Şuanda 255 konuk çevrimiçi
BugünBugün309
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14277
Bu ayBu ay14277
ToplamToplam10482701
Zor bir karardı! PDF Yazdır e-Posta


33 yıl önce, Ağustos 1982’nin bu günlerinde kurucuları içinde hayatta kalan tek insan olduğum ve kısaca Acilciler diye bilinen örgütten ayrılmıştım. Bu kararı vermem kolay olmamıştı. Sonuçta kurucuları arasında bulunduğunuz, temel belgesi Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nı yazdığınız, hayatınızın ayrılmaz gibi görünen bir parçası olmuş örgütten ayrılacaksınız. Karar vermek hiç kolay olmadı.

1974 yılında ısrarım olmasaydı bu örgüt kurulmazdı diyebilirim. Bu da normal çünkü diğer iki kurucudan İlker’i neredeyse hiç kimse tanımıyordu, Yüksel ise sadece faşistlere karşı mücadele çerçevesinde Ankara Beşevler bölgesinde tanınıyordu. Hiç tanınmayan ya da az tanınan insanlarla örgüt kurulmaz değil, kurulur ama bilinen zorluklara ek olarak başka zorluklar da çıkar. Nitekim Ankara’da Türkiye Mimar Mühendisler Odası’nda çalışan İlker’e karşı 1972 öncesi bilinen isimlerden birisi olmaması epeyce kullanıldı ve bunun da kendisini psikolojik olarak yıpratmadığı söylenemez.

Tanınmak gibi bir sorunum yoktu, Dev Genç yönetiminin ve çevresinin neredeyse tamamı beni biliyordu. 1975 yılında “yeni bir örgüt kurulmuş” lafı da bu nedenle bana mal edilerek söyleniyordu.

Bilinen bir isme bağlanması normal denebilir.

Ardından 1976 Ocak ayında Beylerderesi’nde verilen ağır kaybın ardından örgüt yeniden kuruldu denilebilir. Bu da büyük oranda bana düşmüştü çünkü Yüksel çok kişiye tanımıyordu. 1976 yılı hayatımın en zor yılıydı.

1977 başında Yüksel’in hayatını kaybetmesi ve Rıza’nın da yakalanması sonucu karar verilmiş askeri eylemlerle politik çıkış yapılması da büyük oranda benim üzerime kalmıştı.

Hayatınızla bu kadar bütünleşmiş bir yapıdan –ciddi nedenler olsa bile- ayrılmaya karar vermek kolay değildi.

İki faktör benim için itici güç oldu diyebilirim.

Birincisi; örgüt diye adlandırılan ama devrimci politik bir örgüt olmakla ilişkisi kalmamış yapının durumuydu. Suriye’de kaldığım dört ay içinde örgütün Hataylı insanlarının bir bölümüyle Muhabarat’ın iç içeliğini gözlerimle görmüştüm. Örgüt yönetimi derseniz, tam bir komediydi.

Örgütün politik bürosundaydım. Sonra Fransa’ya geldim. 1982 yılı Haziran ayında Suriye’de yapılan 1. Leninist Konferans’a (aşağısı da kurtarmıyordu zaten, “Leninist”), pasaportum olmadığı için gidemedim ama Konferans’a Mihrac Ural’ı sorumsuzluk ve keyfilikle suçlayan beş sayfalık bir mektup gönderdim.

Sonra Almanya’ya gittim ve bu ülkenin ne hale getirildiğini gördüm. Mihrac Ural bu ülkeyi soyup soğana çevirmişti. Almanya örgütü çekirge sürüsü geçmiş tarla gibiydi.

İkinci gidişimde Hanna Maptunoğlu ile karşılaştım. İlk defa karşılaşıyordum. Paris’te iken kendisiyle yazışırdık. Burada çıkardığımız Tek Yol Devrim adlı yayını gönderirdim, Almanya’da da dağıtırdı. Mektuplarda örgüt ideolojisindeki gelişmeler hakkında soru sorar, ben de uzun cevaplar yazardım.

Kendisinden ideolojik büroya seçilmiş olduğunu öğrendim ve güldüm.

Neden güldüğümü anladı ve bir şey de diyemedi.

Aday olmadığım halde Merkez Komitesine seçilmiştim.

Normal, elleri mahkumdu!

Acilciler’in yönetim kademesinde Engin’in neden bulunmadığını devrimci harekette kimseye anlatamazsın. Bu nedenle Mihrac, Ali, Salih, Zafer’in benden hiç hoşlanmadıklarını biliyordum ama elleri mahkumdu.

Bu insanlarla bir yere gidilmezdi.

Merkez Komitesi adı verilen organ tam bir ciddiyetsizlik örneğiydi.

Denir ki, “yazıyı Türkler bulmuş”.

