Şuanda 300 konuk çevrimiçi
BugünBugün5711
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13435
Bu ayBu ay13435
ToplamToplam10481859
Gezi'nin birinci yılı... PDF Yazdır e-Posta


Zaman olarak böyle bir belirleme yapılabilir, ama sadece zaman olarak… Gezi sürekli bir olaydır, bu nedenle de yıldönümü ancak zaman olarak vardır. Gezi protesto etmek, itiraz etmektir, sesini yükseltmektir, iktidara sürekli sorun yaratmaktır. Başka bir deyişle her gün vardır ve dünyanın her yerinde vardır. Nerede, ne zaman ve nasıl ortaya çıkacağı bilinmez… Bu nedenle herkese posta atmayı alışkanlık haline getirmiş bir başbakan ve çevresi bir yıldan beri Gezi sendromundan kurtulamamıştır ve kurtulamayacaktır…

Son örnek ABD’de oğlunun diploma törenine katılan Cumhurbaşkanına, “böyle bir devletin yöneticisi olmaktan utanmıyor musunuz?” sorusudur. Sadece Türkiye ve Kürdistan’da değil, dünyanın neresine giderseniz gidin, Gezi’den kurtulamayacaksınız. Hakaret edeceksiniz, küfür edeceksiniz, posta atacaksınız; önemli değil, o korku içinizde hep var olacak…

Gezi’yi 15-16 Haziran 1970’den ayıran önemli bir özellik, Gezi’deki yaygınlık ve sürekliliktir.

Gezi’nin birkaç kalıcı etkisi oldu:

Birincisi: 12 Eylül 1980’den sonraki uzun aranın ardından Türk halkı tarihe döndü. İtiraz etmesini, sesini çıkarmasını öğrendi.

Bu saptamaya karşı çıkılabilir ve Gezicilerin toplumun azınlığı olduğu söylenebilir. Ben de aksini söylemiyorum. Biz halen azınlığız ama eskisinden farklı olarak marjinal bir azınlık değil, sesini duyurabilen bir azınlığız. Eskiden marjinal azınlığın ne yaptığı, neye taraftar ya da karşı olduğu kendisinden başka kimseyi ilgilendirmezdi. Gezi’den beri durum böyle değil; herkes duyuyor, duymak istemeyen bile duymak zorunda kalıyor.

Gezi’den önce ancak başkalarını ikna ederek büyüyebilirdin. Gezi’den sonra süreç tersine döndü… Büyüdüğün oranda başkalarını da ikna edebiliyorsun. Hareketin kendisi, başarının kendisi inandırıcı olmaya başladı. Sürekli konuşan ama yapamayan, küçük bile olsa yapamayan ve dolayısıyla da ciddiye alınmayan minik toplulukların yerini; sayıca az ama yapabilen topluluklar aldı.

Gezi sadece Taksim’de değil, ülkenin değişik yerlerinde kendini çoğalttığı oranda büyüyor.

Burada önemli olan noktalardan bir tanesi, karşı tarafın ne dediğine aldırmamak, cevap verdiğinde ise alay ederek cevap vermektir.

Mesela, “Gezi paralel yapının işi”ymiş!

Bu tür saptamalar kendini ve çevresini ikna amaçlıdır. Bunu sana değil kendisine söylüyor; bunu unutmamak gerekir.

İkincisi: Gezi dünya çapındadır. Böyle bir gelişme Cumhuriyet tarihinde ilk defa oluyor. Dünya çapında olmaktan kasıt, ülkelerinden göç etmiş ya da etmek zorunda kalmış, diasporada yaşayan Türklerin ve Kürtlerin protestolar düzenlemeleri değildir. Bu durum yıllardan beri bulunuyor. Değişik olan, başka halkların yaptıkları eylemlerdir. Değişik ülkelerdeki çok sayıda basın ve yayın organının Gezi’ye yer vermesi ve hatta ilk yıldönümünü ve ülkede olanları duyurmasıdır.

Geziciler…

Ülkedeki taraftar sayısını yeterli bulmayabilirsiniz…

Haklısınız, eskisine göre hayli çoğaldık ama yine de azız…

Ama sayınıza değişik ülkelerde hiç tanımadığınız insanları da katmalısınız.

Gezi olmasaydı ne ülkede ve hele de dünyada Soma katliamı ile bu düzeyde dayanışma olmazdı.

Küba, Bolivya ve Venezuela’da madencilerin iş bırakma eyleminin yanı sıra, maden sendikaları uzun açıklamalar yayınlayıp TC hükümetini ve işvereni kazanç amacıyla işçi katili olmakla suçlamazdı.

Üçüncüsü: Bu ülkede sürekli olarak kadın ölümlerinden söz edilir…

Doğrudur ama eksiktir. Bu ülkede kadın cinayetleri kadar sistematik ve yaygın olan işçi cinayetleri de var ve denilebilir ki, kadınların hemcinslerinin öldürülmesine karşı çıkması, işçilerin sınıfdaşlarının öldürülmesine karşı çıkmasından fazladır.

Dün İstanbul’da bir inşaatta üç işçi öldü…

Normal günlük haberlerden bir tanesi… Trafik kazası oldu gibi bir şey…

Gezi beyaz yakalılara ve Kürt halkına ulaştı; işçi sınıfına henüz pek az ulaşabildi.

Gezi olmasaydı Soma için bu kadar protesto da yapılmazdı.

