Şuanda 260 konuk çevrimiçi
BugünBugün5662
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13386
Bu ayBu ay13386
ToplamToplam10481810
Kimlik ve Türk kimliği PDF Yazdır e-Posta


“…

Zamanı değil mi artık

Açılsın bu pencere, açık açık açık

Yağsın gökyüzü oradan

Kendi kimliğinin ölüm namazım

Kılsın insan inleyerek

…“

 

Füruğ – Sonsuz Günbatımı

 

   Aynaya bakınca kendini halkını ve uzun zaman bakabilirsen eğer, insanlığı göreceksin. “Sakın korkma“, demek gerekmez, çünkü ancak ne göreceklerini azçok bilenler bakabilir oraya. Bakmak ve görmek ayrıdır. İnsan kafasındakini de görebilir sadece. Bildiğini bulur ve gerçekten bulmuş olduğunu sanır. Kendini aldatma veya inandırma konusunda insanda sınır yoktur.

   Her çelişki barınabilir insanda, kimliksizken kendini başka türlü sanabilir ya da kimlik sahibi olabilmek adına kişiliksizleşebilir. İnsanda alçalmanın da sınırı yoktur.

   İnsan kendini anlamayı ve teorileştirmeyi ancak bir sınıra kadar götürebilir, ötesine geçemez. Bu nedenle, insanlığın eylemini açıklamaya çalışan en iddialı teoriler bile bir noktadan sonra inandırıcılıklarını yitirir hatta durumu kavrayamaz olurlar. İnsanı en iyi anlatan edebiyattır ve o, insanlığın bilinmeyen durumlarını insanla ilgili bilimlerden yıllar önce ifade eder.

   Kimlik konusunun bir noktadan sonra belirsizleşmesi doğal karşılanmalıdır. Orası insanın kendi hakkındaki bilgisinin de belirsizleştiği yerdir.

   Kimlik sorunu çeşitlidir.

 

   Büyük Kimlik Sorunu

   Buna insanlığın kimliği de denilebilir. Dünya için “büyük insanlık“ vardır ama aynısının evren için geçerliliği kuşkuludur. Şimdiki bilgi düzeyine göre insanlık evrende yalnızdır. Güneş sisteminde yalnızlığı kesin sayılır ve evrenin bilinebilen diğer bölümünde de hayat belirtisi henüz görülememiştir.

   O evren ki -mevcut en geçerli teoriye göre- sürekli genişlemektedir, hakkında sürekli yeni bilgiler edinilse de bircok yönüyle henüz bilinmemektedir. Evrende sayısız denilebilecek kadar çok gezegenden biri olan dünyadaki insanlığın, o büyük genişlik içinde herhangi bir önemi yoktur. Yine de “büyük kimlik sorunu“nun henüz bulunmadığı söylenebilir. İnsanlık tektir, karşısında kendinden farklı bir canlı türü bulunmadığından genel olarak kendini sorgulamak sorunu yoktur. Gelecekte başkalarıyla karşılaşırsa eğer, değer yargılarının sarsılacağı ve ciddi bir kimlik krizinin ortaya çıkacağı söylenebilir.

   İnsanlık bütün değildir, içinde büyük farklılıklar taşır. Böyle bir olası karşılaşmada tarih, şimdiki hayat, gelecek ve evren anlayışının büyük değişim geçirmesi gerekeceğinden, değişik bileşenlerin tümü azçok etkilenecektir.

 

   Küçük Kimlik Sorunu

   Bireyle ilgilidir. Bireydeki kimlik sorunu çeşitli içeriklerde ortaya çıkabilir. Bütün ülkelerde ve her çeşit insanda ortaya çıkabilecek olanı -bu anlamda en geneli ama az rastlanılanı- hayatın üzerinde kafa yormaktır. Bireyin hayatının bir sonu olduğuna göre, bu hayat ne için yaşanacaktır? Soru aynı zamanda bireyin nasıl bir kimlik istediğiyle de yakından ilgilidir. Hayatın amacının olması gerekir mi? (Amaca ulaşmak ayrı bir sorudur ve Hermann Hesse’nin sorusuyla, “Amaçlar onlara ulaşmamız için mi vardır?“)

   Dünyanın neresinde olursa olsun normal bir bireyin hayatı şöyledir: Ekonomik koşullara göre çocukken veya daha geç başlayacak günlük “hayat kavgası“ denilen uğraş içinde daha iyi yaşamaya çalışmak; bunu yaparken evlenmek, çocuklarını büyütmek, işinde başarılı olmaya çalışmak; ihtiyarlığında rahat etmek ve bu uğraş içinde mutlu olmak. Toplumsal gelenekler ve rejimler değişik olabilir, ama insanların büyük çoğunluğu kabaca böyle bir hayatı yaşar ve onun verdiği kimliğe sahip olur. Bu aslında toplumun geçmişte ve günümüzde insana verdiği ve “normal“ olarak da adlandırılabilecek olan kimliktir.

   “Bu hayatın anlamı nedir, ne için yaşayacağım?“ diye soran insan, buna nasıl bir yanıt verirse versin, kendisine verilen (daha doğrusu dayatılan) kimliği, normal olanı kabul etmeyen, normal dışını seçen, hayatına kendince bir anlam vermeye çalışırken başka bir kimliği de arayan insandır.

   İnsanın kimliğinin oluşmasında başkalarının büyük payı vardır ve bu ortadan kaldırılamaz. Kendine dayatılan kimliğe karşı çıkan insan, aynı zamanda, kimliğinin oluşumunda kendi payının daha fazla olmasını isteyen insandır.

   İnsan başka bir kimliği bulur (oluşturur) veya bulamaz. Bazan aramanın kendisi kimlik olur. Her durumda kendine yeni bir kimlik arayan insan, aynı zamanda kendine karşı da isyan eden insandır. Sadece normal’i dayatan topluma değil, belirli bir yasa kadar o normal tarafından eğitilmiş, oluşturulmuş kendine karşı da isyan eder. İsyan belirli bir birikimi, reddedilmek istense bile sahip olunmuş. Verilmiş ve normal gibi görünen bir hayat anlayışını, kimliği gerektirir. İsyan, isyan edileceğinin azçok oluşmasından sonra ortaya çıkabilir.

   Yeni bir kimlik arayan insan kısa sayılamayacak bir dönem kendisiyle uğraşmak zorundadır. Bu uğraş bazan hiç bitmez; bitmesi, insanın yeni bir kimliğe ulaşması, eskinin izleri olsa bile onu kendinde hakim kılması, rastlantılara, entellektüel yeteneklere ve hepsinden önemlisi amaçtaki açıklığa bağlıdır. Dayatılanı reddediyorsun, neyi istemediğini biliyorsun, ama bu ne istediğini bilmek değildir. Bu durumda yeni bir kimlik arayışı trajik sonuçlara da yol açabilir. İnsan hayatı boyunca kendisiyle uğraşır ve insanı bunun kadar yoran başka uğraş da zor bulunur.

   Ne aradığını bilmediği için bulamaz. Hayatı bir çeşit kaçışla geçer; bulabileceğini sanarak yeni ortamlara, ilişkilere girer, onları tüketir ve gider. Giderek aramanın ve kaçmanın kendisi kimlikleşir ve insan tükeninceye kadar bu çaba sürer. Kendisiyle uğraşı bitmediğinden kendisiyle barışamaz. Bu diğer insanlarla ilişkisini de etkiler. Yalnızdır ve ondan kurtulmak ister. (İnsanlık evrende yalnızsa eğer, insanın insanlıktaki yalnızlığı o kadar trajik değildir). İki türlüdür bu yalnızlık; ondan kurtulmak isteyen ve normal’i, çevrenin dayatmasını reddettiği ve farklı bir kimliği oluşturabildiği için yalnızlığın gereğini benimseyen ve onu sorun yapmayan. İkisi de kalabalık içinde yalnızdır ama farklı yalnızlıklardır bunlar. İnsan ararken de çok şey yapabilir, ama kendini kaybettikten sonra diğer kazanımlar neye yarar?

