Şuanda 206 konuk çevrimiçi
BugünBugün5610
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13334
Bu ayBu ay13334
ToplamToplam10481758
İmparatorluk ve işçi sınıfı PDF Yazdır e-Posta


İmparatorluk önemli bir kitap, birçok yönü bulunuyor ve konumuz açısından özellikle önemli olan da burjuvazinin işçi sınıfının içindeki farklılıkları tanıyarak bunları kendi çıkarları için nasıl kullandığıdır. Bu konuda eskiden beri tecrübeli olan ABD burjuvazisine daha sonra başkaları da eklendi. 12 yıl önce yayınlanan bu tanıtım yazısı halen önemini koruyor denilebilir.

 

 

İMPARATORLUK

 

M. Hardt – A. Negri, Ayrıntı Yayınları, 3. basım, 423 s. (*)

 

 

   Kitapta o kadar çok konu ve malzeme var ki, kitabın esaslı bir eleştirisi ancak başka bir kitapla yapılabilir. Bu kapsama ulaşmayan her eleştiri –burada yapılacağı gibi- kitabın ancak belli yönlerini ele almakla kendisini sınırlandırmak zorundadır.

   İmparatorluk, önemli bir kitap. “Çağdaş bir Komünist Manifesto“ olarak nitelendirilemez, zaten yazarlarından A. Negri’de bir söyleşisinde böyle bir nitelendirmeyi doğru bulmadığını söylemişti. Kitap, bir Manifesto olmak için fazlasıyla ayrıntılı.

   Bu kitabın hangi dilden okunması önerilebilir? Sorunun nedeni, Türkçe çevirinin zaman zaman zorlukla anlaşılabilmesinden kaynaklanıyor. Bazı terimlerin Türkçe karşılıklarını bulmanın zorluğu, dilin yer yer anlaşılmaz hale gelmesine neden oluyor. Bu nedenle, İngilizce veya Almanca bilenlerin ve kitabı halen okumamış olanların, tercihan bu dillerin birisinden okumalarını salık veririz.

   Yanlış hatırlamıyorsam yıllar önce Aydın Engin, o sırada Türkçesi yeni yayınlanan Ulysess’le ilgili olarak yaklaşık şöyle yazmıştı: “Kitabı okumaya çalıştım, bir şey anlamadım. Ama kitap satılıyor ve birçok kişinin kütüphanesinde duruyor. Demek ki ’ben geri zekalıyım’ diye düşündüm.“

   İmparatorluk için de benzer bir belirleme yapılabilir. Kitap –bildiğim kadarıyla- üç baskı yaptı, hakkında çıkan yazıları –ulaşabildiğim oranda- okudum. Kitabı övenler de vardı, yerenler de; ne ki, hakkında bu kadar konuşulan kitaptan pek bir şey anlaşılmadığı inancındayım. Bu belirleme kitabı göklere çıkaranlar için olduğu kadar şiddetle yerenler için de geçerli.

   İmparatorluk sıradan bir kitap değil; geniş bir bilgi yığınını içeriyor ama bu bilginin iyi düzenlenerek anlatıldığı söylenemez. Kitabın “sarkan“ bölümleri var.

   İmparatorluk’ta en fazla üzerinde durulan olgu nedir derseniz; bu soruya kitabın adından hareketle adı imparatorluk (emperyalizm değil) olan dünya ölçeğinde yeni bir baskı düzeni şeklinde yanıt verilebilir. Kitapta en az bunun kadar üzerinde durulan bir başka olgu ise, postmodernizmdir. Kitap değişik bir postmodernizm incelemesi olarak da tanımlanabilir. Ama biz ise kitabın adıyla ilgili yanından başlayalım:

   İmparatorluk en fazla emperyalizm olgusu açısından tartışıldı. Hardt ve Negri, ulus devlet eskisine göre gücünü oldukça yitirdiği için, ulus devletle bağlantılı olan emperyalizmin sona erdiğini, yeni baskı düzeninin ancak “imparatorluk“ olarak tanımlanabileceğini savunuyorlar.

