Şuanda 412 konuk çevrimiçi
BugünBugün6212
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13936
Bu ayBu ay13936
ToplamToplam10482360
Avrupa sürgünleri - Kültürel tarih PDF Yazdır e-Posta


1

 

Avrupa sürgünlerinin kültürel tarihi olabilir mi?

Neden olmasın?

Önce böyle bir tarihin hangi bileşenleri vardır sorusuna yanıt aramak gerekir.

İlk bileşen, kültür şokudur. Bu şok, ikilidir.

Birincisi: Türkiye’nin kültür ortamından çıkılıp bambaşka bir ülkenin kültür ortamına gelinmiştir. Büyük kent kökenli olanlar bu şoku daha az yaşayabilirler ama çoğunluğun ağır bir kültür şoku yaşadığı söylenebilir.

İkincisi: Sert bir mücadele ortamından, Almanya gibi politik mücadelenin gelişmiş olduğu ülkelerde bile insana komik gelecek kadar yumuşak bambaşka bir ortama gelinmiştir. İnsanlar yürüyüşe katılırlar, ardından oturup biralarını içerler ve Türkiyeli sürgün de bunlara garip garip bakar. Böyle bir ortamda insanın aklına, “Bu ülkede devrimcilik yapılmaz” düşüncesinin gelmesi normal sayılır. Her ülkenin kendine özgü politikliğinin bulunduğunu düşünmek için henüz çok erkendir.

Yaşanılan kültür şokuna karşı koyabilmenin en kolay yolu, onu reddetmektir, başka bir deyişle ondan etkilenmeyi kabul etmemektir. Bunun için ise kaçabileceğiniz yer olması gerekir, aksi durumda her gün o şokla karşılaşırsanız ondan etkilenmemeniz mümkün değildir.

Türkiyeli Avrupa sürgünlerinin kaçacak yeri vardır. Bu yer, kendisinden önce bu ülkeye gelip yerleşmiş akrabaları ve/veya örgüt arkadaşlarıdır. Böylece o bir Türkiye’den çıkıp başka bir Türkiye’ye gelir. Bambaşka bir ülkede oluşmuş bu gelinen ülkeye o kadar hızlı giriş yapar ki, bir süre sonra nerede yaşadığını unutabilir. Tabelalardaki ya da sokak levhalarındaki farklı kelimeleri görmeseydi eğer, gelmiş olduğu ülkeden belki de hiç ayrılmamış olduğunu bile düşünebilirdi.

Siyasi sürgün tarihinde en büyük sorun yalnızlıktır. Dilsizlik ve yalnızlık birliktedir. Dilini bilmediğiniz, geleneklerinin yabancısı olduğunuz bir toplumda yalnız kalırsanız, o kültür şoku bütün ağırlığıyla üzerinize çöker. Siyasi sürgünler bu nedenle genellikle çabuk dil öğrenirler. Basit işlerini kendilerinin yapabilmesi için bile hızla dil öğrenmeleri gerekmektedir.

Türkiyeli Avrupa sürgünlerinin başlangıçta avantaj gibi görünen durumu, sonraki yıllarda negatif bir etkene dönüşür. Kültür şokundan kaçılabilmiş, söz konusu Avrupa ülkesine önceden gelmiş olanların ilişkileri içinde yer alınmıştır. Dil öğrenmek gerekmemektedir çünkü bilenler vardır. Dahası, bulunduğu ülkenin dilini öğrenmeye çalışanlara da iyi gözle bakılmaz. “Bunların niyeti yerleşmek, baksana dil öğrenmeye bile başladılar” diye düşünülür.

Bu özelliğiyle Avrupa sürgünü, birinci kuşak işçilere benzer. Genellikle kırsal kökenli olan bu insanlar büyük bir kültür şoku yaşamışlar ve ona karşı direnme yolu olarak da içlerine kapanmayı ve geçicilik bilincine sahip olmayı seçmişlerdir. Para biriktirip döneceklerdir, bu ülkede geçicidirler.