   Kendini yeniden yaratmak için devrimci olmak şart değildir, ancak insan kendini ancak yeni bir dünya yaratırken gerçekten yeniden oluşturabilir. Başka alanlar bitirilebilir, bu bitirilemez. Dahası, büyüğe yönelmek insanın küçüklere takılmaması için de önemlidir. İnsan ilişkilerinde ortaya çıkacak engellemeler -günlük cinayetler ya da Ingeborg Bachmann’ın deyişiyle “faşizmin iki insan arasındaki ilişkide başlaması“- ancak böyle aşılabilir. Büyüğün sorunları küçük kavgalar içinde kaybolmayı (tükenmeyi) önler. Denge kurmak zordur ve insan günlük ilişkilerden koparak yaşayamaz. Hesse’nin, “Her zaman en güç ve karmaşık olanı yapmışsın, basit olanları da hiçbir zaman öğrenememişsin“ belirlemesindeki gibi, yükseklerde giderken birden en basite düşmek –ve şaşırmak- zorunda kalabilir insan; yine de günlükte boğulmaktan iyidir.

   Yeni bir kimlik kavgası tehlikelidir, insan sonunda eskisinden de kötü bir boşlukla karşılaşabilir. Dayatılanın reddedildiği ve yenisinin oluşturulduğu sanılır. Yapılamadığı, arada rahatsızlık veren bir duygu gibi uğrar. Sonunda, herşey için çok geç olan bir yaşta o duygu gelip oturur: İşte hayat bitiyor; o kadar uğraştım, didindim, gerilimlere girdim; geride boşluk, küskünlük ve hüzünden başkası kalmadı. Çok dolu gibi geçen hayatım bu kadar boş muydu? Küçük şeylerle avunmaya başlar insan ve o soru kaçınılmaz olarak gelir: Sonunda buna geldiysem, bu kavgaya ne gerek vardı? İstediğim gibi yaşadım, ama aslında istediğim bu değildir. Şimdi neyi istediğimi de bilmiyorum ve artık çok geç.

   Herkes için bir çözüm bulup kendisi için bulamamak gibidir bu ve hiçbir başarı bu boşluğu dolduramaz.

 

   Kimliğin Kaybedilmesi

   Sahip olunan -ya da öyle sanılan- bir kimliğin beklenmedik gelişmeler sonunda yıkılması, en azından büyük sarsıntı geçirmesidir. Bir insan ya da bir amaca yoğun bağlılık, onun için uğraşmak ve çok şey yapmak, ardından bağlanılmış insanın onun için beslenen iyi duyguları, hayalleri yıkması ya da amacı anlamsızlaştırmış gibi görünen gelişmelerin ortaya çıkması, insanın dünyasının yıkılmasına, o dünya ile bütünleşmiş kimliğin ciddi olarak sarsılmasına neden olur. Simone de Beauvoir’ın “Yıkılmış Kadın“ da anlattığı kendilerini ailelerine adayan ve yıllar sonra kocaları tarafından terkedilince yıkılan kadınlarla; uzun zaman herşeyini devrimci mücadeleye vermiş ve ardından dünyada sosyalizmin yıkıldığını görmüş insanların ruhsal durumları özünde aynıdır. Kolaylıkla “yıllarca ne yaptık, ne için mücadele ettik biz?“ sorusuna gelinir. Buradan üç çıkış olabilir:

   Birincisi; küsmektir. Geçmişine, kendine, hayata küsmek ve köşesine küsmek.

   İkincisi; reddetmektir. Geçmiş reddedilir ve tersi yapılmaya çalışılır. Hangi konuda olursa olsun, bir insanın hayatının ikinci yarısını ilk yarısında savunduklarını, yaptıklarını redderek gecirmesi korkunc bir yabancılaşmadır.

   Üçüncüsü; devam etmektir. Çeşitli nedenlerle sonuç kötü oldu, ödenecek bedeli göğüslemek ve devam etmek. Bu pek kolay değildir ve sürekli eskiye dönüşlerle birlikte gerçekleşir. Sözkonusu olan bir kişiye ya da bir görüşe büyük bağlılık değildir. Harcanan onca emekten sonra ulaşılan fiyasko üzer insanı ve insan -devam ettiğinde bile- kolay kopamaz o geçmişten.

   O güne kadar sahip olunan kimliğin kaybedilmesi ve yerini genellikle kısa sürede yıllar öncesinin yeniden hatırlanan kimliğine bırakması en çok ülkemiz devrimcilerinde görülmektedir. Sosyalist düşünceden uzaklaşma ülkemize özgü değildir ve çeşitli ülkelerde bazan yogun olarak ortaya çıkan bir durumdur. Farklılık şuradadır: Birçok insan, sosyalizmden uzaklaştıktan sonra, neredeyse hiç zorlanmadan karşı safa geçebilmekte, toplumun en geri, en yoz özelliklerine uyum sağlayabilmektedir. Başka ülkelerde bu kadar çok sayıda kötü örnek bulmak herhalde mümkün değildir. Sosyalist hareketten uzaklaşanlar ondan farklı bir kültür edindiklerini her zaman göstermekte ve geri toplumsal özelliklerle hemen uyuma girmemektedirler. En az on yıl (hatta daha fazla) sosyalist hareket içinde bulunup sonra ayrılanların büyük çoğunluğunun sergilediği bu durum, politik mücadele içinde insanın değişmediğini, değiştirilemediğini göstermektedir. Sosyalist mücadele, içinde yıllarca yeralanlara farklı bir kimlik verememiştir anlamına gelmektedir bu, ya da yeni kimlik, sosyalist kimlik yüzeyseldir.

   Sosyalist düşünce militanın giydiği ceket gibidir. İçselleşmemiştir. Sosyalist olmak sadece sosyalist düşünceyi kabullenmek değildir. Onu kültürüne yansıtmak demektir, giderek kimlik değiştirmektir. Bu olmadığında sosyalist düşüncenin ceketten farkı kalmaz. Farklılık cekettedir, içindeki insanda değil. Ceket çıkarıldığında o insanın 10-15 yılda pek az değişerek kalmış olduğu görülür.

   Tipik bir sosyalist militanla tipik bir MHP’liyi ele alalım. İkisi de ilgili hareketler içinde uzun bir zaman (diyelim on yıl) geçirmiş olsunlar ve sonra bu hareketlerden kopsunlar. Bu iki insan ideolojik ceketlerini çıkardıktan sonra anlaşmakta fazla zorluk çekmezler, çünkü çok farklı yönlerdeki politik eyleme girmeden önce sahip oldukları kültürel değerler pek az değişmiştir. Ceketler çıktıktan sonra kalan insan çok farklı değildir. Türkiye sosyalistlerinin asıl sorunu ideolojik ya da örgütsel değil, kültüreldir, kimlikle ilgilidir.

   Bir insan ne zaman sol politik mücadeleye girer, en az 17-18 yaşında. Hareketli dönemlerde daha erken girenler de vardır, ama o zaman azçok bağımsız bir etkinliği düşünmek bile olanaksızdır. Kişi sosyalist harekete girdiğinde -kendisiyle barışık olsa da olmasa da- bir kimliği vardır. Belirli bir ailede ve çevrede büyümüş, azçok eğitim görmüştür. Sosyalist hareket içinde devlete karşı çıkmak, faşistlerle mücadele, özveri, kararlılık, yoldaşlık ilişkisi gibi çeşitli özellikler kazanır. Bu konuda eksiklerden söz edilebilir, ancak asıl eksiklik burada değildir. Bu özelliklerin kazanılması, kişinin sosyalist olmadan önce aldığı kültüre fazla dokunulmadan, onun üzerine gelecek, onu örtecek şekilde gerçeklesir. Mücadelenin yoğun olduğu dönemlerde insanlar artık bambaşka kişiler olmuş gibi görünürler. Gericilik dönemlerinde ise, üstte olanın etkisi zayıflayınca, o pek az değişmiş olan eski insan tüm geri özellikleriyle ortaya çıkar. Yıllar boyunca çok değişmiş gibi görünen insanların neredeyse aynı kaldıkları görülür. Birçok sosyalistte görülen çift kişilik de aynı olgunun ürünüdür. Birbirinden farklı iki kişilik yanyana durmaktadır.

