Şuanda 198 konuk çevrimiçi
BugünBugün5603
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13327
Bu ayBu ay13327
ToplamToplam10481751
Marksizm ve kaybolan gelecek (6): üretici güçler PDF Yazdır e-Posta


Marksizm toplumları üretici güçleri geliştirme düzeyine göre sınıflandırır. Üretim tarzlarının tarihinde daha sonra gelen kendisinden öncekilere göre üretici güçlerde daha ileri bir gelişme düzeyini temsil eder. Marx ve Engels serbest rekabetçi dönemde kapitalizmin vahşi yöntemler kullanarak da olsa feodalizme nasıl çözdüğünü ve üretici güçlerde nasıl büyük bir ilerlemeyi gerçekleştirdiğini yapıtlarında çok kere örnekleyerek anlatmışlardır.

Kapitalizm, sömürgecilikle de olsa, tarihin kenarında kalmış toplumları çözerek, onların iç yapısında kendisine bağımlı ve çarpık da olsa kapitalizmi geliştirerek, bu toplumları tarih sahnesine çıkarır. Marx’ın İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan’daki işlevi üzerine yazdıkları ortadadır. Aynı anlayışı Engels, Fransa’nın Cezayir’i işgal etmesi üzerine, İngilizce yayınlanan Çartist gazete Northern Star’ın 22 Ocak 1848’de 535 nolu sayısında çıkan yazısında da ifade eder. Yazının başlığı yeterince açıklayıcıdır: “Defence of Progressive Imperialism in Algeria – Cezayir’de İlerici Emperyalizmin Savunulması.”

Engels bu yazısında Fransa’nın Cezayir’de uyguladığı vahşeti anlatırken, “bunun kabile şeflerinin vahşetine tercih edileceğini” de belirtir.

Kapitalizmin tekelci aşamaya ulaşarak gericileştiği tekelcilik döneminde ise Lenin, kapitalizmin artık üretici güçlerin gelişmesini engellediğini şöyle gerekçelendirir: serbest rekabetçi dönemde tek ya da az sayıda üretici piyasaya hakim olmadığı için üretim tekniğini geliştirip fiyatları düşürerek gerçekleşen rekabet vardı. Tekelci dönemde ise bundan söz edilemez. Tekelci dönemde az sayıda üretici piyasaya egemendir ve tekel karı elde etmeleri için üretici güçleri eskisi gibi hızlı geliştirmeleri gerekmez. Tersine bu güçlerin gelişmesini engellerler. Tekel karı piyasaya başka üreticilerin girmesini engelleyerek de sürdürülebilir.

Benzer bir anlayışı Sweezy-Baran da 1960’lı yıllarda savunacaklardır. Tekelci dönemde serbest piyasada oluşan fiyat vasıtasıyla elde edilen kar değil, tekel karı söz konusudur. Fiyatlar da tekel fiyatıdır çünkü az sayıda firma piyasada hakim olduğu için fiyatı belirleyebilmektedir.

Gerek Marx-Engels ve gerekse de Lenin dönemindeki sosyalist toplum anlayışında, sosyalizmin üretici güçleri daha hızlı geliştireceği savunulur. Sosyalizmin kapitalizmden daha ileri bir toplumu temsil etmesi, Marksizme göre, ancak üretici güçlerde daha ileri bir gelişme aşamasına ulaşmasıyla mümkündür. Lenin, ek olarak, sosyalizmin, tekelcilikte olduğu gibi üretici güçlerin gelişmesine engel olmayacağını, sosyalizmde üretici güçlerin bütün hızıyla gelişeceğini savunur.

Bu anlayış daha sonra da bütün komünist örgütlerin programlarında yer alır: devrimden sonra üretici güçler hızla gelişecektir.

Burada üretici güç kavramını açıklamak gerekir çünkü yazının sonraki bölümü için gerekli olacaktır.