   “Emperyalizm sürmektedir“ içerikli bir yanıtın tek başına bir anlamı yok. Yazarların “ulus devletin zayıfladığı“ yönündeki saptaması doğrudur; ne ki, bu zayıflamanın derecesi ve ortaya çıkanın ne olarak adlandırılması gerektiği konusu tartışmalıdır.

   Avrupa Birligi (AB) içindeki Almanya, Fransa ve İtalya gibi en güçlü ulus devletlerin bile, ulus devletin önemli işlevleri arasında yer alan para basmak ve makro ekonomik politikalarda tümüyle olmasa bile önemli bir serbestlik içinde davranmak konularında ciddi kısıtlamalar içine girmişler, bu alandaki yetkilerini AB çapındaki organlara devretmişlerdir.

   ABD, ulusal parasını basabilse ve makro ekonomik politikalar konusunda anlaşmalarla saptanmış kısıtlamalar içinde olmasa bile, bu ülkenin ulusal devleti de eskisine göre zayıflamıştır. Uluslararası şirketlerin artan gücü ve ABD ekonomisinin “dışa bağımlılığının“ artması bunun nedenleri arasında sayılabilir.

   Ulusal devletin ortadan kalkmasından değil, devletin dönüşmesinden, uluslararasılaşmasından söz etmek daha doğru olur. Bu nedenle dünün emperyalizmiyle bugününkü arasında da önemli farklılıklar bulunmaktadır. Bu nedenle sadece “emperyalizm sürüyor“la yetinmek de hiç yeterli değildir.

   İmparatorluk’ta önemli bir başka konu, altyapı-üstyapı ilişkisiyle ilgilidir.

   İmparatorluk’ta eleştirilen “üstyapı-altyapı ilişkisinin mekanik uygulaması“ değildir. Buna göre, üstyapı altyapının yansımasıdır. Oysa ki, marksist teoriye göre de, her ne kadar üstyapı altyapının sonucu olsa bile, onu etkiler de. Yazarların eleştirisi, altyapının ekonomiden ibaret olmadığıdır. Politika ve kültür de en az ekonomi kadar altyapının unsurlarıdırlar. Politika ve kültür, ekonomi tarafından belirlenen –ayrıca onu “diyalektik olarak etkileyen“- üstyapı unsurları değildirler. Bu belirleme, Hardt-Negri’ye ait değildir; bu konuda yıllardan beri geniş bir literatür oluşmuştur.

   Politika ve kültürün altyapı unsurları arasında yer alması birçok olayın analiz edilebilmesi için önemlidir. Örneğin, Fromm’un sözleriyle, “Alman faşizmi ekonomik olduğu kadar psikolojik bir olgudur.“ Halkın bu kadar büyük oranda benimsediği ve desteklediği bir rejimi sadece ekonomik temelde açıklayamazsınız.

   Son dönemden iki örnek verilebilir: İlki, Almanya seçimleridir. Bu seçimlerin başka yönleri de var, ama Yeşiller’in durumuna bakmak yeterlidir. Koalisyon ortağı olduktan sonra önceden sahip olduğu özelliklerin tersi yönünde hareket eden bu parti, yokolmaya yönelmedi, tersine tarihinde görmediği yükseklikte bir oy oranına ulaştı. Bunu ekonomik faktörlerle açıklamak mümkün değildir. Bence –SPD’lilerin bir bölümü mevcut koalisyonun sürmesi için Yeşiller’e oy vermiş olsa bile- Yeşiller’in başarısı Fischer’in Almanya’yı yeniden bir dünya devleti durumuna getirme çabalarıyla yakından ilgilidir. Esasen Fischer de ülkenin en sevilen politikacısıdır.