   Aynı sosyal çevreden gelmiş (diyelim kırsal kesimden) bir sosyalist ve MHP’li militan arasında büyük ideolojik farklılık vardır, ama aradan yıllar bile geçmiş olsa aile ilişkisi, hemşerilik ilişkisi, kadına bakış açısı vb. gibi konularda hemen hiç fark oluşmamıştır. Sosyalist bir insanda, koşullar biraz değişince, eski kimliğin hemen ortaya çıkması hatta ağır basması, şaşırtıcı değildir. İnsan kimliksiz olmayacağına göre, üsttekinin etkisi zayıflayınca altta saklanmış olan ortaya çıkmakta ve kişi kısa sürede “liberal“, sosyal-demokrat, Alevi ve bunlarla birlikte tam bir para düşkünü olabilmektedir.

 

   Sosyalist Kimlik

   Bu işte bir yanlışlık var ve bu yanlış doğru yerde aranmıyor. Türkiye sosyalist hareketi büyük bedeller ödeyerek ilerledi. Sorun mücadele azmiyle ilgili değildir. Toplum üzerindeki etkisi zayıf olmakla birlikte, bu kadar çok sokak infazı, işkence ve gözaltı ile karşılaşan, ağır hapis cezalarına çarptırılan ve cezaevlerinde de ölümüne direnebilen bir hareketin mücadele azminin eksikliği sözkonusu yapılamaz. Bazı bileşenlerde bu eksiklik olabilir, ama dünyanın hiç bir ülkesinde devrimci hareket (Türkiye’de herkes kendisini sosyalist olarak tanımlar) homojen bir mücadele azmiyle donanmamıştır. Önemli olan ortalamadır ve bu da Türkiye’de yüksektir. Ödenen ve halen ödenmekte olan ağır bedellerle ulaşılan sonuçlar arasında büyük uyumsuzluk vardır.

   Sorun dar anlamda politik olmaktan çok kültüreldir. Türkiye sosyalist hareketi için yapılan, “ideolojik düzeyi yüksek, kültürel düzeyi geridir“ saptaması doğrudur. Sosyalist hareket Türkiye insanını, Türkiye toplumunun (devletinin değil) temel kurumlarını, Türkiye halkının temel kültürel değerlerini araştırmamaktadır, bunlar üzerinde düşünmemektedir, alternatif çözümler üretmemektedir. Bu bir yetersizlik ya da eksiklik değil, bir kafa yapısıdır, bir bakış açısıdir. Türkiye sosyalisti bu konularla ilgilenmenin gereğini duymamaktadır.

   Türkiye sosyalist hareketi tarihi boyunca bazı temel konuları; islamiyeti, aileyi ve onun bireyler üzerindeki büyük etkisini ve Türkiye insanındaki kimlik sorununu ciddiye almadı. Ciddiye almayarak onlardan kurulamadı, tersine bilincinde olmadan bünyesine taşıdı.

   Eleştiri yanlış yapılıyor ve çözüm olmayan yerde aranıyor. Küçük rekabetçiliğin bu kadar yaygın olduğu bir toplumda (neredeyse Türk kimliğinin bir bileşeni durumundadır), aynı olgunun sosyalist harekette de görülmesi şaşırtıcı mıdır? Çözüm, sosyalistleri yetersizlikle suçlamakta mıdır? Ya da Türk erkeğinin kadına bakışının aynen olmasa bile benzer oranda sosyalist hareket içinde ortaya çıkmasında garip olan ne vardır? Sorun, toplumsal yapıdan alınan çesitli (iyi olmayan) özellikleri, “halka ters düşmemek“ adına sürdürmekte, bunları ciddi olarak değiştirmeye yönelmemekte yatmaktadır.

   Türkiye’de sosyalist kimlik yoktur, bozuk toplumsal kimliğin sosyalistleşmiş hali vardır.

   Türkiye sosyalist hareketi de ciddi bir kimlik sorunuyla karşı karşıyadır ve politik olmaktan çok psikolojik sorunları olması şaşırtıcı değildir. Açıkçası, sayıca hiç de az olmayan “bazılarının“ politikaya girmeden önce psikoloğa gitmeleri gerekmektedir.

 

   Basit Kimlik

   “Basitleştirilmiş kimlik“ demek daha doğru olur. Yaşam ve kimlik birkaç basit çizgiden oluşur, ama bunların somutlandığı insan kendini öyle görmez. Yaşanması gerektiği gibi yaşıyordur ve başka türlüsünü de düşünemez. Basit kimlik en gelişmiş haliyle “ileri“ denilen toplumda ortaya çıkar.

   Gelişmiş endüstri toplumu insanı Herbert Marcuse’ün “Tek Boyutlu İnsan“ı kadar çarpıcı anlatan başka bir yapıt herhalde yoktur. Tükettiği kadar varolan; bilgisi, nasıl düşüneceği ve hangi sonuçlara varacağı medya tarafından belirlenen; birazcık derin, birazcık karmaşık bile düşünemeyen; varlığı, büyük oranda sahip olduğu kredi kartlarıyla belirlenen bir insan.

   Böyle bir insanda büyük duygular olamaz. Büyük duygular büyük hayatlarda olur. İşkolik, tatilkolik, ve hepsi parakolik insanlar. Hayalleri bile küçüktür. Bazı Amerikan çizgi filmlerinde görülen bir olay gerçeği yansıtır: Sıradan bir insana birisi -cin, peri vd.- gelir ve istediği üç şeyi yapabileceğini söyler. İstenenler hayallerin sınırını göstermesi bakımından aydınlatıcıdır: Büyük bir araba, iyi bir ev, pahalı bir lokontada yemek. Bazılari bu kadarını bile isteyemez.

   Bu insan iyice güdükleşmiş kimliğinin farkında değildir. Başka bir hayatı düşünemez, okyanusu anlaması mümkün olmayan bir akvaryum balığı gibi. Görünürde çok şeye sahiptir, ama geride insan kalmamıştır.

   Bu insan için sevmek, bir hisse senedine yatırım yapmak gibidir. Bir noktadan sonra duygunun hesabı olmaz, ama duygularının sadece üst tarafıyla sevenler için geçerli değildir bu. Cinsellik teknik bir sorundur ve aşktan ayrıdır. Bir İngiliz gazetesinde yeralan şu saptama aslında ortalama Batı Avrupa insanı için genelleştirilebilir: „Birçok İngiliz için karşı cinsle birliktelik, birkaç dakikalık giriş-çıkıştan ibarettir.“

   Bir insanda bir özellik varsa, öteki yoktur. Tek boyutludur. Biraz genişliği tek insanda bulmak zordur. Bir kadının Journal Frankfurt’ta yayınlanan ilanı sanki bu toplum insanının fotoğrafıdır: “Üç erkek arıyorum; erotik, kültür ve aşk için (fazlası da olabilir).“

   Gelişmiş endüstri toplumunda sorunun sadece erkeklerle ilgili olmadığı özellikle belirtilmelidir. Kadın da aynıdır ve zaten bu toplumda kadın olmak -feminist olsun  ya da olmasın- erkeğe daha fazla benzemek olarak anlaşılmaktadır.

   “Geri“ olarak nitelendirilen ülkelerin insanları, ortalama olarak, “ileri“ ülkeler insanlarından daha fazla duyguludur. Uygarlık ve kültür arasında büyük bir ayrımın olmadığı, kapitalist gelişmeyle birlikte insanın ölümünün ülke ayrımı gözetmeksizin ortaya çıkmasıyla görülmektedir. Maddiyatçı, tek boyutlu, otomatikleşmiş, arada derin duygulara sahip olmanın güzelliğini özleyen, ama yaşadığı hayat bunları öldürdüğü daha doğrusu baştan öyle şekillendiği için istese bile onlara ulaşmayan insan.

