunlaştığı her yerde, o gücü elde tutmak için her yönteme başvurulur.

Anadolu’daki mezhep savaşlarının tarihini Batı’daki Katolik-Protestan savaşlarının tarihiyle karşılaştırarak incelemekte yarar vardır.

1572 yılında Fransa’da birkaç gün içinde çok sayıda Protestanın öldürüldüğü St. Barthelemy katliamı, 1618-1648 yılları arasında çok sayıda Avrupa devletinin katıldığı 30 yıl savaşları (Katolik-Protestan çelişkisi önemli yer tutar) bunun örnekleridir.

Katoliklikle Protestanlık arasında farklılıklar bugün de bulunuyor, ama bunlar çatışmaya yol açmıyor.

Geçmiş açıkça konuşulmuş, Papa bile özür dilemiş ve sorunlar artan oranda çözülmüş…

Birlikte yaşanılabiliyor.

İslam’da iç savaş sürerken Hıristiyanlıkta iç savaş geride kalmıştır.

Bizdeki sorun, bu savaşı bitirmek, sorunları çözmek değil, sorunları kaşımak ve bu amaçla da geçmişin işine gelen yanını öne çıkarmaktır.

Yavuz Sultan Selim, AKP’yi bugünkü açmazlarından kurtaramaz.

Yavuz Sultan Selim aslında kimseyi kurtarmaz…

Osmanlı ordusunun vurucu gücü Yeniçerilerdi ve bunların arasında da Bektaşilik yaygındı.

Alevi katliamında ve Şah İsmail’e karşı savaşta bu güç önemli rol oynamıştır.

Şaşırtıcı değildir ve bu örnek sonuncusu da değildir.

Anadolu’daki Kürt isyanlarının bastırılmasında cumhuriyet ordusuyla birlikte davranan Kürtlerin de rolü olmadı mı?

PKK ile savaşta Kürtlerden oluşan korucular da önemli rol oynamadı mı?

Bütün mesele geçmişe takılıp kalmamak, geçmişi kaşımamak ve geçmişe uygun çözüm bulmaktır.

Nietzsche’nin güzel belirlemesiyle; gelecek de en az geçmiş kadar bugünü belirler.

Eklemek gerekir: geleceğe bakarsanız böyle olur, esas olarak geçmişe bakıp onu kaşımakla yaşarsanız böyle olmaz.

Birlikte yaşayabilecek miyiz ve bunun için hangi sorunları çözmemiz gerekir?

AKP kendisine öncelikle bu soruyu sormalıdır; çünkü birlikte yaşamak bir tarafın değil, ilgili bütün tarafların istemesiyle mümkündür.