Şuanda 324 konuk çevrimiçi
BugünBugün374
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14342
Bu ayBu ay14342
ToplamToplam10482766
Plan pilav değildir! PDF Yazdır e-Posta


Yukarıdaki “derin belirleme” Süleyman Demirel’e aittir. 1960’lı yılların ikinci yarısında Adalet Partisi (AP) tek başına iktidardayken ve kendisi de Başbakan iken söylemişti. Söyleme gerekçesi, o yıllarda solun savunduğu planlı ekonomi anlayışına karşı cevap vermek içindi.

AP yıllarıyla AKP yılları başbakanların yaptıkları derin belirlemeler bakımından da birbirine benzer. Tek farklılık, o yıllarda milliyetçi-mukaddesatçı anlayış ön plandayken, şimdi mukaddesatçılığın daha ağır basıyor olmasıdır. O yıllarda da böylesi saçma sapan belirlemeler üzerine akıl yürüten ve olmadık anlamlar çıkaran köylü kurnazları vardı, şimdi de bulunuyor.

Demirel’in bir başka muhteşem belirlemesi ülkenin Bulgaristan’dan elektrik ithal etmesi üzerine yapılmıştı. O yıllardan hatırladığım kadarıyla İlhan Selçuk, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçası olan Bulgaristan’dan elektrik alacak duruma düştüğümüzü yazmış, Demirel de bunun bir alışveriş olduğunu belirterek şöyle demişti:

“Kışın biz onlardan alıyoruz, yazın onlar bize veriyor.”

Bu ülkede sağın çapı her zaman bu düzeyde oldu ve bu durum solun çapını da etkiledi.

Bir ülkede sağ ve solun kültürel gelişmişlik düzeyleri birbirinden çok farklı olamaz çünkü ikisi de aynı ortamdan çıkmıştır. Ağırlıklı konular değişebilir ama düzeyler arasında büyük farklılık bulunamaz.

O yıllarda Ahmet Kabaklı, Bedii Faik ve Rauf tamer gibi sağın önde gelen yazarlarının yazılarında Batı’nın felsefe, sosyoloji ve ekonomi alanındaki en pespaye görüşlerinin savunusunu bulabilirdiniz. Daha gelişmiş görüşleri de savunabilirlerdi ama çapları bu kadardı.

Bu durum solda merkez kapitalist ülkelerdeki sağın da bu düzeyde olduğu gibi bir yanılsama yaratmıştır. Gerçekte hiç de böyle değildir. Örneklerden bir tanesi olarak neo liberalizmin düşünsel temelinin en önemli ismi olan Hayek gösterilebilir. Neo liberalizm sadece ekonomi değil, aynı zamanda birey ve toplum anlayışıdır. Sosyalist yazarların –David Harvey gibi- neo liberalizmin 1980’li yıllardaki hızlı yükselişini incelerken sordukları önemli soru; bu anlayışın nasıl bu kadar hızla egemen duruma geldiğidir. Her şeyi bireye bağlayan neo liberalizmin geniş bir alıcı kitlesi bulmasında yıllardan beri yapılan hazırlığın önemli yeri bulunuyor. Hayek ve yandaşları yıllarca etkili aydınla ve entelektüeller arasında, basında, üniversitelerde ve etkili politikacılar arasında çalıştılar. Önemli bir üniversite olan London School of Economics neo liberal anlayışın merkezi durumundaydı. Entelektüeller, aydınlar, politikacılar ve halk dörtlü kademesinde yukarıdan aşağıya doğru yıllarca çalıştılar. Neo liberal kapitalizm sadece sosyalizme değil, Keynesçi kapitalizme de karşıdır. Devletin ekonomiye yoğun olarak müdahale ettiği, sağlık ve eğitim bayta olmak üzere çok sayıda temel hizmetin devlet tekelinde bulunduğu kapitalizmden, yoğun özelleştirmelerle başka bir kapitalizme geçildi.