Olabilir ama okumasını bulamamışlar, diye de eklenir.

Zafer kod adlı Bünyamin Konya cezaevinde bizimle tanışmış, cezaevine pavyon kavgası nedeniyle girmiş bir kişi… Bilinç düzeyi sıfır gibi bir şey… Örgütlenme sekreteri olarak adlandırılmadan önce, “bunun okuması vardır ama biraz olsun yazması da var mı” diye sorulması gereken bir kişi…

Mihrac Ural’ın kölesi denilebilecek bir tip, başka özelliği de bulunmuyor.

Benim burada işim yoktu…

Suriye’de Muhabarat ile iç içe ilişkiyi de gördükten sonra üzerine bunlar da gelince, benim burada işim yoktu.

İkincisi: 1981 Haziran -1982 Temmuz arasındaki yaklaşık bir yılda Paris’te büyük başarı kazanmıştım. Bu kente geldiğimde birkaç kişiden ibaret olan örgüt, Paris’in o günkü koşullarında kitlesel denilebilecek bir karaktere bürünmüştü. Özellikle ev işgalleriyle sadece Fransız basınında değil, Türkiye basınında da geniş yer bulmuştuk.

Paris olur ya da başka bir yer olur, önümde büyük bir alanın açıldığını hissediyordum. Bilmediğimi öğrenirim ve yaparım. Burası benim yerim…

Paris’teki pratiğin getirdiği büyük başarı duygusu olmasaydı ayrılma kararını daha da zor verirdim.

Paris’te geniş bir kitleyle birlikte ayrıldım ve hemen ardından ne kadar doğru karar verdiğimi gördüm.

Zafer ve Salih Paris’teydiler ve bana polisteki ifade konusunu kullanacaklarını söylediler.

Gayet tabii, dedim, kullanın.

Mahkemede siyasi ifade verip örgütü üstlenmişim, hapisten kaçmışım, 12 Eylül günlerinde bile ülke içinde kalıp şiddetle arandığım için sınırlı politik çalışmayı sürdürmüşüm ve sürekli olarak örgütün en üst organında yer almışım, aday olmadığım halde beni seçmek zorunda kalmışsınız ve ardından büyük Paris pratiği…

Kullanın tabii, ne olacak ki!

Üstüne üstelik Tek Yol Devrim dergisinin Paris Ev İşgalleri Özel Sayısı’nı Suriye’ye gönderip dağıtmalarını da sağlamıştım.

Bu kadar şeyin arkasından bana istediğiniz kadar saldırabilirsiniz!

Ardından Almanya’ya görevli olarak gittim.

Şimdi düşünüyorum da, keşke Hanna’yı bulup konuşsaydım, diyorum.

Gerçi Hataylı psikolojisi içinde anlayabilecek durumda değildi ama yine de konuşsam iyi olurdu.

Almanya’da durumları kötüydü. Acilciler’in bu ülkedeki yapısının ana elemanları benimle birlikte tavır almışlardı ve bu da yeterdi.

Hanna’nın durumu zordu. Mihrac Ural bu ülkeyi soyup soğana çevirmiş, büyük bir borç takıp, yüklü miktarda parayla gitmişti.

Yüklü miktarda kredi çekip veren ve ödeneceği sözü alan ve sonra da tabii ki ortada kalanlardan birisi konuyu bana açtığında, benim bu soygunculukla hiçbir ilgimin olmadığını belirtmiştim. Kim bu işte aracılık yapmışsa hesabı ona sormalıydılar.

Bu bakımdan Hanna’nın durumunun hiç iyi olmadığını tahmin ediyordum.

Sanırım bu nedenle Almanya gibi önemli bir alanı bırakıp Suriye’ye gitti.

Orada da Mihrac Ural ile çelişkiye düştüğü için öldürülecekti.

Gitmesine engel olabilir miydim, bilmiyorum.

Muhtemelen olamazdım, ama böyle bile olacak olsa konuşsam iyi olurdu diye düşünüyorum.

Sonuç olarak, ayrılmak benim için hiç kolay olmamıştı ama bana büyük getirisi oldu. “TKEP’e Avrupa’yı getiren kişi” olarak esaslı bir başarı kazandım.

Bu başarı ayrılığın psikolojik yükünü hayli hafifletti.

Bir silahlı mücadele hareketinin en üst düzeyinden ayrılmak ve başka bir örgütte orta kademeden başlayıp yükselmek pek kolay iş olmasa gerektir.

Başka bir alanda bunu yapamayabilirdim ve Avrupa’nın neresi olursa olsun burası benim alanımdı. Avrupa’ya Türkiye’de büyük kentte büyümek, İngilizce bilmek, üniversite bitirecek bir kafa yapısına sahip olmak gibi büyük avantajlarla gelmiştim ve bunları iyi kullandım diyebilirim.