Siyasi sürgün de böyledir. Terk etmek zorunda kaldığı ülkede koşullar düzelince dönecektir, geldiği ülkede geçicidir.

Siyasi sürgün geleceğe yönelik planları yönünden birinci kuşak işçiden geridedir. İşçi en azından para biriktirir, genellikle yılda bir ülkeye izne gider, beldesinde parası olmanın ve sınıf atlamış olmanın havasını atar, sonra döner ve bu havayla gelecek izne kadar idare eder.

Siyasi sürgün ise bu imkana sahip değildir. İçine kaçarak kendini yaşadığı toplumun etkilerinden koruduğu politik getto ise ortak bir psikolojiye sahiptir: sürekli terk edilmek zorunda kalınmış ülkeyle ilişki içinde olarak ayakta kalmak… Ne ki, bu ayakta kalış sürekli yetersizlik duygusuyla birliktedir. Geride bırakılan ülkede şu veya bu oranda kalmış olan örgüt de bu yetersizliği sürekli besler. Ülkedekilerin Avrupa’da bulunanlardan sürekli ve hiç de küçük olmayan talepleri vardır, bunlar karşılanır karşılanır ve karşılanır… En büyük talep ekonomiyle ilgilidir. 12 Eylül sonrasındaki ilk yıllarda normal olan bu talep azalmadan sürer. O yıllarda Türkiye hükümetleri özellikle de Almanya’daki işçileri salt ekonomik kaynak olarak görürlerdi. 1980’lı yılların başlarında ülkenin ihracatından elde edilen dövizle ağırlıkla Almanya’daki işçilerin gönderdikleri döviz neredeyse eşitti. Teoride ne denirse densin pratikte ülkede kalanlarla Avrupa’daki devrimciler arasındaki ilişki de böyle işler: yayın sat, para gönder; çok sat ve çok gönder…

Giderek bu ilişki Avrupa ülkelerinde bulunan devrimcinin başka faaliyette bulunmamasının da gerekçesi olur. Devrimciliğin ölçütü ülkeye gönderilenle ölçülmeye başlanır.

 

2

 

Avrupa sürgünlerinin kültürel tarihinin bir başka önemli bileşeni, kutsallardaki çöküştür. Devrimci hareketin 1980 öncesindeki kadroları için en kutsal varlık örgütleridir denilebilir. Çok kişi kendisi için örgütün dışında bir hayat düşünemezdi. Örgüt de belirli kişilerle özdeşleşmiş bir organizasyondu. Çok kişi için örgütün görüşlerine bağlılık, belirli kişilere bağlılıkla birlikteydi.

Ülkede iken bağlı bulunulan ve fazlasıyla büyütülen kişilerle iletişim sınırlıydı. Hem yasadışılık  koşulları vardı ve hem de olaylar hızlıydı. Bu nedenle insanlar arasındaki bağlantı da sınırlıydı. Bu sınırlılık insanların birbirlerini eksik hatta yanlış tanımalarını da birlikte getiriyordu. Genellikle sorumlu kişinin şu veya bu olumlu özelliği genelleştirilir ve öyle tanınırdı.

Sürgünlük koşullarında hem yasadışılık ve hem de olayların hızlı gelişmesi ortadan kalkınca insanlar sorumlularını daha iyi tanımak imkanı buldular ve genellikle de büyük hayal kırıklığına uğradılar. Kafalarda yıllarca kutsal özellikler atfedilmiş kişiler ve onlarla özdeşleşmiş olarak görülen örgütler büyük darbe yedi.

Benzeri bir durum ikili ilişkilerde de yaşandı. Ülkenin hızlı ortamında birbirini seven ve evlenen ya da birlikte yaşayan kadın ve erkek, sürgünlük ortamında, bu çok farklı ortamda birbirlerini daha iyi tanıdılar. Farklı ortamdan etkilenmeleri ve değişmeleri de farklı oldu ve bu farklılık karşılıklı olarak yaşanılan büyük hayal kırıklığıyla birlikte gerçekleşti.