Dördüncüsü: Gezi, Kürt ve Türk halkları arasındaki bağı da güçlendirdi. Birbirinin mücadelesine destek olmak anlayışı yine de yeterli olmamakla birlikte geçmişe göre büyük artış gösterdi. Gezi’nin Dersim ve Diyarbakır’da kendini çoğaltması kimin aklına gelirdi? Ya da Gezi’nin Roboski’nin hesabını soranlar arasına katılması…

Beşincisi: Gezi’den yanlış beklentiler de az değil…

Efendim neymiş; Gezi’de işçi sınıfı önderliği yokmuş…

Bugünkü gelişme aşamasında işçi sınıfı sendikal sorunlarına sahip çıksın, yeterlidir.

Eskiden işçiler kendiliklerinden ancak sendikal bilince ulaşabilir, denirdi.

Bu saptamayı değiştirmek gerekir: işçilerin –özellikle de ülkemizde- kendiliklerinden sendikal bilince ulaşması bile mümkün değildir. Bunun için bu sınıfa bilinç götürülmesi gerekir.

1960’lı yılların ikinci yarısında sarı sendika Türk-İş’ten DİSK’e geçmek isteyen işçiler fabrika fabrika direnmek zorunda kalırdı. Patron lokavt ilan eder, fabrika işgal edilir, polisle çatışılırdı. DİSK o zamanlar devrimci bir sendikaydı ve büyük oranda kendiliğinden işçi eylemi, büyük üretim birimlerinde DİSK’e yöneliyordu.

Zamanın Demirel hükümeti DİSK’i tasfiye etmek için sendikalar yasasını değiştirmeye kalkınca 15–16 Haziran gerçekleşmişti.

Sendikalaşma oranının yüzde on bile olmadığı ve gittikçe daha da azaldığı bugünde ise bunlar tarihte kaldı.

Geçmişin methiyesi marşlarla sürebiliyor ancak… Bugüne yansıyan pratiği bulunmuyor.

Altıncısı: Gezi, toplumun her tarafını etkileyen sürekli ve ülke ile sınırlı olmayan yaygın bir olaydır. Buradan çıkan sonuç, Gezi’nin kendisinin değil, değişik alanlardaki etkisinin örgütlenebileceğidir.

Politik örgütlerin önderliğinde gerçekleşmediği için kendiliğindenci yönü ağır basan bir harekete politik olarak örgütlü bir özellik kazandırmaya çalışmak sonuçsuz bir çaba olarak kaldı ve kalacaktır. Gezi’nin etkileri örgütlenebilir, Gezi’nin kendini çoğaltma biçimleri örgütlenebilir… Soma eyleminde olduğu gibi…

Yedincisi: Gezi’den büyük demokratikleşme hamlesi beklememek gerekir. Tartışıp karar almak, forumlar vb. kısa ömürlü girişimlerdir. Gezi’nin toplumun demokratikleşmesine katkısı olmuştur, en azından itiraz kültürünün önünü açmıştır, ama bunu abartmamak gerekir.

İnsanlar pratiğin teorisini okumadıklarında bu tür sapmalar normaldir. Solcumuz inatçıdır, özellikle öğrenmemek konusunda hayli inatçıdır. Dirençlidir, buna kuşku yok ve en büyük direncini de öğrenmeye karşı gösterir.

Soru: tarih boyunca değişik ülkelerde ortaya çıkan kitle eylemlerinin tümünde şura, meclis ya da Sovyet tipi örgütlenmeler görülmüştür. Bunların tümü kısa ömürlü olmuştur ve nedenleri üzerinde düşünülmesi gerekir.

Bir neden, iktidarın baskısıdır. Bu neden etkilidir ama tek neden olamaz, çünkü şura, meclis ya da Sovyet tipi örgütlenmenin bileşenleri de uzun süre bir arada bulunamamaktadır. Örgütlenme tıkanmakta, kendini tekrarlar duruma dönüşmekte ve dağılmaktadır.

İlgili dergide henüz yayınlanmadığı için tamamını aktaramayacağım “politik psikoloji” başlıklı bir yazımdan konuyla ilgili kısa bir bölüm aktaracağım:

“Paul Federn, 1919’da yukarıda anılan yazısında otoriter aile ile tarih boyunca Sovyet ya da şura tipi örgütlenmenin başarısızlığı arasında bağlantı kurar. Bütün önemli halk hareketlerinde başlangıçta şura tipi örgütlenme ortaya çıkmakla birlikte uzun yaşayamamıştır. Bunun önemli bir nedeni, halk hareketinin bastırılması ve şuraların dağıtılması ise; bir başka önemli nedeni de, buna yeterince sahip çıkılmamasıdır. Kurucu olanlar bir süre sonra bu örgütlenme tipinden uzaklaşmaya başlarlar.

Otoriter ailede büyüyen insanların bilinçaltına otoriterlik özlemi yerleşmiş durumdadır ve şura tipi örgütlenme de bu özleme terstir. Bu tür örgütlenme uyan değil kendi görüşünü savunabilen, bir başkasının emirlerine itaat edeni değil itiraz edebilen insanı gerekli kılar. Şura tipi örgütlenme –ki halkın kendi kendisini yönetmesini esas alır- gelişmiş bir kişiliği gerektirir ve bu nedenle de tarih boyunca başarılı olamamıştır.

Federn toplumsal demokratikleşme ile ailede demokratikleşmenin yakın ilgisi üzerinde durur. Ailede demokratikleşmeye dayanmayan bir toplumsal demokratikleşme güdüktür ve sürekli olarak ciddi bir otoriterleşme eğilimini içinde barındıracaktır.”

Federn bunu 1919’da yazmış; konu 1930’lu yıllarda, Naziler döneminde güncellik kazanmış; 1960’lı yıllardan başlayarak ise sosyal psikolojinin sosyolojiye dahil edilmesinin neden zorunlu olduğu açıklamalarıyla gelişmiş…

            Sosyal psikoloji konusunda ciddi olarak çalışmadan çok sayıda toplumsal olayı anlayamazsınız; Gezi’yi de anlayamazsınız…