Şuanda 45 konuk çevrimiçi
BugünBugün4612
DünDün3402
Bu haftaBu hafta12336
Bu ayBu ay12336
ToplamToplam10480760
Barışın dikenli yolu... PDF Yazdır e-Posta


Üç önemli gelişme oldu.

Birincisi: Başbakan birkaç günlüğüne değişik ülkeleri ziyarete gitti.

Ülke içindeki durumu gerekçe göstererek ziyareti erteleyebilirdi, ama gitti.

Hemen ardından Başbakanın yerine vekalet eden Bülent Arınç ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül gerginliği yumuşatmaya yöneldiler.

Herkes gerginliği tırmandıranın Başbakan olduğu konusunda birleşiyor.

Hükümet Başbakan’ın daha iyi denetlenmesine mi karar verdi, bakalım göreceğiz.

Başka ülkelere gitmenin ertelenmemesi ve hemen ardından AKP’nin önemli isimlerinin durumu yumuşatmaya yönelmeleri böyle bir ihtimali akla getiriyor.

Bir süre sonra hükümetteki bazı bakanlar değiştirilirse şaşırmamak gerekir.

Başbakan hırçın tutumuyla, tepeden bakan tavırlarıyla, insanları azarlamasıyla olayların tırmanmasına ve AKP’nin önemli zarar görmesine neden oldu.

İkincisi: Cumhuriyet tarihinin en büyük kitle eylemi gerçekleşti. Büyük ölçüde kendiliğinden gelişen bu eylemin öncüsü ya da belirgin bir örgütü yok. Olayların merkezi olan Taksim’deki kitle büyük oranda gençlerden, 1990’lı yıllarda doğanlardan oluşuyordu.

15-16 Haziran 1970’deki işçi direnişinde bile olaylar ve çatışmalar İstanbul ve İzmit’in dışına çıkmazken, bu kez çok sayıda kente yayıldı.

Bu ülkede artık yeni bir politik özne var.

Büyük oranda örgütsüz ve kendiliğindenci yönü ağır basan bir hareket olması, yeni bir politik öznenin varlığını ortadan kaldırmıyor.

Batı ülkelerindeki 1968 hareketi de büyük oranda kendiliğinden gelişmiş, toplumun önemli bölümünü etkilemiş ve somut örgütlenmeler daha sonra şekillenmişti.

Üçüncüsü: TGB ve İşçi Partisi’nin bu eylemde öncülüğü ele geçirmesi söz konusu değildir. Küçük ve aşırı provokatif bir yapıya sahip olan bu örgütlerin eskisine göre güçlenmesi söz konusu olmakla birlikte, bunların gürültüsüne gerekenden fazla önem vermemek gerekir.

Bu örgütler 1990 kuşağını örgütlemek için ellerinden geleni yapacaktır ve burada büyük bir tehlike bizi beklemektedir.

Ulusalcılarla, TGB ve İP’lileri aynı görmek ve hepsini ırkçı olarak nitelendirmek yanlıştır ve son derece tehlikelidir.

Mustafa Kemal resmi taşımak, İstiklal Marşı ve Türk bayrağı meraklısı olmak kendi başına insanları ırkçı yapmaz. Kürt düşmanı yapmaz.

TGB ve İP’in de aynı sembolleri kullanmasından hareketle, “bunların hepsi aynıdır” sonucuna varmak yanlış olur.

Unutmayalım ki, bu örgütler Deniz Gezmiş’i de kullanıyorlar.

Kendilerini çok gibi göstermek için her şeyi kullanıyorlar.

Bu çabalarında onlara yardımcı olacak tutumlar geliştirmek herhalde bize düşmez.

Bu ekipte kadro olsaydı Adalet Partisi’nden geri kalanlara kadar düşmezlerdi.

Ulusalcılık genel bir tanımlamadır ve kendi içinde farklı anlayışları barındırır.

Bu anlayışları birbirinden ayırmasını öğrenmemiz gerekiyor.

Ulusalcılar arasında Kürtlerin taleplerine olumlu yaklaşanlar az değildir.

“Kendi bayrağımı taşıyorum, kendi dilimi konuşuyorum ve aynısı Kürtlerin de hakkıdır.”

Saldırgan, provokatör bir kesime bakarak bütün ulusalcıları bunlar gibi görmek doğru değildir.

Türk bayrağının olduğu, İstiklal Marşı’nın okunduğu, Mustafa Kemal fotoğrafının taşındığı her yerde TGB ve İP egemenliği aramak, tam da bu örgütlerin yaratmaya çalıştığı imajdır.

Çok sayıda gencin nasıl bir eğitimden geçerek yirmili yaşlara geldiğini biliyoruz.

Yıllardan beri sürdürülen şovenist propagandayı da biliyoruz.

Bu gençlerin değişeceklerini, Kürtleri daha iyi anlayacaklarını düşünmek gerekir.