   İkinci örnek, Türkiye seçimleridir. İnsanların kimlik sorunundaki gelişimi ve genel psikolojik durumunu dikkate almadığınızda önemli noktalar açıklama dışı kalır. Tarihinin en büyük ekonomik bunalımını yaşayan ülkede sosyal demokrasi bile halktan yeterli destek bulamıyor, sosyalist sol, güçlenmek bir yana, iyice gerilemis durumda. “Light müslümanlık“ ise yükseliyor. Halkın büyük bir kesiminin kaydığı yan sol değil, sağ. Dahası, bu kayış mücadele sonucu solun kaybetmesiyle ortaya da çıkmadı. Keza hiçbir altyapısı ve geçmisi olmayan Genc Parti’nin şişirmeye dayalı propaganda, mitinglere şarkıcıları çağırmak ve pilav üstü döner vermekle birçok partiyi geride bırakması da ekonomik durumla açıklanamayacak bir olgudur.

   Birçok ülkede kültür ekonomiyle içiçe girmiştir. “Kapitalizm sadece ekonomik bir sistem değil, aynı zamanda bir kültürdür“ belirlemesi de bunu ifade etmektedir.

   Postmodernizm konusunda kitabın oldukça gerçekçi bir yaklaşım içinde olduğu söylenebilir. Özellikle kapitalist üretimdeki gelişmeyle postmodernizm ilişkisi oldukça iyi anlatılmış. Yazarlar, örneklerine sık sık rastlandığı gibi, postmodernizmi küçümsemek yerine, onun çeşitli toplumsal alanlardaki görünümlerini incelemeye ve sonuçlar çıkarmaya çalışıyorlar. Postmodernizm için “çağdaş kapitalizmin kültürü“ denilir. Oysa ki, postmodernizm kültürden oldukça daha fazlasıdır; sanayi üretiminden mimarlığa, edebiyattan felsefeye kadar her alanı etkilemiştir. Postmodernizmin yukarıdaki tanımlaması bazen gizli bir küçümsemeyi de içerir.   Postmodernizm kapitalizme aittir de modernizm başka bir yere mi aittir? O da kapitalizmin erken döneminin simgesidir.

   Negri ve Hardt postmodernizmin modernizmin Jakoben olmayan çeşidinin karşıtı olduğunu belirtiyorlar ve bu karşıtlığı inceliyorlar. Çıkardıkları önemli sonuçlar var. Bunlardan bir tanesi, diyalektiğe ilişkindir.

   Yazarlara göre, diyalektik sorunları ikilemlere hapseder; bu nedenle de diyalektiğin sorunları postmodernizmin ortaya çıkmasından önce, örneğin 1960’li yıllarda sömürgelerin kuruluş mücadelesi yazarlarından Fanon’un yazılarıyla başlar, sonra gelişir:

   “Daha da kesin bir dille, en tutarlı haliyle bu çeşitli teorik karşı çıkışlar, modern tahakküm, dışlama ve hâkimiyetin merkezi mantığı –hem farklılığın çokluğunu ikili zıtlara havale eden hem de bu farklılıkları sonunda birlikçi bir düzene hapseden bir mantık- olarak diyalektiğe bir meydan okuyuşta birleşir. Şayet modern iktidar diyalektikse, bu mantığa göre, demek ki, postmodernist proje zorunlu olarak diyalektik-olmayandır.“

   İmparatorluk, modernliğin ikili yapılarıyla diyalektik arasındaki bağı değişik vesilelerle vurguluyor.

 

   TARİHİN TEKERLEĞİ

   İmparatorluk’ta ifade edilen görüşlere katılırsınız ya da katılmazsınız, ama bundan bağımsız olarak kitabın en güzel yani, Marx’a çok az referans vererek dünyayı açıklamaya çalışmasıdır. Görüşleri bu açıklamaya temel oluşturanların bir bölümü Marx’tan önce –Spinoza gibi- yaşamıştır, önemli bir bölümü ise –Foucault gibi- 20. yüzyılın ikinci yarısının kişileridir. Hardt ve Negri, marksizmin önemli birçok yanının neden artık geçerli olmadığını açıklarlarken, kitabın sonunda Marksistmiş gibi görünmek anlamına gelecek ifadeler de kullanmışlardır, ama bu o kadar da önemli değildir. Önemli olan “öyleyim“ ya da “değilim“den öteye, bugünü açıklarken dayanılan kaynaklardır. Dayanmaya çalıştıkları temeller –bunlardan çıkardıkları sonuçlar nasıl olursa olsun- doğrudur.