Bu geçiş bizim gibi dışa bağımlı kapitalizmin egemen olduğu ülkelerde; ithal ikameci üretimden, ihracata yönelik üretime yönelmek anlamına geldi. İlk dönemin temsilcisi Demirel iken, ikinci dönem Özal ile başlar ve sürer.

Kapitalizm Keynesçilikten neo liberalizme geçtiğinde bunun fikri yapısı yıllardan beri hazırdı. Bu uzun hazırlık dikkate alınmadan neo liberalizmin hızlı hakimiyetini anlamak mümkün değildir.

Hayek’in özellikle takdir ettiği ve bütün yapıtlarını okuduğu felsefeci-politikacı Gramsci’dir. Hayek, entelektüeller ve aydınların önemini Gramsci’den öğrendiğini belirtir. Neo liberalizmin sadece aydınları değil entelektüelleri de vardır. (Aydın bilgi sahibi kişidir, entelektüel ise bilgiden bilgi üretir ya da bilgiyi yorumlayabilir.)

Bizdeki sağa baktığınızda ise tam bir çöl ortamıyla karşılaşırsınız.

MHP’nin geçmişinde entelektüel aramayın, yoktur. Eskiden Dündar Taşer biraz bir şeyler yazardı ama o kadar…

Yakın geçmişte Türk Tarih Kurumu Başkanı olan Yusuf Halacoğlu ise yabancı dil bilir ama İngilizce bilmez. İngilizce bilmeden tarih kurumu başkanı olmak bize özgü bir garipliktir ama çoğu kişiye garip de gelmez.

Müslümanların durumu da bundan çok farklı değildir, biraz daha iyidir, o kadar…

İslam aleminin düşünce akımı kurabilmiş insanlarından hiç birisi Türk ya da Kürt kökenli değildir: Mevdudi Ali Şeriati, Seyyid Kutub gibi…

Sağın fikri sefaletindeki sürekliliği AKP kadrolarının kökeninde de görebilirsiniz. 1960’lı yıllarda henüz MHP’nin kurulmamış olduğu dönemde sağın en önemli örgütü MTTB (Milli Türk Talebe Birliği) idi ve devrimcilere yönelik saldırıları da özellikle bu örgüt organize ederdi. Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’ı bu örgütün kadroları arasında bulabilirsiniz.

Hakkını da teslim edelim: Demirel akıcı İngilizce konuşurdu, Erdoğan gibi ortaokul İngilizcesinin bile gerisinde değildi.

Dünya çapında lider olmak gibi bir iddianız varsa, önemli bir dili, tercihan İngilizceyi iyi bilmeniz gerekiyor. Batı ülkelerinde İngilizce bilmeyen ve hele de bu konudaki geriliğini Akdeniz’e “White Sea” diyerek gösteren bir başbakan ya da devlet başkanı düşünülemez. Bundan daha önemlisi, bir yabancı dili öğrenmeyi bile becerememiş bir kişiyi “dünya lideri” diye göstermeye kalkanların çokluğudur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yaşayan Ziya Paşa, bu durumu,

Ne utanmaz köpekleriz

Kimi görsek etekleriz

diyerek belirtmişti.

Sağda palavracılığın bu kadar yaygın olduğu bir ülkede solun bundan etkilenmemesi mümkün değildir. Bu konuda örnek verirken geçen yazıda yaptığım bir hatayı da düzelteyim.

“Halk komünistleri özledi” gerekçesiyle ayrı parti olarak seçime giren Komünist Partisi yüzde 0,15 değil, yüzde 0,03 ya da on binde üç oy alabilmiş. Rakama yanlış bakmışım ve beş kat fazla yazmışım.

Aynı partinin bir mensubunun seçimde kendi dışlarındaki bütün solun likide olmasından söz etmesini garip karşılamamak gerekir.

Kültürel zemin ne de olsa aynıdır: bu ülkede kimse seçim kaybetmez, kimse de kepaze olmaz!