En azından İstanbul’daki o büyük hareketlilik içinde ortaya çıkan etkilenmelerin öykülerini okuyoruz.

“İstanbul’da bize bunu yapan polis, Diyarbakır’da kim bilir neler yapmıştır.”

“Eskiden Kürtlerin anlattıklarına inanmazdım. Şimdi ise az bile anlatmışlar diyorum.”

“Kürtleri yanlış tanımışım!”

Birkaç örnekten hareket ederek büyük genellemelere gitmek doğru değildir, ama şu da açıktır: BDP ve genel olarak Kürt halkı eylemleri desteklediği ve içinde yer aldığı oranda insanların görüşleri değişmiştir.

Bayrağı, İstiklal Marşı’nı ve Mustafa Kemal’i sevebilirler.

Kürtlere düşman olmadıktan ve hatta takdir etmeye başladıktan sonra sevsinler, kime ne zararı var!

Yeni bir politik özne Cumhuriyet tarihindeki en büyük halk hareketine yol açarak ortaya çıktı. Örgütsüz ve tepki temelinde şekillenmiş olabilir, ama vardır.

Politik güçler dengesinde bu öznenin dikkate alınması gerekir.

Bu özne bilinen bazı kalıplara sığmıyor.

Örgütlü değil ama büyük bir halk hareketine neden oldu.

Hareket söndüğünde bile etkileri ortadan kalkmayacaktır.

Burada ortaya çıkan büyük soru şudur:

Politik çözüm ve barış artık daha mı zor?

Politik çözüm konusunda önemli adımlar atmaya istekli olmayan hükümet zayıfladı.

Bunun anlamı şudur: Bundan sonra adım atması daha zor olacaktır.

Politik çözüme yönelik itirazlar ve engellemeler daha fazla olacaktır.

Buna karşı ne yapılabilir?

Taksim’den çok sayıda kente yayılan olaylar politikadaki önemli bir ilkeyi yeniden gösterdi:

Ne yapıldığı kadar ne zaman yapıldığı da önemlidir.

Bugün bir şey yaparsınız, anlamı vardır; bir hafta sonra ise eski anlamını kaybeder.

Cumhuriyet tarihinin en büyük kitle eylemiyle ilgili olarak önderlik konusunu konuşmak için artık çok geç… Bu konuda bir hafta önce karar verip harekete geçmek gerekiyordu.

Sırrı Süreyya Önder ve Ertuğrul Kürkçü’nün çabası BDP’nin bu halk hareketindeki varlığını görünür kılabilmesi için yeterli olmadı.

HDK da vardı, ama oldukça yetersiz kaldı.

Yeni bir döneme doğru gidiliyor ve bu dönemde eski yetersizliklerden kurtulmak gerekir.

İnsanlar daha fazla demokrasi istiyor…

Başbakan tarafından sürekli azarlanmayı, hayat tarzlarına sürekli karışılmasını istemiyorlar.

Dikkate alınmak istiyorlar, isteklerinin dinlenmesini istiyorlar.

Barışçı eylemlerine karşı şiddet kullanılmasını reddediyorlar.

Başbakan Erdoğan bu ülkede merkeziyetçiliğin azaltılması, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi konusunda kendi şahsında harika bir örnek sundu.

Kim bu kişi diye sorarsanız, cevabı uzundur:

Nüfus planlamacısı (en az üç çocuk sahibi olun), mimar (Taksim Meydanı’na ne yapılacağına karar veriyor), herkesi azarlayan iyi bir hatip, uzman polis (eylemlerde dış tahrik var) ve daha sayılabilir…

Şunu sormak bile yeterlidir:

Recep Tayyip Erdoğan başbakan mıdır, İstanbul Belediye Başkanı mıdır, yoksa ikisi birden midir?

Neden her şeye karışıyor?

Önemli olan kendisinin niyeti değil, aşırı merkeziyetçi sistemin buna uygun olmasıdır.

İnsanlar yaşadıkları çevreyle ve kendi hayatlarıyla ilgili kararları kendileri almak istiyor.

Bunun çaresi merkeziyetçiliğin azaltılması, yereldeki özerkliğin artırılmasıdır.

Bu aynı zamanda insanların alınan kararlara her kademede daha fazla katılması demektir.

İstenilen budur ve bunu en iyi savunan da BDP’dir.

Hükümet içine girdiği krizi ancak demokratikleşme hamlesiyle aşabilir.

Bunu kendisinin yapmayacağı ve bu yönde zorlanması gerektiği görülüyor.

İstemek bir şeydir, yapabilmek ise başka bir şeydir.

İsteklerimiz üzerinde değil de bu isteklerin nasıl yapılabilecekleri üzerinde yoğunlaşmakta yarar bulunuyor.

Yapabildiğimiz oranda, demokratikleşme gerçekleştirilebildiği oranda politik çözümün ve kalıcı bir barışın yolu kolaylaşacaktır.