Şuanda 336 konuk çevrimiçi
BugünBugün5760
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13484
Bu ayBu ay13484
ToplamToplam10481908
Binyıldan yüzyıla Anadolu Türkleri PDF Yazdır e-Posta


Yazı, 14 yıl önce, Alt Emperyalizm ve Türkiye başlığını taşıyan kitabım bittikten sonra yazılmıştır. Anlatılan, Türkiye’nin alt emperyalizminin ilk evresidir. Parti ANAP, ideoloji Türkçülük,hedef alan da Kafkasya ve Orta Asya’dır. İlk evre tümüyle olmasa bile büyük oranda bayarısızlıkla sonuçlanacak ve yerini AKP ile İslamcılığın ön planda olduğu, hedef alan olarak Ortadoğu’nun öne çıktığı ikinci evre alacaktır. Ekonomik gücün de ilk evreye göre önemli oranda arttığını eklemek gerekir.

 

 

Binyıldan Yüzyıla Anadolu Türkleri

 

   2000 yılı, sadece yüzyıllık bir dönemin, 1900-1996’un değil, bin yılın, 1000-1999’un da bitişi, üçüncü binyıla girişi simgeler. Bu nedenle, son aylarda, geride kalan yüzyılın yanısıra, binyılı değerlendiren kitaplar da yayınlanıyor. Yüzyıl oldukça ayrıntılı değerlendirilebilirken, binyılın başlıca olaylarını belirtmekle yetiniliyor.

   Bizde ise farklı bir durum var. Heryerde öne çıkmak, lider olamasak bile olmuşuz gibi davranmak, en azından bir süre kendimizi buna inandırmak ulusal özelliklerimizden birisi olduğu için, sadece gelecek değerlendiriliyor ve önümüzdeki yüzyılın bir “Türk yüzyılı“ olacağından sözediliyor. Yerleşmemiş değerlere sahip günübirlik yaşayan bütün toplumlar gibi, bugün inandığımız yarın, yarın unutacağımız bir yarın olsa da, şimdilik, en azından bazıları böyle inanıyorlar ve düşüncelerini başkalarıyla paylaştıkları oranda daha “inandırıcı“ buluyorlar.

   Bu yazıda, kısa ve yüzeysel olarak geçtiğimiz binyılın Türkler –daha doğrusu Anadolu Türkleri- için bir değerlendirmesi yapılmaya ve binyıldan hareketle önümüzdeki yüzyıla üstünkörü bir bakış atılmaya çalışılacak.

 

   GÖÇ VE YERLEŞME

   Binyılın Anadolu Türkleri için en önemli yanı yerleşme olsa gerek. 1071’in ardından Anadolu’ya kesin olarak yerleşen Türklerin bu kesimi, o dönemde, bu göç nedeniyle uzun süreli olarak tarih sahnesine çıktığının farkında değildi. Tarih, Birinci Dünya Savaşı’nın sonrasına, 1920’li yıllara kadar esas olarak Avrupa’da ve yakın çevresinde yoğunlaştı. Türkler, Orta Asya’da kalsalardı eğer, hiçbir zaman tarihin bu kadar içinde olmayacaklar, ya da en fazla Moğollar gibi, büyük bir coğrafyada bir dönem egemen olup, esip gürleyip geçeceklerdi.

   Son binyılın tarihi büyük oranda bir Avrupa tarihidir ve Anadolu Türklerinden önemle söz edilmeden bu tarihin yazılması mümkün değildir. Türk kimliği, yüzyıllarca Batı ile özdeş ilan Avrupa’yla çatışma içinde oluştu; aynı belirleme, gittikçe azalan oranda da olsa, 19. yüzyılın sonuna kadar Batı için de doğrudur. (Birçok tarihçinin saptamasına göre, 19. yüzyıl, gerçekte Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, 1914’te biter.)

   Anadolu, bir yandan insanlığın peygamberler merkezi olan, Musa, İsa ve Muhammed’in çıktığı Ortadoğu’nun, diğer yandan binyılın büyük döneminde tarihin merkezi olmuş Batı’nın, binyılın son yüzyıllarında Batı ile sürekli kapışmış Rusya’nın yanındadır. Haçlı seferleri ve Osmanlı İmparatorluğu, binyılın yaklaşık 700 yılında Anadolu Türklerini tarihin merkezinde duran güçlerden birisi olduklarını gösterir. Bunu, Türklerden çok yerleşilen bölgenin özelliğine bağlamak gerekir. Anadolu, Türklerin şansı olduğu kadar başının derdi de olmuş bir alandır.