   İnsanın bitişinin hangi din ya da milliyet altında gerçekleştiği hiç önemli değildir. Müslüman  yada Hıristiyan, Avrupalı ya da Asyalı sonunda kökenlerinden gelen farklılıkları da taşıyan benzer tiplere ulaşmaktadır.

   Burada önemli bir açmaz, doğrusu, aşılması gereken bir çelişki vardır. Kapitalizmin daha az geliştiği ülke insanlarının daha duygulu olmaları üstünlük değildir; çünkü daha yoğun duygular daha yoğun baskıyla birlikte yaşamaktadır. Genel bir ortalama olarak “azgelişmiş ülkeler“de çocuğun daha fazla sevilmesi, aynı zamanda daha fazla baskı altında büyümesi anlamına gelmektedir. Sevgi, sık sık baskı ve çıkarın örtüsü olmaktadır. Bu durumda fazla sevgi (baskı) nedeniyle kişiliğini kazanamamış, önce ailesi, akrabaları (sonra çocukları), hatta vatan-millet için yaşamaya koşullandırılmış insanın; sevgiyi ve güvenceyi daha az yasamış, bunların eksikliğini hissetmekle birlikte kendi başına kalmaya daha erken alışmış insandan insan olarak üstünlügü hayli tartışmalıdır.

   İki toplum arasındaki farklılık birinden ötekine gelen kadınlarda özelikle yaşanmaktadır. Türkiye ve Almanya örnek olarak alınacak olursa; oradaki sevgi görünümlü baskıdan ve bundan kaynaklanan ağır kısıtlamalardan gelen kadınlar, önce özgürlük duygusunu hissediyorlar. Hayatlarını (cinselliklerini de) istedikleri gibi olmasa bile daha kısıntısız yaşayabiliyorlar. Bir bölümü Türkiye toplumundan o kadar çekmiş oluyor ki, Türkçe konuşmakta zorlanacak, Türkçe yazmayı unutacak kadar geldiği ülkeden ve Türkiyeli çevreden kopuyor. Geçmişte yaşadıklarına benzer şeylerin belirtisiyle bile karşılaşmak istemiyor. Yıllar sonra ise bir soru kendini kuvvetle hissettiriyor: Duyguların bu kadar yıkıldığı, mekanikleştiği bir özgürlük özgürlük müdür? Öncesini istemiyordum, ama istedigim bu da değildi. Bu kurtulmak değil, insanın kötü bir durumdan başka bir kötü duruma geçişidir.

   Bunu anlamak bile önemli bir gelişmedir ve insanın “yeni özgürlüğü“ içinde kaybolmadığını gösterir. Hayatın, yıllar sonra olsa bile, birtakım isteklerin serbestçe yaşanmasından oluşmadığını anlamak -daha ileriye ne kadar gidilebilir bilinmez ama- yine de önemli bir gelişmedir. İnsan artık yapamasa bile, neyi yapamadığını bilir en azından.

   Yine de insanın hayatının büyük bölümünü geçirdiği, kendini bulduğu (ya da öyle zannettiği) bir yere böylesine yabancılaşması korkunç bir çelişkidir.

   (Apayrı ve geniş bir konu olduğu için, “ileri“ toplumlardaki basitleşmiş kimliğin başka bir çeşidi olan “yabancıların kimliği“ konusuna kısaca değinebiliriz. Yabancıların bu toplumlardaki kimlik sorunu üzerinde çok durulmuştur. Konunun üzerinde pek durulmayan yönü ise şudur: Kendisi rahat olmayan, kendi içindeki ilişkiler kötü olan bir toplumda yabancılar nasıl rahat olacaklardır? Yabancıların varlığı bu tür toplumların insanı için aynı zamanda bir çeşit boşalma kaynağıdır. Yabancı insan sürekli olarak kendini kanıtlamaya itilir. O sanki kendisini sürekli olarak başkalarına anlatmak, onların anlamasını sağlamak ihtiyacındadır. İnsan bu psikolojiye girince (ya da girip de çıkamayınca) ciddi bunalımlarla karşılaşır. Yabancılar sorunun özel bir yanıdır. Asıl olan, kişinin kendisini kimseye karşı (kendisine karşı da, çünkü aynı oranda olmasa bile bu da başkasına karşı kanıtlamak ihtiyacını içerir) kanıtlamak ihtiyacını duymamasıdır. Bu düzeye ulaşmasıdır. Kanıtlamak ihtiyacının duyulması ya da yaratılması ezmek ve ezilmek ilişkisinin de gündeme gelmesi demektir.)

 

   Osmanlı-Türk Kimliği

   Kimlik hem toplumsal hem de bireysel bir olgudur ve ikisini birbirine uyması gerekmez. Türk kimliği genel olarak Türk’ün ne olduğunu, kimliğinin genel özelliklerini tanımlar. Birey olarak ele alınan bir Türk’ün bu özelliklere uyması gerekmez. Toplumsal kimlik ortalam olmak özelliğini taşır ve diğer halklarda olduğu gibi Türklerde de Türk’e benzemeyen Türk sayısı az değildir; ancak toplumsal kimlikteki büyük çarpıklık -değişik oranlarda- tüm bireyleri etkiler.

   Arada belirtmek gerekir: Türk kimliğinden söz ederken, Türkiye’deki tüm insanları Türk saymak sözkonusu değildir. Yazar sadece ötekilerden daha iyi bildiği bir kimlikten özellikle söz etmektedir.

   Türk insanının toplumsal kimliğindeki çarpılma Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlamakta, Cumhuriyetle birlikte bir dönem çözülmüş gibi görünse de önemli sıçrama göstermekte, son on yılda ise oldukça ciddi bir boyuta ulaşmaktadır.

   Osmanlı İmparatorluğu yıllarca dünyanın en güçlü devleti oldu. Üç kıtaya yayılmış ve o zamanki dünyanın ortasındaki bir devlet. Osmanlı yönetiminin uzun bir dönem ağırlıkla Türk kökenlilerden oluşmadığı hatta imparatorlukta Türklerin aşağılandiği söylenir. Bir oranda doğrudur bu, yalnız imparatorluğun özelliğiyle ilgili olarak atlanan önemli bir gerçek vardır: Osmanlı İmparatorluğu milliyete değil, dine, İslamiyete dayanmıştır ve yıkılışına yakın döneme kadar da bu özelliği sürmüştür. Ayrıca imparatorluğun tarihi seçmece olarak ele alınamaz. Kuruculara, ilk ve son dönem yöneticilerine bakıldığında, imparatorluğun içinde hangi milliyetin etkin olduğu bilinmeyen, sonunda kimseye mal olmayacak bir devlet özelliği taşımadığı ortaya çıkar. Osmanlıyı aralarındaki ilişkiyi belirsizleştirecek kadar Türkten uzaklaştırmak, Kemalist tarih anlayışının özelliklerinden bir tanesidir. Osmanlı imparatorluğunu tipik bir Türk devleti olarak görmek mümkün değildir, ama imparatorluk en fazla Türklerin tarihini kapsamaktadır; özellikle Ön Asya ve Balkanlardaki Türklerin.

   Osmanlı özellikle 15 ve 16. yüzyıllarda dünyanın en büyük ve en güçlü imparatorluğuydu. Osmanlının Batı’dan öğrenmeye çok geç (18. yüzyıl başlarındaki Lale Devriyle) başlamasını doğal karşılamak gerekir. Birkaç yüzyıl boyunca Batı’yı yenmiş (13. yüzyıl başlarında Osmanlilarin geçici olarak dağılmasına (Fetret Devri) neden olan yenilgi, bir başka Türk’e, Doğu’dan gelen Timur’a karşı alınmıştır), uygarlık düzeyini ondan ileri görmüş Osmanlı için, açık bir gerileme ortaya çıkmadan yetersizliğini kabullenmek sözkonusu olamazdı.

