Şuanda 243 konuk çevrimiçi
BugünBugün5637
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13361
Bu ayBu ay13361
ToplamToplam10481785
Anatomi dersleri: Osmanlı kültürü PDF Yazdır e-Posta


Yazın Dergisi’nde  yayınlanan kitap tanıtımı yazıları vardı. Bunlardan bazıları önemli kitaplardı ve tanıtımları da uzun yazılardan oluşuyordu. Bunları sırayla yayınlayacağım.

Aşağıdaki yazı Osmanlı kimliği üzerinedir daha doğrusu bulunmayan, kurulamayan Osmanlı kimliği üzerine…

Marksizm ve yaşanmış sosyalizm ile ilgili yazıların arasına başka yazı koymayı düşünmüyordum ama ülkede gündem durmuyor ki…

Kısa süre sonra “Demokratik İslam“ konusuyla ilgili yazacağım.

Okurlara Faik Bulut’un Medine Vesikası’nı incelediği “Allah Devletinde Demokrasi“ kitabını okumalarını tavsiye ederim.

Kongre sonunda yayınlanan bildiride Medine Vesikası’nda yazılanlar çözüm olarak kabul edildi, biliyorsunuz…

 

 

Anatomi Dersleri: Osmanlı Kültürü,

(Salı Toplantıları 93-94) Yapı Kredi Yayınları, 293 s.

 

   Burada sadece “Osmanlı Kimliği“ başlığını taşıyan ilk bölümle, “Osmanlı Dünyasında İnanc Bilgi İkilemi“ adlı altıncı bölüm üzerinde duracağız. İlk bölümde yeralan panele Edhem Eldem, Selim Deringil ve Taner Timur katılmış, Zafer Toprak paneli yönetmiş.

   Konuşmaların çevresinde döndüğü soru şu: bir Osmanlı Kimliği’nden söz etmek mümkün müdür, böyle bir kimlik var midir, varsa ne anlama gelir? Bir “Türk Kimliği“ gibi “Osmanlı Kimliği“nden söz edilemez. Bu anlamda bir “Osmanlı Kimliği“ yoktur. Bu nedenle, Osmanlı Kimliği’ni araştıran yazarlar –ki bunların arasında aynı adla bir kitap yazan Taner Timur da var- ancak bu kimliğin küçük bir bölümüne, Osmanlı yönetici kesiminin kafa yapısına, devlet anlayışına, egemen ideolojiye eğilebilmiştir.

   Neden “Türk Kimliği“ gibi  bir “Osmanlı Kimliği“ yok? Ulusal kimlik, burjuvazinin gelişmesiyle ortaya çıkmış. Başlangıçta bu, açık milliyetçilik biçiminde. Her ülkede –yeterli veya yetersiz olarak. Özellikle ortak bir tarih ve dil temelinde bir aidiyet duygusu uyanıyor. Osmanlı’da böyle bir şey yok, yani bir Osmanlı milliyetçiliği hiç olmadı. İmparatorluğu bir arada tutabilmek için yönetici zümre tarafından, olmasına niyet edildi, ama olmadı. İmparatorluğun bünyesinde bulunan halklarda milliyetçilik geliştikçe, ortak bir kimlik değil, ayrılma, kendi devletini kurma olgusu ortaya çıktı. Bu nedenle tarihimizde Türk kimliğinin -dolayısıyla Türk milliyetçiliğinin-  ortaya çıkmasına kadar, kaçınılmaz olarak ulusallıkla yakından ilgili bir kimlikten söz etmek mümkün değildir.

   Osmanlıcılık, bu tutmayınca hiç olmazsa Müslüman halkları birlikte tutabilmek için gündeme gelen pan-islamizm fazlasıyla genel, o dönem yükselen ulusal kimlik anlayışına hiç uymayan ve hayatta da karşılığı olmamış “kimlik“lerdir.

   Kimlik herşeyi açıklamaz. “Türk Kimliği“ gibi bir “Osmanlı Kimliği“nin olmaması, yönetici zümrenin zihniyetinin araştırılmasını, Türk kimliği üzerinde Osmanlı’nın etkilerinin irdelenmesini dıştalamaz. Dahası, Osmanlı’nın bir kendine bakış tarzı vardır. Bunun, İmparatorluk’taki gerileme devriyle birlikte geçirdiği bir evrim, Batı’ya yönelme, onu örnek alarak kendini yenileme çabası vardır. Buna egemen ideolojinin, devlet anlayışının evrimi de denilebilir. “Osmanlı Kimliği“nin incelenmesinden bu olguyu ve yaşadığı değişimin incelenmesini anlamak gerekir.