   Tarihin merkezine yakınlık, bu bölgede yaşayan bir halkı ister istemez tarihin içine çeker. Anadolu Türkleri, bu nedenle, hiçbir zaman kendi dünyalarına kapanıp yaşayamadılar. Tarih onlara bu olanağı tanımadı. Göçlerinin sonunda başka bir yere yerleşselerdi, olayların bu kadar içinde olmazlar, tarihteki her önemli gelişmeden bu kadar yoğun etkilenmezler, “dış güçler“ de onların iç gelişmelerini yakından izlemezlerdi.

   Türklerin, insanlığın genel kültürüne, son binyıllık tarihte oynadıkları önemli role hiç de uygun olmayan düşük katkı yaptıkları söylenebilir. Türkler yeni değerler yaratmaktan çok, yaratılmış olana sahip çıkmak, onu belirli oranda kullanmak konusunda beceriklidirler. Bu beceriye askeri yeteneği de eklemek gerekir.

   Örgütlenmeyle askeri yetenek birbiriyle ilgili özelliklerdir. Türkler farklı güçleri birbirine karşı kullanmakta da oldukça ustadırlar; zaten başka türlü bu kadar karışık ve çatışmalı bir coğrafyada neredeyse bin yıldan beri barınmaları mümkün olmazdı.

   Türk milliyetçiliğinin “kapsayıcı“ özelliği, Anadolu’dan ve bu alanın çokçeşitliliğine Türklerin ayak uydurma çabasından kaynaklanır. Türk milliyetçiliği “kapsayıcıdır“, kendini Türk olarak tanımlamak koşuluyla kökenle –bazı özel çatışma dönemleri dışında- ilgilenmez. Türk kafatasçılığı, en güçlü olduğu dönemde bile etkili olamamıştır. Bunu, olumlu bir özellik olarak değerlendirmemek gerekir. “Kapsayıcı milliyetçilik“; Anadolu’da kimin ne olduğu belli değildir, herkes birbirine karışmıştır, bu nedenle saf ırk bulmak mümkün değildir anlayışından çok, Türklerin zayıflıkları temeline oturur.

   Alman milliyetçiliği, Türk milliyetçiliğinin tersi özelliklerine sahiptir, dışlayıcıdır. Köken olarak Alman olmayanı, en azından birkaç kuşaktan beri Alman kanından gelmeyeni benimsemez. Almanlar da, diğer bütün halklar gibi çok karışmışlardır; ama değer üretme ve üretileni bütün dünyaya dayatma konusunda –sık sık oldukça aşırı noktalara kadar giden- güven, Alman ırkçılığının dışlayıcı olmasını getirmiştir.

   Türk milliyetçiliğinin “kapsayıcılığı“ Türklerin gücünden değil, zayıflığından kaynaklanır. Türkler, başkalarını, genel gelişme düzeylerinin üstünlüğüne dayanarak değil, onlara kimliklerini unutturarak, bu amaçla sık sık yasaklamaya ve şiddete başvurarak kendilerinden yaparlar. Osmanlı’nın yetenekli Hıristiyan çocuklarını ailelerinden, doğup büyüdükleri çevreden koparıp Müslüman ailelerin yanına yerleştirmesi, sıkı bir eğitimden geçirerek geçmişi olabildiğince unutturması, ardından onları önemli devlet görevlerine getirmesi, kısaca devşirme sistemi de bu esasa dayanır. Türk milliyetçiliğinin “kapsayıcılığı“ bu nedenle İngiliz ve Fransız milliyetçiliklerinin kapsayıcılıklarından farklıdır. Yasaklama ve zorlama da bulunmakla birlikte, İngiliz ve Fransız milliyetçiliğinin temelinde, genel gelişme düzeyinin görece ileri olmasına dayanılması önemli yer tutar. İngiliz ve Fransız sömürgeciliği, bu nedenle, yıllarca kültürel egemenliği altında tuttuğu ülkelerde derin izler bırakmıştır. Çeşitli halklardan bir çok insanın, zorlama ve yasaklamaların yanısıra, bu kültürel üstünlük nedeniyle de kendilerini gönüllü olarak İngiliz ya da Fransız olarak tanımlaması bu nedenledir.