   İmparatorluğu şiddetle etkileyen ilk önemli gelişme katılınamayacak kadar uzakta gerçekleşti. Uzak Doğu’ya denizden gidiş yolunun bulunması ve Amerika’nın keşfiyle, hem Avrupa’ya büyük miktarda altın geldi, hem de Doğu Akdeniz önemli bir ticaret bölgesi olma özelliğini kaybetti.

   Osmanlı İmparatorluğu o dönemin dünyasındaki en hızlı dönüşümlerin olduğu Batı Avrupa ülkelerinin yanındaydı. Hızlı gelişmelerin etkisiyle geç karşılaşması, biraz daha tarihin kenarında kalması mümkün değildi. Batının zenginleşmesi ve sanayi devrimine yol açan teknik ilerleme, imparatorluğun karşısına önce üstün askeri teknik olarak çıktı. Modernleşme çabası, askeri yenilgiler ve ardından toprak kaybı nedeniyle bu üstünlüğe karşı koymak gereğinden kaynaklanır. Amaç, imparatorluğu kurtarmaktır. Batı tarafından dayatılan ve etkisi çeşitli alanlarda doğrudan hissedilen gerilemeye karsi devleti korumaktır. (Bazı yazarlar bu tespiti, sonraki dönemler için de geçerli olmak üzere, suçlayarak yaparlar; sanki başka türlüsü mümkün olabilirmiş gibi).

   18. yüzyıldan başlayarak Osmanlı İmparatorluğundan oldukca farklılaşmış Batı Avrupa’nın özellikle tekniğinin ve dış görünümün (moda, davranış şekilleri vb.) ithal edilerek, sınırlı bir çevre içinde de olsa imparatorluğa monte edilmeye çalışılması, kültürel krizin ve kimlik sorununun başlangıcı sayılabilir. Islahatlar (reformlar) daha başlangıçta büyük direnişle karşılaştı. Ordunun yeniden düzenlenmesi, askeri örgütlenmenin önemli yer tuttuğu imparatorlukta ordu ile sınırlama olmayan zincirleme bir etki yaratacaktı. Yeniçeri isyanlarının esnaf ve ulemadan destek bulması, konumu sarsılan geniş bir çevrenin dayanışması olarak görülmelidir.

   Reform yapıldıkça fazlasına ihtiyaç duyuldu ve Batıya benzemeye çalışıldıkça daha fazla geride kalındığı görüldü. Bu bir çıkmazdır. Batı, başkaları ona yetişemediği, yetişebilecek olanlar da çeşitli yöntemlerle engellendiği için Batıdır. Osmanlılar ve Cumhuriyet yöneticileri bunu anlamadılar, ya da başka seçenek bulamadıkları için anlamazlıktan geldiler.

   Burada genelde tarih, özelde kimlik sorunu yönünden önemli bir noktanın üzerinde durmak gerekir. III. Selim’le başlayan, Tanzimat, I. ve II. Meşrutiyet ve ardından Cumhuriyetle süren süreç, sadece modernleşme/çağdaşlaşma kapsamında ele alınamaz. 18. yüzyıldan bu yana yaklaşık 300 yıllık tarihimizde, modernleşme sömürgeleşme aynı sürecin iki yanıdır. Bunları birbirinden ayırarak ele almak, zaten oldukça karmaşık ve sıkıntılı olan yakın tarihimizi içinden çıkılmaz duruma sokmakta ve çıkışsızlık kimlik sorununa da yansımaktadır.

   Türklerin yakın tarihindeki modernleşme-sömürgeleşme ilişkisini, birisini ötekinin sonucuymuş gibi değerlendirmek de iki nedenle doğru değildir:

   Birincisi; özellikle İttihat ve Terakki ve ardından Cumhuriyetin ilk dönemlerinde modernleşmenin sömürgecilikten ayrılması için ciddi çaba harcanmıştır.

   İkincisi; özellikle Tanzimat’la ilgili olarak savunulan “modernleşme sömürge olmayı getirmiştir“ görüşü doğru değildir. Sonuçta modernleşme yarı-sömürgeleşmenin öteki yüzü olmuştur, ama buna yol açan süreç oldukça karmaşıktır.

   Osmanlı İmparatorluğunun konumunda bulunup da sömürgeleşmemek mümkün değildir. Batının yanında, ona direnecek durumda olmayan büyük bir devletin hızla ilerleyen paylaşım mücadelesi dışında kalması düşünülemezdi. İslamcıların savundukları gibi Tanzimat olmasa ve dini değerlere tümüyle bağlı kalınsaydı sömürgeleşmeye karşı direnilebilecek miydi?

   Kemalistler Tanzimat düşmanlığında İslamcılarla birleşirler. İmparatorluk sömürgeleşirken özellikle yönetici sınıf ve aydınlar arasında Batı hayranlığının iyice gelişmesinin, bir devlete dayanarak ötekine karşı koymaya çalışmanın ve doğal olarak da dayanılana her türlü ödünü vermenin savunulacak yani yoktur; ama burada unutulan önemli bir nokta vardır: Amaç imparatorluğu korumaktı ve bunun için o koşullarda oldukça farklı başka bir yol da izlenemezdi. T.C.’nin kurucu kadrosu bu devleti imparatorluğun küçük bir bölümü üzerinde kurmuş ve kaybedilen topraklarda da hak iddia etmemiştir. Son derece gerçekçi davranarak yapilabilecek olani yapmislardir. Ama o tarihte -I.Dünya Savaşı bittikten sonra- yapılabilecek olan da ortaya çıkmıştı.

   Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde devletin sınırlarıyla savunulan kimlik arasında yakın bağlantı vardır. 19. yüzyıl ortalarına doğru “Osmanlı vatandaşlığı“ anlamında Osmanlılık savunulmaya çalışıldı. Devletin sınırları içindeki herkes, dini ne olursa olsun, eşit sayılacaktı ama artık çok geçti. İmparatorluk içindeki çeşitli halklar kendi devletlerini kuruyorlar ve bunu da büyük bir devlete yaslanarak yaptıklarından (örneğin Yunanistan’ın kurulmasında İngiltere’nin, Bulgaristan’da Rusya’nın büyük rolü vardır) imparatorluğun sınırlı gücünü kullanarak bile engelleme olanağı yoktu.

   Küçülen imparatorluk sınırları içinde sadece Müslümanlar kalınca bu kez Müslüman kimliği öne çıkarılmaya çalışıldı. Pan İslamizm (bütün Müslümanların birliği) de Arapların imparatorluğa karşı özellikle İngilizlerle işbirliği yapması nedeniyle sonuçsuz kaldı. Ardından Pan Türkizm birden doğmadı ama başka çare kalmayınca özellikle gündeme girdi.

   Dört ayrı kimlik en fazla 80 yıllık sürede birbirini izledi: Ümmet (imparatorluk farklı dinleri barındırıyor ama Müslümanlar daha üstün), Osmanlı vatandaşı, Müslümanların birliği ve Türklük (bütün Türklerin birliği anlamındaki Pan Türkizm).