   Edhem Eldem’in konuşmasında önemli bir bölüm, Osmanlı’yı bugünün sorunlarına ışık tutar ya da çözüm sunar yönünden ele alanların yanılgısına işaret ediyor. Diyor ki: “… ama Osmanlı’da kozmopolit demek bana biraz yanlış geliyor. Birçok grubun birlikte yaşamasıyla, doğrudan doğruya etkileşimin içinde beraber yaşamaları arasında büyük fark var ve kozmopolitizmle benim arayacağım bir etkileşimin sonucunda ortak bir kültür, belirli bir özgünlük taşıyan ve sentetik bir yapıya sahip kültürün ortaya çıkmasıdır ve bunu 19. ve 20. yüzyılda göremiyorum.“

   Osmanlı’da çok sayıda halkın yüzyıllar boyunca birlikte yaşaması bugün açısından fazla anlam taşımıyor, çünkü içiçe geçme, kaynaşma oranı oldukça zayıf. En başta din engeli var, ki o dönemde insan gruplarını kendilerini milliyetlerinden çok dinleriyle tanımlıyorlar. Ardından Batı’da burjuvazinin yükselmesinin etkisiyle birlikte öncelikle milliyete göre kendini tanımlama geliyor. Ayrıca, geçmişte birlikte yaşamaya karşın pek az karışmakta iletişim olanaklarının çok sınırlı olmasının da payı var. Sorunların, kimliklerin ve tarihlerin bu kadar çeşitlenmiş olduğu bir dünyada Osmanlı türü birarada yaşama artık mümkün değildir.

   “Osmanlı Kimliği“nden söz edilirken, devletle halk arasındaki büyük uçuruma da dikkat etmek gerekir. Şöyle ki: halk çokdinli, çokkültürlüdür, aralarında fazla bir karışma olmasa da birlikte yaşamaktadırlar; devletse böyle değildir. Osmanlı devletinin kimliği halka göre oldukça tekyanlıdır. Tabandaki çok değişik unsurların devlette birlikte yaşaması söz konusu değildir.

   Selim Deringil, kendisine yöneltilen bir soru üzerine, Türk kimliği ve kültürü için önemli bir noktaya işaret ediyor: “… burada bir algılama kopukluğu, kendisi ve karşısındaki ilişkiyi anlama ve yorumlama konusunda Osmanlıların, hâtta bugünkü Türkiye’nin bile ciddi bir eksiği vardır. Tarih bölümünde öğrenciler ile diyaloğumuzda arkadaşlara sürekli Türkiye dışındaki konularda çalışmaları konusunda telkinlerde bulunuyoruz. Bu konuda çok başarılı olamıyoruz. Çünkü herkes Türkiye üzerine çalışmak istiyor. Bugün Türkiye’de Rusya tarihi üzerine sanırım bir tek İlber Ortaylı çalışmış.“

   İnanılması zor, ama gerçek. 600 yıldan biraz fazla sürmüş bir imparatorluğun mirasçılarıyız. Cumhuriyet Türkiyesi ilk dönemlerde aksini iddia etse, Osmanlı’dan önemli bir kopuş yaşanmış olsa bile, yeni devlet üzerinde geçmişin önemli etkisinin bulunmaması mümkün değil. Türkiye bir dönem ayakta kalma, kendini düzenleme savaşı vermiş, sonra, özellikle 1990’dan sonra, zaten hiç yokolmamış olan imparatorluk özlemi yeniden, günün koşullarına göre değişik biçimde, gündeme gelmiş. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan Türk dünyası“ bu demek. Ne var ki, bu imparatorluk özleminin askeri güç -bu yetmediği durumlarda güçlü olanın gölgesinde yürümekten- başka bir dayanağı yok. Bilgi olarak neredeyse hiçbir dayanağı yok.

   Osmanlı yıllarca Ruslarla çatışmış, ardından Türkiye, bu kez Sovyetler Birliği ile, Batı’nın ileri karakolu olması nedeniyle sürekli çelişki yaşamış, ama bu ülkede Rus tarihini incelemiş olan neredeyse yok. Onu bırakalım; yıllarca içiçe yasadigimiz Yunanlıların, Ermenilerin, Arapların ya da çeşitli Balkan halklarının tarihini incelemiş miyiz? Hayır! Osmanlı’da yıllar boyunca ileri boyutlarda kendini beğenmişlik ve dışa kapalılık var. Açıldıklarında artık çok geç olmuş ve o kadar geri kalmışlar ki, taklitçilikten başka açılma yolu da bulamamışlar. Sonra, cumhuriyet dönemiyle birlikte bu çöküntüden çıkış çabası gelmiş. Anadolu, Osmanlı’nın en fazla ihmal ettiği yer. Atatürk’ün deyimiyle “geriye harabezar kalmış“. “Her tarafta baykuşlar ötüyor“ diye ekliyor. Ne var ki, bu kurtuluş çabasında seçilen kestirme yol, sosyal olgularla ilgisi olmayan kurmay subay kafası yolu, yeni ve önemli sorunlara neden olmuş. Tarihimiz reddedilmiş, yerine uydurma bir tarih almış. Bugünün Türkiyesinde bir üniversitede tarih bölümündeki öğrencilerin –tersi yöndeki telkinlere karşın- Türkiye üzerine çalışmak istemeleri doğal. Bilinçli ya da bilinçsiz bir eksikliği hissediyorlar: kendi tarihimizi bile doğru dürüst bilmiyoruz. Bu durumda, başka ülkelerin tarihini araştırmaya yönelik ilgi elbette cok az olur.