Üretici güçlerin gelişmesi, emek verimliliğinin gelişmesi demektir.

Üretici güç denildiğinde bunu teknikle sınırlandırmamak gerekir. Teknik gelişme, bu tekniği kullanan insanın gelişmesi ve üretim örgütlenmesi birlikte düşünülmelidir.

Örneklersek, 20. yüzyıl başlarında ABD’de fordist (akarbant sistemi) üretim tekniği büyük üretim artışı sağlar. Bu teknikle birlikte taylorist iş örgütlenmesi (merkezi disiplin) de gerçekleşir. Fordizm ve Taylorizm birliktedir, birisi ötekini gerektirir.

Lenin’in son yazılarını okursanız, bu tekniğe ve iş örgütlenmesine hayran olduğunu görebilirsiniz. O yıllarda üretimi en fazla artıran teknik ve iş örgütlenmesi böyledir.

 

REEL SOSYALİZMDE NE OLDU?

Bu tarihi üretici güçlerin gelişmesi ekseninden hareketle kısa başlıklarla anlatmaya çalışayım:

1917 Ekim Devrimi’ne Alman sosyal demokratlarının yönelttiği en önemli itiraz, yarı feodal bir ülkede sosyalist devrim yapılamayacağı yönündeydi. Rusya’da üretici güçlerin gelişme düzeyi sosyalist devrim için uygun değildi ve böyle bir devrim yapılsa bile işçi sınıfının iktidarda kalabilmesi mümkün değildi.

Ekim devrimini destekleyen Rosa Luxemburg da benzer görüştedir: Bolşevikler demokratik olarak yapılacak ilk seçimi kaybedecektir çünkü işçiler Rusya’da küçük bir azınlık durumundadır. Burjuvazi bu ülkede gelişme potansiyelini tüketmemiştir.

Başka bir deyişle burjuvazi Rusya’da üretici güçleri geliştirebilecek durumdadır ve Rusya 1917’de sosyalist bir toplum kuruluşuna hazır değildir.

Burada marksizmin toplumları üretici güçlerin gelişme düzeyine göre sınıflandırmasından kaynaklanan anlayışı açık olarak görmek mümkündür. İşçiler Rusya’da iktidarı alabilirler ama orada tutunamazlar çünkü ülkenin gelişme düzeyi kapitalizmden sonra geleceği öngörülen sosyalizmin kuruluşu için uygun değildir.

Lenin bu görüşlere önemli bir cevap verir ve içerik olarak der ki: sosyalizmin gelişmiş üretici güçler temelinde kurulacağı doğrudur, ama bu düzeye ancak kapitalizmle ulaşılabileceği hiçbir yerde yazmıyor. Üretim araçlarının kolektif mülkiyeti temelinde bu aşamaya kapitalizmden daha hızlı ulaşılabilir.

Lenin’in bu saptaması SSCB’nin ve sonraki tüm reel sosyalist ülkelerin tarihini belirledi. Üretici güçlerin gelişme düzeyinin geri olduğu bir ülkede de sosyalist devrim yapılabilir. Bu devrimin ardından üretim araçlarında özel mülkiyetin kaldırılması ve merkezi planlamayla üretici güçler büyük hızla geliştirilebilir ve ülke sosyalizme hazır duruma getirilebilir.

Teori buydu, peki pratikte ne oldu?

Bu soru önemlidir, çünkü hiçbir teori yaşamış olduğu pratikten ayrı ve hatta ondan bağımsız olarak değerlendirilemez. SSCB’de 74 yıl, Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinde 44 yıl komünistler iktidardaydı ve bu teoriyi hayata uyguluyorlardı.

Üretim araçlarında özel mülkiyetin kaldırılması ve merkezi planlamayla üretici güçlerin büyük bir hızla gelişeceği görüşü ilk dönemde başarı kazandı.