   Bu gelişmenin bir halkın kimliğinde nasıl bir kargaşaya yol açacağını tahmin etmek zor değildir. I. Dünya Savaşının ardindan gelen Anadolu’nun işgal yıllarında, “Biz adam olmayiz“, “bize düzeni ve uygarlığı Batı getirebilir“ anlayışı halk arasında oldukça yaygındır. Özellikle İtalyan ve Fransız işgal bölgelerinde genel eşraf ve halkın işgalcileri bölgelerine çağırdıkları, törenle karşıladıkları bilinmektedir. Mücadelenin ancak Yunanlılar ve Ermeniler de işgal kuvvetleri arasında yeralmasından sonra hız kazandığı, o dönemi inceleyen çeşitli yapıtlarda açıkça ifade edilmiştir. Yine Sivas Kongresi’nde ve diğer toplantılarda görüldüğü gibi, dönemin aydınları arasında mandacılık (güçlü devletin koruması altına girmek) düşüncesi oldukça yaygındı. Çürümüş bir imparatorluğun hızla dağılması, Türklerin yüzyıllar sonra Avrupa’dan atılması, İstanbul’un kaybedilmesi ve Anadolu’nun çeşitli yörelerinin işgal edilmesi; bağımsız bir devlet sahip olmak bir yana, bölgede yaşayabilmenin ancak güçlü bir devletin koruması altına girmekle mümkün olabileceği anlayışını yaygınlaştırmıştır. Bu koşullarda, tarihten silinmek tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna inanan -daha doğru bir ifadeyle- “devlet kurma savaşı“ kadrosundaki paniği ve içinde yetiştikleri Osmanlı devlet geleneğinin de etkisiyle uyguladıkları büyük terörü anlamak gerekir (tarihte doğru ya da yanlış nitelemesine başvurmadan önce anlamak gerekir. Anlamakla savunmanın aynı şey olmadığı kavranıldığında yakın tarihimiz daha objektif değerlendirilebilecektir.).

 

   Cumhuriyet Kimliği

    Cumhuriyet (bu terim Kemalizmden daha kapsamlıdır) önceki dönemden önce oldukça farklı bir kimliği oluşturmaya yöneldi. Yüzyıldan az bir sürede kocaman bir imparatorluktan ona göre hayli küçük bir devlete darlaşmış, kendisine birkaç türlü kimlik dayatılmış, savaştan iyice yorgun düşmüş, büyük oranda ümmetçiliğin etkisi altında olan, kendini önce Müslüman olarak tanımlayan ve kendine güveni oldukça az bir halk vardı. Bu ulus değildi. Ulus yukardan aşağıya oluşturulmak durumundaydı. Bir kitapta referans verilen bir yazının başlığı durumu özetler: Türkiye: Milletini arayan devlet. Türkiye, Batıdakilerin aksine ulus-devlet değil, devlet-ulus oldu. Bu nedenle ulusal kimliğin belirlenmesinde devletin büyük payı vardır.

   Önce ülke sınırları içindeki herkes Türk kabul edildi ve karşı olanlara da “gereken yapıldı“; ancak cumhuriyet ideolojisinin başlangıçtaki temeli Misak-ı Milli ya da bu sınırlar içinde yaşayan herkesin Türk sayılması değildir. Cumhuriyet ideolojisinin temeli, Türkiye halkını bulunduğu bölgeden ve geçmişinden ayırarak, Batılı olarak değerlendirmesi daha doğrusu öyle olması gerektiğini ilan etmesi ve bunu yukarıdan aşağıya gerçekleştirmeye çalışmasıdır. Bu, herkesi Türk görmekten daha önemli bir yaklaşımdır ve geçmişteki reform denemelerinden de önemli bir kopuşu temsil etmektedir. Cumhuriyet tarihi, yakın yıllara kadar -öteki dayatmaların yanında- halkların Batılı yapılmaya çalışılmasının tarihidir. Her halk bu uygulamadan değişik derecelerde -ama önemli oranda- etkilenmiştir.

   Cumhuriyet dönemiyle birlikte, Lale devri’nden beri süren, Doğu’nun değerlerini koruyarak Batı ile sentez yapmak çabası da sona erdi. Bu sentez başarılamamıştı. Başarı, imparatorluğun kurtarılmasıyla eşdeğer görüldüğünden, yıkılış da sentezin başarısızlığı olarak değerlendirildi (oysa ki hiçbir sentez imparatorluğu kurtaramazdı).

   Kısa sürede (Türkler imparatorluk içinde geç uluslaşmada sondan ikincidir) Türk ve Batılı bir ulus yaratmak, öncelikle Osmanlılıktan, İslamiyetten ve Arap etkisinden uzaklaşmayı gerektirir. Yakup Kadri’nin Çankaya’daki sözleri bu dönemin özeti gibidir:

   “Devrimler içinde, ilk defa Türklüğümüze de kavuşuyorduk (…) Batı medeniyet dünyasında İtalyan nasıl nasıl İtalyansa, Alman nasıl Almansa, Türk de öyle Türk olacaktı. İslam şarkında Arap Arap, Fars Fars, hatta Arnavut Arnavut, fakat Türk Türk değildi (…) Garplılaşmak, aynı zamanda Araplaşmaktan kurtulmak, Türkleşmek demekti.“

   Araplaşmaktan kurtulundu ancak bu kez de Türk olmaktan daha fazla Batılı olundu, daha doğrusu olunduğu sanıldı.

   Yeni kimlik aynı zamanda yeni tarih demektir. Kimlik sorunu temelde F. Braudel’in sözleriyle, “geçmişle bugün arasında bir uyum sağlama“ (Akt. Taner Timur, Osmanlı Kimliği, Hil Yayın, s:9) ise, Türkler için bu uyum, Cumhuriyetle birlikte, bugüne kadar da düzeltilemeyen biçimde bozuldu.

   Osmanlıyı neredeyse dıştalayan bir Türk tarihi, Cumhuriyet ideolojisinin önemli temellerinden biridir.

   “Yusuf Akçura gibiler daha önce paradigma değişmesine zemin hazırlamış ise de, ikinci dönem, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile başlıyor ve Türk Tarih Tezi’nin geliştirilmesi ile bir bakımdan şekil alıyor. Artık Osmanlı Devleti’nin kurtarılması diye bir dert kalmamıştı. Şimdi gereken, yeni cumhuriyete bir kimlik kazandırmak idi. Büşra Ersanlı Behar’ın kitabında çok güzel gösterdiği gibi, bu Türk ulusuna bir gayri Osmanlı tarih bulmak şeklinde oldu ve o tarihe de ’maşallah’ dedirtecek kadar değerler yüklendi.“ (Christoph K. Neumann, Tarihin Yararı ve Zararı Olarak Türk Kimliği, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Bağlam Yayınları, s. 451).

   Osmanlı İmparatorlugu büyük devletlerin elinde oyuncak olarak yıkılmisti. “Büyük Türk“ böyle bir imparatorlugun mirasçısı olamazdı, bu nedenle Osmanlı öncesi Türk’ü yüceltmek gerekiyordu. Tarih buna göre yazıldı.

   Osmanlı’dan ve Arap dünyasından uzaklaşmak, İslamiyetten de belirli oranda uzaklaşmadan yapılamazdı (öteki “devrimler“ yanında alfabenin değişmesi bu temelde değerlendirilmelidir).

   Türkler bugün bile Ortadoğu halklarını -özellikle Arapları (Filistinliler hariç)- sevmezler.

   Cumhuriyet’in kurucuları Türk’e yeni bir tarih yazarak ona istedikleri kimliği verebileceklerine inandılar. Olmadı. Sentez başarılamamıştı, Batılılık çabası da sonuçsuz kaldı. Türkler değiştiler, görünürde Batılılara benzediler ama görünümün ardındaki herşey Türklerin Batılı olmadıklarını göstermeye devam etti.

   Batılı olmak belirli bir coğrafi alanda yaşamaktan, belirli yasalara vb. sahip olmaktan ibaret değilse eğer; bir duygu, düşünce ve davranış tarzıysa eğer, Türkler Batılı değildir. Olmaları da şart değildir. Sorun, bu halkın hangi bölgeye ait olduğunun belirsizliğinden de kaynaklanmaktadır. “Batılıların en Doğulusu, Doğuluların en Batılısı“ tanımı, Doğu-Batı bileşiminin nasıl olacağı belirsiz kaldığından fazla anlam taşımamaktadır.