   Marksistler uzun zamanda beri bugünkü dünyayı anlamıyorlar; bilimsellik iddiasındalar ama hayat sürekli olarak görüşlerinizi yalanlarken, geçmişe sığınıp iddialarda bulunmak ne kadar anlamlıdır?

   Tarihin tekerleğinin dönme yasalarını bildiğini iddia edip sonra da o tekerleğin altında kalmış olmak kötüdür; daha da kötüsü halen o yasaları bildiğini iddia eden biricik doğru kuram olduğunu iddia etmektir. Buradan hareketle, marksizmin bilimsel bir teoriden ziyade bir çeşit kimlik durumuna geldiği söylenebilir. Önemli bir gelişme gösteremeyen bir kimlik… Bu gelişmeyi gösterdiği zaman dönüşmek zorundadır…

   Hardt ve Negri doğru bir yaklaşımla asıl çabalarını marksizmi eleştiri üzerinde değil, günümüzün analizinde yoğunlaştırmışlardır. Başka türlü bir yaklaşım ancak verimsiz olarak  adlandırabilirdi. Günümüzün analizinde önemli atlamalar olsa bile, yaklaşım doğrudur.

   Bu atlamalardan belki de en önemlisi, yaşamış sosyalizmin çözülme nedenleriyle ilgilidir. Günümüzün analizi açısından büyük önem taşıyan bu konuda yazarlar –içerik olarak doğru- birkaç cümleden ötesine gitmemektedirler. Yaşanmış sosyalizmin çözülmesinin asıl nedeni, taşıdığı iç çelişkilerdir. Bu nedenle de “yıkılma“dan çok “çözülme“den söz etmek gerekir. Kapitalist ülkelerdeki fordist sanayi örgütlenmesiyle SSCB’deki üretim örgütlenmesi arasındaki önemli benzerlikler, bir tarafın Fordizmi aşması, diğerinin aşamaması ve bunun çözülmeyi hızlandırması… Aslında çağdaş kapitalizmin analizi, değişik yönden bir yaklaşımla, sosyalizmin çözülmesi temel alınarak da incelenebilirdi.

   İmparatorluk, neredeyse her ülkede rastlanan solun sosyalizmle ilgili önemli bir yanılgısından –eksik değerlendirmesinden- uzak duruyor: Sosyalizm ve demokrasi birbirinden ayrılamaz. Bazıları sosyalizmin çözülmesini esas olarak demokrasi eksikliğine bağlıyorlar. Gerçekte ise tersini söylemek mümkündür: Sosyalizmin yaklaşık 74 yıl yaşayabilmesi ancak demokratik olmamasıyla mümkün olabilmiştir. Eğer çoğunluk iradesine saygı gösterilseydi, çözülme daha çabuk olurdu. Örneğin 1968’de Çekoslovakya’da Dubçek taraftarları parti kongresi için seçilen delegelerin çoğunluğunu kazanmışlardı. Varşova Paktı ülkeleri de bu nedenle ülkeye müdahale ettiler, aksi durumda çözülme 1989 yılından yaklaşık 20 yıl önce başlayacaktı.

   Hardt ve Negri İmparatorluk’a karşı dünya çapında bir direnişin gerekli olduğunu savunuyorlar. Artık dışarısı yoktur, İmparatorluk her yanı kaplamıştır. Bu nedenle direniş de küresel olmak zorundadır. Ek olarak, bir ülkede imparatorluktan kopmanın mümkün olmadığını da söylüyorlar. Burada kitabın bir başka zayıf yanı ile karşılaşıyoruz. Teorik düzlemde gelişmiş görüşlere sahip olanların pratikte de benzer bir durumda olmaları gerekmiyor. Pratiğin de kendi teorisi vardır ve –yazarların da belirttiği gibi- önemli sorunların çözümünde tek başına teori hiçbir zaman yeterli olmamıştır. 