SSCB’de devrimin ardından iç savaş yaşandı, sonra NEP ya da devlet kapitalizmi uygulandı ve ardından kolektifleştirme ve merkezi planlamaya geçildi. 1941 yılında Nazi Almanyası SSCB’ye saldırdığında, SSCB artık bir sanayi ülkesiydi. Yirmi yıldan az bir zaman içinde dünyanın altıda birini kaplayan bu büyük ülke yarı feodalizmden sanayi toplumuna geçmişti.

SSCB, ABD ve Almanya gibi dönemin ileri sanayi toplumları içinde yer almıyordu, emek üretkenliğinde onların gerisindeydi ama artık aynı düzlemdeydi denilebilir. Artık yarı feodal bir ülke değildi, bir sanayi toplumuydu.

Birinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1918 yılından İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1939’da kadarki 21 yıl içinde kapitalist sistem ciddi bir kriz içindeydi. Savaşın yarattığı yıkımın yanı sıra 1929-1933 büyük dünya ekonomik krizi de bütün kapitalist ülkeleri vurmuştu. Bu dönemde emperyalist ülkeler ağırlıkla kendi sorunlarıyla uğraşıyorlardı ve bunların dışında kalan ülkeler için görece serbest bir dönemin varlığından söz edilebilir. SSCB bu dönemi iyi değerlendirdi.

Türkiye’de Kemalist ve Arjantin’de Peronist kalkınma anlayışları da bu dönemde belirli oranda başarılı oldular denilebilir. Bu başarı SSCB’ninkiyle karşılaştırılamayacak kadar düşüktür ama sonuçta mevcuttur.

Nazileri yenen asıl güç Kızıl Ordu idi ve zaferin kazanılmasında SSCB’nin sahip olduğu savaş tekniğinin de önemli rolü bulunmaktadır.

Savaşın ardından savaşın yıkımının ortadan kaldırılması ve hayatın normalleşmesinde de SSCB ve artık sosyalist sisteme katılan Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri başarılı oldu.

1950’li yıllarda sosyalizmle ilgisi bulunmayan Batının önde gelen ekonomistleri bile, SSCB’nin üretici güçlerin geliştirilmesinde zaman içinde dönemin en ileri (bu ülke ABD idi) ülkesine yetişip geçeceğine inanıyordu.

İlk uzay aracı Sputnik’in fırlatılması ardından uzaya ilk insanın SSCB tarafından gönderilmesi bu inancı pekiştirdi denilebilir.

Otuz yıl sonra, 1980’li yıllarda ise bambaşka bir durum söz konusuydu.

Sosyalist ülkelerdeki emek üretkenliği ABD ve Batı Almanya gibi emperyalist bloğun önde gelen ülkelerinden hayli gerideydi. Sosyalist ülkeler arasında en ileri olduğu kabul edilen Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde üretici güçlerin gelişme düzeyi Batı Almanya’nın yüzde 40’ı kadardı.

Askeri teknoloji konusunda SSCB, ABD’den geride değildi. Aralarında bazı farklılıklar olabilir ama sonuçta aynı gelişme düzlemindeydiler. Askeri teknoloji dışında ise arada gittikçe büyüyen bir farklılık bulunuyordu.

Şöyle bir örnek vereyim: askeri teknolojide bilgisayar kullanmakla, dayanıklı ve dayanıksız tüketim malları üretiminde ve hizmet sektöründe bilgisayar kullanmak birbirinden ayrıdır. SSCB ve en ileri ülke sayılan DAC bile üretimin bilgisayarlaştırılmasında başarılı olamadı.

Kendi bilgisayarını –ABD ve Batı Almanya’daki kadar yetkin olmasa da- üretebilmek, onu üretimde kullanabilmek anlamına gelmiyor.

Burada sosyalist üretimin ciddi açmazları konusuna geliyoruz. Bunlar birdenbire ortaya çıkmadı, tersine birikerek çözülemeyecek düzeye ulaştı.

Bu süreci yazının sonraki bölümünde anlatacağım…