Şuanda 93 konuk çevrimiçi
BugünBugün4655
DünDün3402
Bu haftaBu hafta12379
Bu ayBu ay12379
ToplamToplam10480803
İşçi sınıfı kimi kurtarır? PDF Yazdır e-Posta


Her teorinin alameti farikası denilebilecek temel bir özelliği vardır. Marksizm için bu özellik, işçi sınıfının tarihteki rolüdür. Kapitalizmin sonunu getirecek olan müttefikleriyle birlikte işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı iktidar mücadelesinde öncü güçtür.

Marx’a göre işçi sınıfının kendisini kurtarması ancak kapitalist düzeni alaşağı etmesiyle ve bu yolla da bütün insanlığı kurtarmasıyla mümkündür.

Komünist Manifesto 1848’de yayımlandı ve aradan 165 yıl geçti.

Tek ve kısa sürmüş olaylardan genellemeler yapmak doğru değildir, ama 165 yıl uzun bir süredir. Gerçekte sadece 20. yüzyıla bakılsa, 1917-1991 arasındaki 74 yıl bile değerlendirilse yeterlidir.

İşçi sınıfı gerçekten de tarihte kendisine biçilen rolü yerine getirebilmiş midir?

1848 devrimlerindeki rolleriyle Manifesto’ya girmiş işçi sınıfı, daha sonra benzeri yönde davranabilmiş midir?

Marx, sosyalist devrim işçilerin kendi eseri olacaktır, der.

20. yüzyılın başında bunun böyle olamayacağını, işçilerin kendiliklerinden ancak sendikal bilince ulaşabileceklerini ilk olarak Karl Kautsky gördü. İşçi sınıfı kendi yaşam koşulları içinde sosyalist olamazdı. Bu nedenle sosyalist bilinç işçilere dışarıdan götürülmeliydi. Lenin bu anlayışı geliştirdi ve Çarlık Rusyası koşullarına uyguladı.

Miladi takvimle 7 Kasım 1917’de Ekim devrimi gerçekleşti. Bu devrim sadece yarı feodal bir ülkenin iki kapitalist kentinde (Petograd ve Moskova) gerçekleşmesi yönünden değil, işçi sınıfının devrimdeki rolü yönünden de Marx’ın öngörülerine uymaz. Gramsci, bu nedenle, Ekim devrimi için, “Kapital’e karşı devrim” belirlemesini yapmıştır.

İki kentte işçi sınıfı askerlerle birlikte (bunlara köylüler demek doğru olur) iktidarı ele geçirir. Devrim iktidar anlamında sosyalisttir, alt yapıda yerine getirdiği görevler açısından ise demokratik bir karakter taşır. Devrim savaşa son verir ve toprak devrimini gerçekleştirir. Toprak devrimi demokratik devrim kapsamındadır.

Lenin, köylülüğü müttefik olarak kazanabilmek için, onların başlıca temsilcisi olan Sosyalist Devrimciler’in programını kabul eder. Ya da köylülük Ekim devriminde stratejik bir müttefiktir, onun katılımı olmasaydı işçi sınıfı küçük bir azınlığı oluşturduğu Çarlık Rusyası’nda devrim yapsa bile iktidarı elinde tutamazdı.

Ekim devriminde bile köylülüğün ve sosyalist aydınların önemli rolü vardır.

Çin devriminde ise işçi sınıfı yoktur denilebilir. 1925 yılında marksist teoriye uygun olarak işçiler iki sanayi merkezi olan Kanton ve Şanghay’da ayaklanırlar ve bu isyan Komüntang tarafından vahşice bastırılır. Komünistler kırsal alana çekilirler.

Bu dönemle ilgili yazılarında Mao, devrimi yürüten asıl gücün köylülük olduğunu yazılarında belirtir. Burada söz konusu olan –Mahir Çayan’ın belirlemesiyle- proletaryanın ideolojik öncülüğüdür. Fiili önderlik söz konusu değildir.

Vietnam, Laos, Kamboçya’daki devrimler de benzer özellik taşır.

İkinci Dünya Savaşı sonlarında Kızıl Ordu’nun doğu ve orta Avrupa’yı işgal etmesiyle bu ülkelerde komünist partiler iktidara gelir. İki ülkede –Bulgaristan ve Yugoslavya- önemli bir iç mücadele dinamiği vardır. Bu iki ülkede de köylülük belirgin olarak ağır basmaktadır.

Küba ise dışa bağımlı kapitalist bir ülkedir. İşçi sınıfı gelişmiştir. Ne ki, devrimin başlayıp geliştiği yer küçük köylülüğün toprak sorunu nedeniyle büyük toprak sahipleriyle (latifundista) sürekli çatıştığı Sierra Maestra’dır. Aydın küçük burjuvazi ve köylülük devrimin başlatan ve geliştiren güçtür. İşçi sınıfının rolü devrimin son aşamasındadır.

1960’lı yıllarda Afrika ülkelerindeki sömürgeciliğe karşı devrimlerde de işçiler –kentlerde var olsalar bile- devrimde hemen hiç rol almazlar. Cezayir’de Frantz Fanon, sömürge ülkelerde işçi sınıfının ayrıcalıklı bir yere sahip olduğunu ve bu nedenle de devrimin asıl yükünü köylülerin taşıdığını belirtir.

20. yüzyılda gerçekleşen hiçbir devrimin işçi devrimi olduğu söylenemez. İşçilerin yanı sıra köylüler ve sosyalist aydınlar 20. yüzyıl devrimlerinde önemli rol oynamışlardır.