   Anadolu Türkleri ise ancak şiddet temelinde ve yapabildikleri oranda yasaklayarak ve unutturarak kendilerini başkalarına kabul ettirebildiler. Bir bölgede yıllarca egemen olsalar bile, kültürlerini orada yaşayan halka empoze etmekte başarılı olamadılar. Bu başarısızlık, yerleşilen alanın, Anadolu’nun özellikleriyle yakından ilgilidir. Bir ülkenin yıllarca egemenlik altında tuttuğu başka bir ülkede güçlü bir kültürel etki yaratması, bu etkinin sömürgecilik sona erdikten sonra bile yıllarca sürmesi, ancak genel gelişme düzeyi daha geri olan halklarla ilişki içinde mümkündür. İngiliz ve Fransız sömürgeciliğinin durumu böyledir. Sömürgecilerin dilleri ve kültürleri sömürge ülke halkına göre daha gelişmiş olduğu için, etkileri, o ülkeden çekildikten sonra bile yıllarca sürmüştür.

   Anadolu, böyle bir olanağın bulunmadığı bir alandır. Türkler, geçtiğimiz bin yılın büyük döneminde tarihin merkezi olmuş Akdeniz ve Avrupa’nın hemen yanında bir alan olan Anadolu’da, genel gelişme düzeyleri kendilerinden daha geride olan halklarla karşılaşmadılar. Bu nedenle, genel gelişme düzeyleri kendileriyle aşağı yukarı aynı hattâ daha ileride olan halklari egemenlik altına alabilmek, bu alanda yaşayabilmek için büyük oranda zorbalığın açık biçimlerini kullanmanın ilerisine geçemediler.

 

   TÜRKLER VE RUSLAR

   Anadolu’nun stratejik önemi ve bunun getirdiği sonuçlar Türklerin yaşamında önemli yer tutar. Stratejik önem, 19. yüzyıldan kalmadır ve Rusya ile ilgilidir. Rusya ile komşuluk birkaç yüzyıldan beri Anadolu Türklerinin yaşamında önemli bir yere sahip olmuş, son iki yüzyılda bu önem artmıştır.

   Türkler, Ruslarla yaptıkları bütün savaşları kaybettiler. (Sadece 1711’deki Prut Savaşı’nda kazanacak gibi oldular, ama zaferlerini Baltacı-Katerina ilişkisi engelledi.) o çok övünülen Plevne Savaşı, ne kadar direnilmiş olsa da başarısızlıkla sonuçlanan bir savunma savaşıdır. Ruslar, tarihleri boyunca askeri yeteneklerine önemle dayanmış, bu özellikleriyle sürekli övünmüş Anadolu Türkleri için yetersizlik ve başarısızlıklarını gösteren bir aynadır. Türklerin Rusları hiç sevmemesi, dahası onlardan çekinmesi bu bakımdan anlaşılabilir.

   Rusya, Batı ile dost bir ülke olsaydı eğer, Boğazlar’ın fazla bir önemi kalmayacak, Anadolu’da stratejik önemini büyük oranda yitirecekti. Ne var ki, kısa dönemler dışında hiçbir zaman böyle bir durum ortaya çıkmadı. 1917’deki sosyalist devrimden sonra Türkiye, Sovyet Rusya’nın yanıbaşındaki bir ülke olarak Batı için her zaman stratejik önem taşıdı. Türkiye’nin gelecek yüzyıla taşınan yeni stratejik önemi de Rusya’dan kaynaklanıyor. Önem, sadece Batı’nın Türkiye’ye verdiği “değerden“ ibaret değil; Türkiye’nin binyıldan gelen geçmişinin bugünün koşullarında yeniden ortaya çıkması, eski hesapların görülmesi, gelecek yüzyıldaki tarihsel çizgisi de Rusya’da odaklanmış durumda.