   Olabildiğince yaygın bir muhalefetin zorunlu olduğu açık, ama buradan hareketle radikal sosyal değişimlerin ancak dünya çapında olabileceği gibi bir sonuca ulaşmak epeyce zorlama olur. Burada yapılabilecek klasik itiraz, tek ülkede ya da dünyanın bir bölümünde sosyalizm deneyiminin başarısızlıkla sonuçlandığı şeklinde olabilir. Troçkizm, çözülmenin ardından Marksizmin tek kurtarıcısı gibi görünebilmektedir: Eğer küresel bir devrim olsaydı, böyle olmazdı! Ama olmadı, dahası, buna teşebbüs bile edilemedi. Oldukça eski bir tarihe sahip olan bu izm’in neden böyle olduğu hakkında daha kapsamlı bir sorgulamaya ihtiyacı vardır, ama o zaman da teoriye –Marksizme- dokunmak zorunda kalınacağı için böyle bir yönelime girilemez.

  

   GÖÇMENLİK

   Kitapta çağdaş göçmenlik konusu –bütünsel olarak olmasa da- sık sık söz konusu ediliyor. Aşağıdaki uzun alıntının yoruma ihtiyacı olmasa gerekir:

   “Aslında patronlar her bir fabrikada ve her bir madende farklı ulusal kökenli işçilerin dikkatlice hesaplanmış oranda bir araya getirilmesinin güçlü bir denetim formülü olduğunu görmüştü. Her çalışma grubundaki dilsel, kültürel ve etnik farklılıklar istikrar sağlıyordu; çünkü bunlar işçi örgütleriyle mücadelede bir silah olarak kullanılabilirdi. Potanın kimlikleri eritmemesi ve her bir etnik grubun farklılıklarını koruyarak ayrı bir cemaat olarak yaşamını sürdürmesi patronların çıkarınaydı. (…)

   … Çeşitli etnik köken ve kimlik çizgileri boyunca uzlaşmaz çelişkiler ve bölünmelerin kârı arttırdığı ve denetimi kolaylaştırdığı görülmüştür. Yalnızca Avrupa’da değil Afrika, Asya ve Amerika kıtalarında da, yirminci yüzyılın sonunda etnik ve ulusal farklılıkların yeniden ortaya çıkışı, İmparatorluğun karşısına sürekli bir akış halinde olan sayısız değişkenli çok daha karmaşık bir denklem çıkarmıştır. Bu denklemin tek bir çözümünün olmaması hiç de dert değildir; tam tersine, olumsallik, hareketlilik ve esneklik İmparatorluğun gerçek gücüdür. Emperyal ’çözüm’, bu farklılıkları yoksamak ya da küçültmek değil, aksine onları olumlamak ve etkili bir komuta aygıtı içinde düzenlemek olacaktır.

   Bu yüzden emperyal stratejinin doğru formülü ’böl ve yönet’ değildir. İmparatorluk, en azından, bölünme yaratmak yerine var olan ya da potansiyel farklılıkları tanır, onları kutlar ve genel bir komuta ekonomisi içinde düzenler. İmparatorluğun üç buyruğu şudur: İçine al, farklılaştır, yönet.“

   Değişik ülkelerden göçmenlerin birleşmesi neden bu kadar zordur? Avrupa Birliği içinde değişik ülkelerdn sermayelerin biraraya gelmeleri, ulusal sermayelerin artan oranda uluslararasılaşması söz konusu iken, aynı durum neden işçiler ve genel olarak emek için söz konusu değildir? Sermaye neden yıllardan beri emekten daha enternasyonalisttir?

   İmparatorluk’u okuyun; en az yirmi kitabı daha okumak ihtiyacı duyacaksınız.

 

 

Avrupa ve Türkiye’de Yazın, Sayı: 101, 2002