Tersinden bir başka örnek vereyim:

İşçi sınıfı sendikasını savunuyor ve bu amaçla yasadışı ilan edilse bile greve gidiyor. Köylüler işçileri destekliyorlar. Aydınlar da işçilerin öncülüğünde hareket ediyor, işçi mücadelesinin gelişme aşamasına uygun olarak kendileriyle ilgili alanlarda yoğun faaliyet gösteriyorlar.

İşçileri zor yoluyla bastırmak isteyen iktidar bir süre sonra güçsüz kalıyor ve uzlaşma yolunu seçiyor. Hükümet taviz üzerine taviz vermek zorunda kalıyor ve işçi sınıfı önderliğindeki mücadele hükümetin devrilmesiyle ve giderek rejim değişikliğiyle sürüyor.

Bu ülke neresi derseniz, Polonya’dır. Sendika da Dayanışma Sendikası’dır.

20. yüzyılın önde gelen işçi mücadelelerinden birisi Polonya’da gerçekleşti, ama kapitalizme karşı değil, reel sosyalizme karşı…

Rejimin adına ister reel sosyalizm deyin isterseniz başka türlü isimlendirin, fark etmez. Reel sosyalizmden Batı’ya bağımlı kapitalizme geçildiğinden sonraki yıllarda işçilerin durumu kötüleşti, ama büyük grev dalgalarına rastlanmadı. Grevler olmadı değil, ama hükümetleri zor durumda bırakacak oranda değil…

Büyük grev dalgaları gelişmiş ya da bağımlı kapitalist ülkelerde görüldü. Örneğin Fransa ve Yunanistan…

Yunanistan, İspanya, İtalya ve Portekiz’de genel grev yapıldığı zaman bizdeki sosyalistler aşırı umutlara kapılıyor ve bu grevlere gereğinden çok fazla değer veriyorlar. Evet, söz konusu olan önemli bir eylemdir. Bizde genel grev yasaktır ama bu ülkelerde serbesttir. Bu grevlere yüz binlerce işçi katılır ama sol partilerin aldıkları oy, greve katılanlardan azdır, bazı ülkelerde hayli azdır. Bu ülkelerde genel greve katılmakla sağ partilere oy vermek birbiriyle çelişmez.

Fransa’da ırkçı parti Front National’ın oy depoları arasında eski işçi kentleri de bulunmaktadır.

Venezuela’da Chavez iktidarının ilk yıllarında ülkenin en önemli üretimi olan petrol alanında rafineri işçileri iktidara karşı sürekli grev yaparlardı. Sanırım hatırlayanlar vardır.

Sonuç olarak, 20. yüzyıl küresel bir kurtarıcının bulunmadığını, işçi sınıfının tarihte kendisine atfedilen rolü oynayamayacağını yeterince gösterdi. Sosyalist aydınlar ve köylülük olmadan (kapitalist ülkelerde yoksul ve küçük köylülük olmadan) işçi sınıfı iktidara karşı önemli bir etkinlik gösteremedi.

İşçi sınıfı genel bir öznenin adıdır ve bu özne bütünsel değildir. Kendi içinde çok sayıda katmana ayrılır ve bu katmanların da genellikle birbirleriyle çelişki içinde oldukları görülür. İşçilerin nüfusun çoğunluğunu oluşturması, o çokluk birlikte davranamadıkça ve birbirine karşı oldukça fazla anlam taşımaz.

Hardt ve Negri İmparatorluk adlı kitaplarında ABD’li sanayicilerin işçi alırken hangi ülkeden hangi oranda göçmen işçi alınacağını hesaplayarak hareket ettiklerini örneklerle anlatır. Önemli kültürel farklılıkları olan işçiler farklı ülkelerden seçilerek fabrikaya alınırlar. Bu işçiler kısa sürede kendi aralarında gruplaşırlar ve kendi dışlarındakilere genellikle düşman gözüyle bakmaya başlarlar.

Benzeri örnekler Avrupa ülkelerinde de fazlasıyla görülmüştür.

Aynı gelişmeyi Türkiye’de de görebiliyoruz. Bazı sosyalistler “işçileri milliyetine göre bölmemek gerekir” diyorlar. Şunu anlamıyorlar: Türk ve Kürt işçiler biz öyle söz ettiğimiz için bölünmüyorlar. Bölünmüşlük zaten var, biz var olanı belirtiyoruz. Biz öyle söylediğimiz için öyle olmuyor, biz olanı söylüyoruz.

İşçi sınıfı içindeki bölünmeler tarih boyunca var olmuş ve ABD örneğinde görüldüğü gibi de sık sık bilinçli olarak kullanılmış. Var olan bu gerçeği susarak geçiştirmek kişinin kendisini kandırmasından başka sonuç vermez.

Bugünün dünyasında kapitalizme karşı mücadele ya da anti kapitalizm (sosyalizm demiyorum çünkü anti kapitalizm daha farklı bir kapsama sahiptir ve başka bir yazıda ele alacağım) tekelci burjuvazi ve ortakları dışında herkesin sorunudur. Bu ortakların kapsamı ülkelere göre değişebilir ve içinde işçiler de olabilir, şaşırtıcı değildir.

İşçi sınıfını merkezine alan örgütlenmelerin başarı şansı bulunmuyor çünkü bu sınıfın özel bir devrimci potansiyeli yoktur.

İşçi sınıfının anti kapitalist mücadelede önemli yeri vardır, ama aynı önemli yer nüfusun tekelcilik ve ortakları dışındaki öteki katmanları için de geçerlidir.

Ülkelere göre değişiklikler olabilir ama dünya çapında genel olarak bakıldığında işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelede merkezi bir yer tutması mümkün görünmemektedir.

20. yüzyıl tarihi bunu yeterince göstermiş durumdadır.