   Buna, Anadolu Türklerinin 20. yüzyılda –yani 1914 sonrasında- tarihlerinin en önemli dönemlerinden birini yaşadıklarını da eklemek gerek. Türkiye Cumhuriyeti devletinin Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrı özellikleri bulunmakla birlikte, aynı zamanda onun devamcısı da olduğu bugüne kadar çeşitli kereler yazıldı. Birçok örneğini gördüğümüz “despot devlet“, “herşeye karışan ve düzenlemeye kalkan devlet“, “askeri devlet“, gerçekte, Osmanlı’nın Cumhuriyet koşullarındaki uzantısıdır. Buna bir ekleme daha yapmak gerek: imparatorluk bilinci. Osmanlı, “hasta adam“ olarak nitelendirilse de, geniş bir alana yayılan bir imparatorluktu. Kendi gücünden çok özellikle İngiltere ile Rusya arasındaki denge nedeniyle ayakta durabiliyordu. İki ülkeye ek olarak Almanya ve Fransa da, İmparatorluk’u nasıl paylaşabilecekleri konusunda anlaşabilseler, Osmanlı tarihten silinecekti. Osmanlı’yı öldürmek değil de mirasını paylaşmak sorundu. Bu nedenle herkes birbirini kolluyor ve “hasta adam“ın durumunu dikkate almadan önemli bir adım atmıyordu. 19. yüzyıl böyle geçti denilebilir. Bünyesindeki Türk unsurunun önemi iyice öne çıkan Osmanlı, olumsuz anlamda da olsa, dünya çapında önem taşıyordu. İttihatçılar, İmparatorluğu sürdürerek –hattâ genişleterek- bu önemi korumaya çalıştılar; başaramadılar, başarmaları mümkün de değildi.

   Atatürk de imparatorluk bilincine sahip bir insandır. Bulgaristan’daki bir baloya yeniçeri kıyafetiyle katılması yeterli bir göstergedir. Ne var ki, gerçekleri görmesini ve onlara uygun davranmasını biliyordu. İmparatorluğu sürdürmeye ya da Enver Paşa gibi Orta Asya içlerinde yeni bir imparatorluk kurmaya kalkarsa, Anadolu’nun tümden kaybedileceğini gördü. Bu nedenle Türk kökenli halkların SSCB sınırları içinde bulunmasına karşı çıkmadı, bu halklarla da –o zamanki güçler dengesi öyle gerektirdiği için- hiç ilgilenmedi.

   Cumhuriyet dönemi Anadolu’ya Türklerin ikinci kez yerleşme dönemidir de denilebilir. Bu gelişme İttihat ve Terakki’nin yönetimde olduğu İmparatorluğu son dönemlerinde başlamıştı, Cumhuriyet döneminde gelişerek sürdü. Hızlı gelişmelerin akıntısında giderken yüzmeye de çalışan İttihatçılar, İmparatorluğu ne kadar sürdürmek niyetine sahip olsalar da, yüz yıl öncesine göre küçülmüş olsa bile yine de üç kıtaya yayılan topraklardan da çıkarılacakları, kala kala Anadolu’ya kalacaklarının korkusunu da yaşıyorlardı. Bu nedenle Anadolu’nun “temizlenmesi“, demografik olarak homojenleştirilmesi onlarla başladı, kemalistlerle sürdü.

   Gerçekte “olabildiğince geniş bir alanda tutunabilme savaşı“ ya da “Sevr ile Türklere biçilen sınırları genişletme savaşı“ içeriğine sahip olan “Ulusal Kurtuluş Savaşı“, Anadolu Türkleri sömürge bir ulus olmasalar da, bir dönem, dünyanın her yanındaki sömürge uluslar tarafından dikkate alınması gereken bir örnek olarak değerlendirildi.

   “Kurtuluş Savaşı“ büyük bir başarısızlığın başarılı son halkasıydı. Yüz yıldan az bir sürede kocaman bir imparatorluktan küçük bir alana inilmişti. Genç Türkiye Cumhuriyeti artık geçmişiyle karşılaştırılmayacak kadar önemsiz bir ülkeydi. Dünyanın büyük güçlerinin Türkiye’yi sürekli dikkate alarak davranması artık sözkonusu değildi. Türkiye’nin önemi kendisinden değil, Sovyetler Birliği’nin komşusu olmasından kaynaklanıyordu.

   Böyle bir durum, açıkçası, kolay hazmedilir değildi. Anadolu’nun imparatorlukta en fazla ihmal edilen bölge olması –Osmanlı’nın gözbebeği Balkanlardı- üstelik halkın da savaştan bıkmış olması, imparatorluk özlemini üst kadroya özgü kılıyordu. İttihatçıların büyük oranda tasfiyesiyle bu sorun da çözülmüş oldu.

   Cumhuriyet kurulduktan sonra yaklaşık 70 yıl boyunca imparatorluk özlemleri sınırlı kaldı. Ta ki 1990’lı yılların başında SSCB dağılıncaya kadar… SSCB’nin dağılması, 20. yüzyıl boyunca taşıdığı önemi bu ülke sayesinde elde etmiş Türkiye için bir dönüm noktası, bir çeşit milat gibiydi.