   Türkler Batılıdır, Ortadoğuludur, Anadoluludur. Balkanların ve Kafkasyanın etkisinden de belirli oranda söz edilebilir. Moda deyimle bu “mozaik“ten renkli, çok yönlü bir kimlik çıkabilirdi. Olmadı, olabilmesi için “mozaik“in bileşenlerinin bütünleşmesi gerekirdi. Bütünleşme yerine yanyana durdukları için, Türk insanında birkaç çeşit kimlik hep birlikte kendini gösterdi. Ahmet Hamdi Tanpınar, Doğu-Batı arasında kalmanın Türkiye’de ikiyüzlü, çift karakterli insanlar yarattığından sözeder. Doğrudur, yalnız iki azdır. Türk insanı ikiden fazla karakter taşır.

   Çokyönlülük, zenginlik iyidir; içinde kaybolmamak şartıyla. Türk insanı dünyanın bu bölgesindeki kültürler denizi içinde kaybolmuştur.

   Bu kaybolmuşluk 1980 sonrasında iyice arttı. Uzun zamandır yıpranan Cumhuriyet ideolojisi sonunda çöktü. Bu çöküş, Cumhuriyet’in başlıca hedeflerine ulaşılamayacağının açıkca ortaya çıkmasıyla doğrudan ilgilidir. “Muasır medeniyet seviyesine“ iki bazen üç rakamlı enflasyonla ulaşılmazdı. Moda deyimiyle “vitrin“ Avrupalı gibi görünüyordu, ama geriye kalanın hiç de öyle olmadığı gizlenemeyecek kadar açıktaydı. “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz“ hayali çoktan çökmüştü ve ardından, 1984 sonrasında, “bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin Türk olduğu“ tezi de bitti. Yine moda deyimle “bir daha asla eskisi gibi olmayacak.“

   Türk halkının son 300 yıllık tarihindeki son sentez “Türk-İslam sentezi“dir. Bu, aslında, Cumhuriyet ideolojisinin çöken bölümünün yerine İslam’ın doldurulmasıdır. Türklere yıllardan beri dayatılan kimlik onları değiştirdi, ama tutmadı. Türkleri bugün bir “Ortadoğu halkı“ olarak tanımlamak doğru değildir. Türkler, özellikle Cumhuriyet tarihinin etkisiyle, Araplardan, Farslardan ve “diğer Kürtler“den (Misak-ı Milli dışındakiler) oldukça farklılaşmışlardır. Kimliklerinde yine Ortadoğu’nun önemli yeri vardır ve yakın tarihlerinde en fazla bu bölgeden koparılmaya çalışıldıklarından, son yıllarda özellikle oraya dönmektedirler. Bu doğal değil, sakat bir dönüştür. İslamiyet, Türk kimliğinin temel bileşimlerinden biridir. Cumhuriyet gibi “Türk-İslam Sentezi“nin İslam’ı da devlet tarafından dayatılmaktadır. Düzenin sürmesi için gerekli olduğu kadar, bu doğrultuda yorumlanmış bir İslam. Türklerin İslami Arap ve Farslarınkinden farklıdır (Arapların kendi içinde de önemli farklılıklar vardır), ama İslamın mevcut düzenin çıkarlarına göre yorumundan da ayrıdır. RP’nin yükselişinde Türklerin fazlasıyla koparıldıkları Ortadoğu kültürüne dönmelerinin de önemli payı vardır; ama bu daha sağlıklı bir kimliğe değil, çarpık bir kimlikten ötekine geçiş olmaktadır. Çok sayıda kişinin kendini bir kere daha kaybederken İslamda bulduğunu zannetmesi aldatıcıdır. Türklerin başka alanlardaki durumu gibi Türk islamcıları da, İslamın bu halka özgü yorumunu geliştirememişlerdir. Türk sosyalistlerinde olduğu gibi özgün düşünceleri çok azdır. Sosyalistler Batı’dan eski SSCB, Çin, Arnavutluk ve Küba’dan almışlardır. İslamcılarda bu Ali Şeriati, Mevdudi, Seyyid Kutub’tur. Bu ülkede hiçbir şeyin doğru dürüst yapılamaması ve yaşanamaması İslamcıları da kapsamaktadır.

   Türkiye burjuvazisi ve devletinin Türk halkının kimlik sorununun (son yıllarda buna krizi demek daha dogru olur) anlamakta ve bunu kendi anlayışlarına göre yönlendirmekte, sosyalistlere göre oldukça ilerde oldukları söylenebilir. Bugünün Türkiyesinde Cumhuriyet ideolojisinin en temel hedefini -Batılı olma- örgütlü ya da örgütsüz olan ama kendini sosyalist olarak tanımlayanlarla, “Cumhuriyet kadroları“ denilebilecek bir bölüm yazar, aydın ve bürokrat kadar savunan yoktur. Sosyalistlerin durumu özellikle ilginçtir ve bırakalım başkalarındaki düzeltmeyi, kendileri büyük bir bilinç çarpılması içindedir. “Burjuva cumhuriyet“e, “Misak-ı Milli“ye, cumhuriyet tarihindeki ağır baskı ve teröre karşıdırlar. 74 yıllık Cumhuriyet rejimi neredeyse en fazla onlara saldırmıştır ve onun temel amacını savunan en büyük grup yine onlardır. Türkiye sosyalistleri değil seçenek üretmek, bu ülkede ne olduğunu bile zor anlamaktadır.

   Temel bir konuda, Türk halkının kültüründe önemli yer tutan İslamiyet hakkında, Türk sosyalistlerinin -genel sözlerin ötesinde- ne düşündükleri şimdi bile belirsizdir. Konuyla ilgili yayınlar (özellikle Faik Bulut ve Erdoğan Aydın ile) yeni başlamıştır. Cumhuriyet’e kadar karşı olunsa da, onun bu sorunu çözümlediği varsayılmaktadır.

 

   Kimlik sorunu sosyalistlerde daha ağırdır.

 

   Sonuç Yerine: Sentezsiz Kimlik

   Çözüm sentezde degildir. Türk insanının 300 yıldır bazan iyice derinleşerek süren kimlik sorunu üzerinde düşünen hemen herkesin ulaştığı sonuç aynıdır: “Doğu-Batı sentezini gerçeklestirmeliyiz.“ Bu sentezde kimisi Doğu’ya kimisi Batı’ya ağırlık verir. Ülkenin, halkın ve bölgenin daha iyi tanınması gerektiği de ortak saptamadır.

   Yıllardan beri sentezin gerekliliğini belirtenlere, “Bunu neden yapmadınız?“ diye sormak gerekir. Yapmadıktan/yapamadıktan sonra sürekli olarak neyin yapılması gerektiğini belirtmek anlamsızdır.

   Çözüm bulunamadı, çünkü olmadığı yerde arandı.

   Sentez neden çözüm değildir:

   Birincisi; en azından bugüne kadar belirtildiği şekliyle fazlasıyla geneldir. Dünyadaki tüm kültürler şu ya da bu şekilde bir sentezin ürünüdür. En az iki bileşeni içeren sentezde, hangi bileşenden neyin alınacağı ve ötekilerle nasıl bütünleşeceği belirlenmedikten sonra sentez saptaması fazla anlam taşımaz.

   İkincisi; “Doğu-Batı sentezi“ni birileri yapabilir, ama bu ülkenin aydını ve halkı yapamaz. Bunun için gerekli birikim ne teorik düzeyde, ne de yaşanmışlık olarak yoktur. Başka bir konudur, ama Türk halkının kimliğini kuvvetle etkilemiştir; Türkiye yakın tarihinde hiçbir şeyi doğru dürüst yaşamamıştır. Savaşı, demokrasiyi, faşizmi; kısacası iyi ve kötü olanı hep eksik ve sakatlanmış olarak yaşamıştır. Bunun Türk halkında ve aydınındaki oportünizmin (diğer adıyla ciddiyetsizliğin) gelişmesinde önemli payı vardır.

   Üçüncüsü; söylemek ve “gereğini yapmak“ birbirinden farklıdır. Ortadoğu kültürüne dönülmesinden sözedenlerden kaç tanesi Arapça ve/veya Farsça öğrenmiştir ya da öğrenmek niyetindedir? Sürekli şikayet etmek, ama o şikayet edilenleri değiştirmek için neredeyse hiçbir şey yapmamak ciddiyetsizliktir.