   İnanılması zor, ama gerçek, Osmanlı tarihini en iyi bilenler yabancılar, Fransızlar, Almanlar, İngilizler. Kuşkusuz onları motive eden önemli bir sömürgecilik olgusu var, ama neden ne olursa olsun, tarihte önemli etkileri olan bir halkın, Anadolu Türklerinin, kendi tarihlerini bile bildikleri söylenemez. Üniversite öğrenimi görmüş olanlar bile bilmiyorlar. Kendi tarihini bilmeyen başka neyi bilebilir ki?

   “Osmanlı dünyasında inanç bilgi ikilemi“ paneline katılanlar ise Ekrem Işın, Halil Berktay ve Süleyman Hayri Bolay. Yönetici yine Zafer Toprak. Yerimizin azlığı nedeniyle bu uzun ve önemli panelde sadece iki nokta üzerinde durabileceğiz.

   İlki; Süleyman Hayri Bolay’ın konuşmasında ifadesini bulan ve Osmanlı’ya Türk-İslam sentezi açısından bakan yaklaşımın masalcı karakteridir. Bolay; Osmanlıların bilime büyük önem verdiklerini söyledikten sonra, Batı’daki din-bilim çatışmasının Osmanlı’da olmadığını çünkü din ve bilim adamının aynı kişi olduğunu söylüyor. Şöyle diyor: “Farabî’ye İbn-i Sîna’ya, Birunî’ye, Gazalî’ye bakın; bunlar yedi sekiz yaşında hafiz olmuşlar, İslami ilimleri bitirmişler, sonra diğer dallara geçmişlerdir. Osmanlı’da da bu böyledir. Medreseler böyle yetiştiriyor. Ondan sonra matematiğe, şuna buna, neye meyli varsa öyle gidiyor. Hepsinin kaynağı da Kur’an’dır ve birleştiricilik de oradan gelmektedir.“

   Bolay, Osmanlılar’ın bazı buluşlarda Batı’dan ne kadar ileri olduklarını da örneklerle gösteriyor. Peki, Osmanlı sonunda neden bu duruma düştü; eğitimsizlik, anlayış eksikliği, dış müdahaleler gibi açıklayıcılığı olmayan cevaplar veriyor.

   Bugün de dine inanan bilim adamları var, ama din-bilim arasındaki bugünkü ilişki birkaç yüzyıl öncesindekinden oldukça farklıdir. Bugün dine inanarak ileri düzeyde bilimsel çalışma yapılabilir, çünkü din –özellikle de Hıristiyanlık- eskisine göre oldukça geri çekilmiştir, bilime karışmamaya, onunla çatışmaya girmemeye özellikle dikkat etmektedir. Din –Bertrand Russel’in belirttiği gibi- tarihi boyunca bilimle girdiği bütün çatışmaları kaybetmiştir. O nedenle, olabildiğince genel açıklamalarla yetinmekte, bilimin dünyasına girecek kadar somut açıklamalara kalkışmamaktadır.

   Birkaç yüzyıl önce böyle değildi. Müslümanlığa göre insan yaşamına daha az karışan Hıristiyanlık bile çokşeyi açıklayabileceğini iddia eder, kendi gerçeklerini dayatır, bunları yalanlayan bilim insanlarına da saldırırdı. En ünlü örnek Galile’dir, başkaları da vardır. Bu nedenle, birkaç yüzyıl önce, Kur’an’a veya başka bir kitaba bağlı kalarak gerçek bilim yapilamazdi. O zaman da bilim insanları tanrıya inanabilirdi, bu onların çalışmasını engellemezdi. Bolay’ın örneğinde sözkonusu olan tanrıya inanmak değil, dine bağlı olmaktır. Böyle bir zihniyetle bilim yapılamaz, ne dün ne de bugün. Olsa olsa elementler tablosunun Kur’an’da olduğunu göstermek gibi saçmalıklarla uğraşılır.