 

   YENİ İMPARATORLUK

   Yeni imparatorluğun adı “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan büyük Türk dünyası“dır. Önce bütün Türklerin –Türkiye’nin önderliğinde- tek devlette bütünleşecekleri düşünülüyordu, bunun olamayacağı kısa sürede anlaşıldı. En başta -ne kadar zayıflamış olursa olsun- yine de güçlü bir devlet olan Rusya Federasyonu buna izin vermezdi. Ardından kısa bir süre “ekonomik bütünlük“ savunuldu, ama Türkiye’nin buna yetecek ekonomik gücü yoktu. Sonunda –olabildiği kadarıyla- kültürel bütünleşmeye kadar gerilendi. Bu sırada birbiriyle ilgili iki önemli gelişme oldu:

   Ilk olarak; ABD, Avrupa Birliği ve NATO’nun Orta Avrupa’daki “işi“ bitmişti. Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya NATO’ya alınmışlar, AB’ne de aday üye olmuşlardı. Rusya ile sıkı bağları olan Sırbistan da NATO saldırısıyla büyük oranda zayıflatılınca, Batı emperyalizminin dünyada kendisi dışındaki güçleri –en başta Rusya Federasyonu sonra Çin Halk Cumhuriyeti- zayıflatma ve parçalama planlarının Orta Avrupa bölümü büyük oranda bitmiş oluyordu. Şimdiki hedef Rusya Federasyonu’nun Kafkaslar ve Orta Asya’daki etkinliğinin kırılması, hattâ belli bölgelerin ayrılmasıydı. Burada Türkiye’nin büyük rolü olabilirdi. Kafkasya ve Orta Asya halkları büyük oranda Türk kökenliydiler. (ÇHC’nin batısında da Uygurlar yaşıyordu).

   İkinci olarak, Türkiye, içerde 15 yıl süren savaş sonucu oldukça deneyimli bir orduya sahipti. Bu iki faktör birleştiğinde, Türkiye, Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar’da –etkisi Orta Asya’ya kadar uzanan- büyük bir askeri güç olarak ortaya çıkabilir; emperyalizm adına jandarmalığın yanısıra bölgesel çatışmalara doğrudan veya dolaylı karışabilirdi.

   Mevcut konumuyla Türkiye, artık askeri bir alt emperyalist ülke olarak tanımlanabilir.

   Türkiye askeri gücüyle “güven veren bir ülke“ olarak, Kafkasya ve Orta Asya’daki büyük petrol ve doğal gaz üretiminin, Rusya devre dışı bırakılarak Batı’ya ulaştırılması için de iyi bir geçiş ülkesi olarak ortaya çıktı.

   Türkiye’nin ancak korkunç olarak tanımlanabilecek boyuttaki  silahlanmasını bu çerçevede görmek gerekir. Dahası, askeri alt emperyalizm Türkiye’ye yüklenen bir işlev de değildir. Batı emperyalizminin Rusya’yı geriletme ve parçalama yönelimi, Türkiye’nin “büyük Türk dünyası“yla tam bir uyum içindedir. Türkiye, bu kez sadece Türklerden kurulan ve günümüz koşullarına göre değişmiş yeni bir imparatorluk anlayışını, en başta ABD’nin teşvik ve onayıyla hayata geçirmeye çalışmak durumundadır. Dahası, 1920’li yıllardan farklı olarak,  Türkiye halkı da “önder devlet-büyük devlet“ anlayışıyla çok daha yakından ilgilidir.

   1900’e imparatorlukla giren Anadolu Türkleri, 1900’ün sonunda, silahlanma ve savaş gibi en büyük becerilerine dayanarak, 21. yüzyıla yeni bir imparatorluk özlemiyle giriyorlar. Tarih, büyük olmak ve öyle kalabilmek için askeri büyüklüğün yeterli olmadığını kaç kez gösterdi. Türkiye, önümüzdeki yüzyılda, en azından geniş etki düzeyinde imparatorluklaşmak ve Rusya ile son 200 yılın hesabını görmek arzusuyla giriyor.

   Bunun son derece tehlikeli bir macera olduğunu belirtmekle yetinelim.

 

(*) Avrupa’da ve Türkiye’de Yazın, Sayı: 89, 2000