Devrimci harekette sürgünlüğün ilk yıllarının ardından görülen büyük ayrılık furyası bu temelde değerlendirilebilir. Benzeri bir durum 2000’li yıllarda farklı oranda da olsa Kürt hareketinde de görülecektir.

Kutsalların çözülmesine karşı geçmişe kayıtsız şartsız bağlılık, sormamak ve sorgulamamak yaygın kullanılan bir savunma mekanizması olarak ortaya çıktı. Soran ve sorgulayanların büyük savrulmalar yaşaması da görüldü.

Sonuçta görünürde eski değerlerine inanan, gerçekte ise hiçbir şeye inanmayan, kendisiyle barışık olmayan sorunlu insan tipleri sayısında büyük artış oldu.

 

3

 

Devrimci hareket sürgünlük sürecini eski değerlerin yıprandığı, yerlerini yeni değerlerin alamadığı bir çözülme süreci olarak yaşadı. Terk edilmek zorunda kalınmış ülkedeki devrimci hareket güçlü olabilseydi, bu durum iyi bir tutunma imkanı sağlayabilirdi. Sonuçta sürgünlerin büyük çoğunluğu aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen kafa olarak orada yaşıyorlardı, ama o kafayı besleyebilecek gelişme orada gerçekleşemedi.

Siyasi göçmenlerin kültürel değişimi incelendiğinde, çözülen kültürel değerlerden söz edilebilir. Burada söz konusu olan değişme değil, çözülmedir. Eskiden sahip olunan değerler değişebilir, ama burada yeni değerler ortaya çıkmamış, eski fazlasıyla yıpranarak çözülmüş, yerini de yenisi almamıştır. Lafta eski savunulsa bile gerçekte hakim toplumsal değerlere önemli bir uyum söz konusudur.

Bu tarih başka türlü olabilirdi. Bunun da ilk şartı, içinde yaşanılan toplumla ilgilenmekti. Devrimciler ilgilendiler ama kitle neredeyse onlar da orada kaldılar. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık protestolarının ilerisine yıllarca geçemediler.

1980’li ve 1990’lı yıllar böyle geçtikten sonra iletişim araçlarında yaşanılan büyük gelişme, Türkiye’yi çanak antenler, internet ve cep telefonlarıyla yeniden Avrupa ülkelerine taşıdı.

İnsanlar eksiden de yaşadıkları ülkede günlük gazete okumazdı, sadece Türkçe okurlardı; şimdi ise Türkçe Facebook ve internet sitelerini okumayı tercih ediyorlar.

 

4

 

Bu yazıya sonuç yazmak gerekmiyor. Şartlar yine değişti, yine büyük fırsatlar ortaya çıkıyor ama fırsatlar eğer onlar değerlendirilebilirse anlam taşır; yoksa gelirler ve giderler.

Avrupa ülkelerinde beş milyon olarak tahmin edilen büyük bir Türkiyeli kitle yaşıyor. Ülkedeki seçimde ülke dışında yaşayanların oy kullanmasıyla birlikte, sadece bu nedenle sınırlı kalınsa bile, Avrupa’nın önemi önemli oranda arttı. Otuz yıldır Avrupa ülkelerinde yaşayan politik sürgünler ise bırakın önemli kurumlarla ilişki geliştirmiş olmayı, çoğu günlük gazete okuyabilecek kadar bile dil öğrenmedi.

Sorumluluk sadece onlara yüklenemez. Kürtlerde olduğu gibi orada önemli gelişme olsaydı, burada da bunun karşılığı olabilirdi. Bu olmadı ama sürgünler en azından kendilerini daha iyi yetiştirebilirlerdi; yapmadılar.

Avrupa sürgünlerinin kültürel tarihi, 1980 öncesinde sahip olunan kültürün çözüldüğü ama yenisinin de onun yerini alamadığı bir tarih olarak tanımlanabilir.