   Dördüncüsü; kimlik sorunu tüm ülkelerde, ama özellikle Türkiye’de politik bir sorundur. Türk halkına 300 yıldır, kimliği hep yukardan dayatılmıştır. (Burada önemli olan kimliğin iktidarla olan doğrudan bağıdır, yoksa yukardan gelen çabayı tümüyle mahkum edip, aşağıdaki her özelliği benimsemek değildir). Türkiye’de “Türk-İslam Sentezi“ örneğinde görüldüğü gibi, bir grup aydının geliştirdiği görüşler, zamanı gelince iktidar tarafından başta eğitim olmak üzere devletin çeşitli kurumları aracılığıyla değişik alanlarda hayata geçirilmektedir. Benzer bir durum daha dolaylı olarak başka ülkelerde de görülmektedir.

   1987’de zamanın Aydınlar Ocağı Başkanı şöyle diyordu:

   “Evet, Türk-İslam Terkibi tezimizin 1980 sonrasında Devlet katında bir kabul ve itibar gördüğü doğrudur. Çünkü bu, aklın ve ilmin ortaya koyduğu bir vakiadır. Nitekim, Atatürk Yüksek Kurulu’nun Türk-İslam Sentezini benimsemesi bizim için sevindirici olmuştur. Niye böyle oluyor? Sağa sola bakıyorlar, başka çıkış yolu bulamayınca bu fikre geliyorlar.“ (Aktaran, Türk-İslam Sentezi, Dosya, s.39).

   Bundan bir yıl önce “Türk-İslam Sentezi“nin “bu milletin kültürü“ olmasına karar verilmişti.

   “Atatürk Yüksek Kurulu, 20 Haziran 1986 günü Cumhurbaşkanı Evren başkanlığında toplanarak, Türk-İslam Sentezi’ni temel alan bir kültürün bütün millete kabul ettirilmesine yönelik bir raporu benimsemişti.“ (a.g.e. s. 40)

   Aydınlar Ocağı sözkonusu Sentez’i 1973’de formüle etmişti. İktidar tarafından “bu milletin kültürü“ olmasına karar verilmesi (arada bazı hazırlıklar yapılmış olmakla birlikte) 13 yıl sonradır.

   Buradan başka türlü bir sentez’i oluşturmak için çabalamanın bugün hiç de anlamlı olmadığı sonucu çıkar. Böyle bir sentezin teorik olarak yapılabilirliği bir yana, iktidar olmadan uygulanma olanağı yoktur.

   Anadolu Türkleri dünyanın en karışmış halklarından biridir. Başta Kürtler ve Yunanlılar olmak üzere, Balkan halkları, Araplar, Ermeniler, İranlılarla… karışmışlardır. Karışmak, o karışıklığın içinde özgün bir yere sahip olunursa iyidir. Ortadoğu bölgesinde hiçbir halkın ekonomik durumu iyi değildir; geriye kültürel özgünlük kalmaktadır ki, bu da Türklerde zayıftır. Türk kültür tarihi sıçramalı ve geçmişi reddeden evrelerle gelişmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde gelişemeyen ve güçlü bir Arap etkisi altında kalan Türk kültürü, özellikle 1928’de alfabenin değiştirilmesinden sonra bu etkiden uzaklaşmıştır, ama kendisi de güçlü olamamıştır. (Bu alanda 69 yılda ne kadar güçlü olunabileceği de ayrı bir konudur.) Bazan paranoya düzeyine varan tarihten silinme ya da küçük bir alana sıkıştırılma korkusu, kısa Cumhuriyet tarihinin etnik temizlik ve zorla asimilasyonla dolmasına neden olmuştur. Zaten zayıf olan kültürel birikim ağır baskılar sonucuna güçlenememiş ve sonuçta Türk olmayı önce Müslüman olmakla tanımlama noktasına gelinmiştir.

   Kültür bir çarpıklıktan ötekine yönlendirilmeye çalışılırken, tarih de aynı durumdadır. Bu halkın iki imla kılavuzu, birkaç tane de geçmişi vardır. Osmanlı, Türk’ün tarihindeki önemli yerini almalıdır; ama bu, Osmanlı tarihinin nesnel bir yaklaşımla değerlendirileceği anlamına gelmemektedir.

   Türk halkının tarihini (karıştığı halkların da) iyi öğrenmek zorundayız. Oturmuş bir tarih bilinci sağlam bir kimlik için yeterli değildir, ama gereklidir. Bu ülkede öğrenmeye en açık olanların –aydınların- en az bildikleri konular arasında ülkeleri ve halkları da vardır. Batılılaşmak öyle bir tutku halini almıştır ki, ülkesini ve Ortadoğu’yu öğrenmeye çalışanlar bile bunu Batı kaynaklarından hareketle yapmaktadır. Çözüm, Batılılaşmanın yerini Araplaşmanın almasında değildir.

   Anadolu Türklerinin kültürünün öncelikle bulunulan bölgede (önce Ortadoğu’da sonra Balkanlar’da) kendini yeniden düzenlemesi gerekiyor. Kültürümüz ve tarihimizin çeşitli bileşenleri o kadar çarpıklaştırılmıştır ki, bu durum üretilen yeni değerlerin ve zaten az olan birikimin de çarçur edilmesi noktasına gelmiştir. Birkaç yönden kesebilecek bir bıçağın sırtında kaymadan yürümek zorundayız. Zordur, nereye kadar gidebileceğimiz belirsizdir, ama güzeldir.

   Azçok oturmuş bir toplumsal kimlik gelişmiş bir kültür olmadan olmaz. Bu ise öncelikle çok sayıda ve düzeyli telif yapıt üretilmesine bağlıdır. Pratiği doğrudan etkilemiyor görünse bile, en azından onun içinde hareket ettiği çerçeveyi herzaman belirleyen “teori“, Türk kültüründe, özgün olarak değil de çeviri olarak, halen gereğinden fazla yer tutmaktadır.

   Gelecek için şu söylenebilir: Bu genç ülke kısa veya uzun bir zaman sonra durulduğunda, o gün sahip olunan kültürün oluşumuna katkıda bulunmuş olanlar tarihteki yerlerini alacaklardır. Politik iktidarın niteliği ne olursa olsun böyle olacaktır, çünkü hiçbir ülke kültürel değerlerinden bir bölümünü yok sayarak fazla yaşayamaz. Kapitalizmin de sosyalizmin de tarihsel deneyleri bunu yeterince göstermiştir.

   Bitirirken, kimlik sorununun toplumsal çözümünün bireysel çözümleri ancak etkileyebileceğini, ama onların yerini alamayacağını belirtmek gerekir. Toplumsal kimliğin şu anda içinde bulunduğu kötü durumun etkisi altında oldukça zordur, ama ancak aynaya bakabilecek olan bireyler bu soruna eğilebilir.

   Türk kimliği -doğal olarak- öncelikle Türklerin sorunudur. Türk kültür ve kimliğini en iyi inceleyebilecek olanlar da –halen yapamasalar bile- yine Türklerdir. Burada -ulaşmış olduğu boyutla- bize özgü bir sorun vardır: Bunu en iyi yapabilecek olanlar (aydınlar ve sosyalistler) büyük oranda Türk değillerdir. Sorun köken değil, kendini bir kültüre, tarihe ait hissetme sorunudur. İnsan Türk olarak da Kürtlerin dostu, enternasyonalist ve sosyalist olabilir. Burada soruna sadece dikkat çekmekle yetinelim.  

 

(*) Avrupa’da ve Türkiye’de Yazın, Sayı: 74, 1997

 

 

NOT: Marksizm ve Kaybolan Gelecek yazımda sözünü ettiğim 20 yıl önceki yazıyı okumak isteyen arkadaşlar çıktı. Yeniden dizgisini yapmaktan başka çare yok, sanırım Çarşamba gününe kadar yetişir ve konuya devam edebilirim.