   Önemli bir olgu daha var: Osmanlılarda oldukca zeki ve yaratıcı insanlar vardı, bunlar –bir oranda- padişahlar tarafından da desteklendi. Ne var ki, buluşlar onlara ihtiyaç duyan bir toplumsal ortam olmadıkça fazla anlam taşımazlar. Tekstille ilgili buluşların sanayi devriminden çok önce yapıldığı söylenir. Onları üretime uygulayacak bir ortam olmadığı için unutulup gitmişlerdir. Bu tür unutulmalar Osmanlı’ya özgü değildir. Osmanlı’da burjuvazi gelişemedi. Kapitalizm öncesi üretim biçimlerinden hiçbirisi ileri buluşları değerlendirebilecek durumda değildir. Bu tür buluşlar olsa olsa fantastik bir eğlence olurlar. Aradan bunca yıl geçtikten sonra bile bu olguyu anlamayan Türk-İslam sentezcileri de başka bir fantastik olaydır.

   Panele katılan Halil Berktay’ın önemli bir konuşması var. Bir yerde şöyle diyor: “Ben burada hiç Avrupa ile karşılaştırmayacağım. Türklerin İslam kültür dairesi içindeki konumları, diğer İslami topluluklar ve toplumlarla beraber düşünüldüğünde dahi, ilim ve fikir insanları olmaları üstün yanları asla ve asla değildir. Bu anlamda Arap, Acem ve diger Osmanlı dışı İslam toplumları her zaman –Türkler hiç ilim ve fikir adamı yetiştirmemiştir demiyorum ama- fark atmıştır Osmanlı’ya. Türklerin, İslam kültür dairesi ve uygarlıkları içindeki özel yeteneklerinin, katkılarının dikkatli bir tahlili yapılacaksa, bu öncelikle, askeri ve siyasi organizasyonel yetenekleri alanında yapılacaktır.“

   Burada, konunun özüyle ilgili olmayan, Arapların Osmanlı dışı olduğu yanlışını düzeltmek gerek. Osmanlı’ya benzer birdurum şimdi de var. Türk İslamcıları özgün bir düşünür çıkaramadılar. Aynı solda olduğu gibi İslamcı kesimde de alıntıcılık ve çeviri yapıtlara dayanmak esastır. Mevdudi, Seyyid Kutub, Ali Şeriati; hiçbirisi Türk değil. Irkçı milliyetçiler, konumları gereği sadece Türk’e dayanmak zorunda olduklarından fikir ve özgünlük düzeyleri daha da geridir.

   Halil Berktay, Türklerle Ortaçağ Hıristiyan dünyasının Normanları arasında ilginç bir karşılaştırma yapıyor. “Gene, Normanlarla Türkler arasında ortak bir yan ’Kooptasyon’ ustalığıdır. Kendileri o kadar fazla ilim, fikir adamı, yaratıcı, sanatçı vs. değillerdir, ama çeşitli ilim, fikir, sanat vs. Adamlarını, o günün koşullarında sarayın çevresinde toplamakta, gittikleri ülkelerden zanaatkârları, sanatçıları, ilim adamlarını getirmekte, onları derece derece çeşitli zamanlarda Osmanlı elitine dahil etmekte çok büyük ustalık göstermektedirler.“

   Berktay’ın üzerinde durduğu diğer konular –bilinen- ama önemli şeyler: Osmanlı’nın dinsel hoşgörüsü özellikle kuruluş döneminde geçerlidir. Bu hoşgörü, Osmanlı’nın özellikle Balkanlar’da yayılmasında önemli rol oynamıştır. Ne var ki, Osmanlı’nın Safevilerle komşu olması, İslam dinindeki mezheplerin politik mücadele araçları haline gelmesi, bu hoşgörüyü bitirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulmasında önemli yeri olan Alevilerin, Yavuz döneminden başlayarak katledilmesi gündeme gelir. Bir diğer önemli konu, Osmanlı’nın esas olarak Balkanlar’da kurulmuş bir devlet olmasıdır. 1402 Ankara Savaşı yenilgisinden sonra Anadolu tümden yitirilmiş, ama Osmanli Devleti özellikle Balkanlar’daki gücü sayesinde kendini toparlamıştır. Türkiye’nin Balkanlar’a bugünkü yoğun ilgisinin tarihsel temeli budur.

   “Anatomi Dersleri: Osmanlı Kültürü“ okunup, üzerinde düşünülmesi gereken bir kitap.

 

 

Avrupa ve Türkiye’de Yazın, Sayı: 86, 1999