Şuanda 296 konuk çevrimiçi
BugünBugün348
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14316
Bu ayBu ay14316
ToplamToplam10482740
Mülteciler Göçmenler PDF Yazdır e-Posta


 

 

Konuyla ilgili kitap bitmek üzere… Yaklaşık 80 sayfa kadar oldu, bu ay sonunda biter sanırım.

100 sayfa olarak planlamıştım ama yetmeyecek, 110-120 sayfa arası olur sanırım.

Kitabı yazarken hayretler içinde kaldığımı söyleyebilirim. Kafada oldukça bilgi birikmiş ve bu konuyu yazmak iyi oldu, kafa boşalıyor.

Kitap, Türkiyeli mülteci ve göçmenlerin esas olarak geldikleri yerle yani öncelikle Avrupa ve özellikle Almanya ile ilgilidir. Türkiye’deki rejimin durumu vb. gibi saptamalar kitabın yüzde 10’u bile değildir. Yüzde 5 hatta daha azı denilebilir.

Yaklaşık ilk 30 sayfada dünyadaki ve Avrupa’daki büyük göçler anlatılıyor. Avrupa sadece göç alan değil aynı zamanda göç veren bir bölgedir. Bunun ardından 1990’lı  yıllardan başlayarak göçte belirgin olarak ortaya çıkan gelişme anlatılıyor ve ilk 30 sayfa bitiyor. Sonrası Türkiyeli göçmenler ve mültecilere aittir.

Kitapta alıntıya az yer veriyorum, aksi durumda 120 sayfada bu kadar çok konu anlatmak mümkün olmazdı. 1981 yılından beri önce Fransa sonra Almanya’daki göç ve mültecilik sürecinin aktif bir öznesi oldum. Pratik bilgi yetmez, bu bilginin yorumlanabilmesi ancak sosyoloji bilgisiyle mümkündür. Aksi durumda bir sürü rakamı arka arkaya sıralamaktan öteye gidemezsiniz, bilgiyi yorumlayamazsınız.

Kitabın son beş bölümü kaldı: Kürtler, göçmen kökenli politikacılar, siyasi mülteciler, son göç dalgası (Suriyeliler ve diğerleri) ve sonuç.

Daha önce bu kitabın ardından emperyalizm kitabının hazırlığına başlayacağımı söylemiştim ama yazmak da pek içimden gelmiyordu. 40 Yıl Sonra TDAS’ta günümüzdeki durum tarihsel gelişme temelinde ortaya konulmuştu. Buna yapılacak eklemeler olabilirdi, vardı da… Ama bunu yapmak bende istek de uyandırmıyordu diyebilirim. Bilineni genişletip tekrar etmeyi sevmiyorum.

Aklıma birdenbire konunun bambaşka bir yanı geldi. Eskiden konuyla epeyce ilgilenmiştim, sonra araya başka konular girmişti.

Klasik sömürgecilikten hareket edersek; iki büyük emperyalist ülke, İngiltere ve Fransa, dünyanın büyük bölümünü sömürgeleştirmiş durumdaydılar. Nüfuslarının kat kat üzerinde insanları nasıl yönetebiliyorlardı? En büyük sömürge Hindistan’ı incelemekle bile bunu açıkça görmek mümkündür. Birisinin nüfusu diyelim 50 milyon, diğerininki 20. yüzyılın ilk yarısında 500 milyon… Burada yönetim esas olarak zora dayanamaz. Zor vardır ama esas olarak zorla olmaz, sayılar ortada, nasıl olacak?

Sömürgeci ülkenin kendisinden çok daha fazla insanı barındıran bir sömürgeyi yönetebilmesi, ancak yerli nüfusu bölüp bir kesimini yanına alarak gerçekleşebilir. Başka bir yol yoktur.

Bu nasıl yapılıyordu?

Sadece Hindistan’da değil, Cezayir’de ve 19. yüzyılla 20. yüzyılın ortasına kadar akla gelebilecek bütün sömürgelerde bu durum mevcuttu. Küçük sömürgelerde büyük katliam yapabilirsiniz (Almanya’nın Namibya’da yaptığı gibi), ama büyüklerde aynısını yapamazsınız.

Nüfusun bölünmesi ve bir bölümünün sömürgecinin yanında tutum alması ancak kültürel üstünlükle mümkün olabilir.

Bunun mekanizması nasıldır, incelenmesi gerekir.

Aynı özelliğin farklı bir mekanizmayla 20. yüzyılda da hayata geçtiği söylenebilir.

Emperyalizmin güçlü bir kültürel yönü vardır.

Kitaba büyük para yatırmak insanı bazen zor duruma soksa da yararlı olabiliyor. Konuyla ilgili çok sayıda kitap almışım. Emperyalizmin uygarlaştırma misyonunu inceleyen teorileri içeren kitap gibi…

Die Zeit adlı Almanya’nın yarım milyon tirajlı haftalık gazetesinde (gazete dediğim 90 sayfa falandır) geçen sayıda Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz ordusunda savaşan iki milyon Hintli askerle ilgili uzun bir yazı vardı. Benzer bir durum İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere ve Fransa için yeniden yaşanacaktı. Sömürge askerleri anavatanın çıkarları için savaşacaklardı.

Bu askerleri cahil ve aptal olarak görmemek gerekir. İçlerinde böyleleri de bulunmakla birlikte, ikinci savaşta Fransa için savaşırken yaralananlar arasında 1950’li yıllarda Cezayir kurtuluş savaşının bilinen isimlerinden birisi olacak Martinikli Frantz Fanon da vardır. Erken ölümünün üzerinden 50 yıl geçti ama bugün bile sömürgecilik sonrası teoride (Postkoloniale Theorie) Fanon’a referans vermeden yazı yazmak zordur.

Emperyalizm ve kültür…

Öğrenmeye çalışalım bakalım, önemli bir şeyler çıkar sanıyorum ama daha ilerisini bilemem…

Aşağıda kitabın başlangıcından kısa bir bölümü iletiyorum.

Aynen böyle kalacak diyemem, değişiklik olacaktır ama büyük olmaz…

KİTAP DİZİSİNE BAŞLARKEN…

Teorik olarak zor bir dönemden geçiyoruz. Asıl olan dünyayı açıklamak değil, değiştirmektir, denilmiştir ama, bu saptama dünyanın doğru olmasa bile ona yakın açıklaması yapıldıktan sonra geçerlilik kazanır. Değiştirmek için önce neyi değiştireceğinizi bilmeniz gerekir. Tersi durumda zaman ve enerjinizi israf ettiğiniz gibi ağır hatalar yapmanız ihtimali de yükselir. Dünyayı değiştirirken herkes hata yapar; ne ki, bir konuda üstünkörü bilgi sahibi olup hata yapmakla, birikimli olup da hata yapmak birbirinden oldukça farklıdır. İkincisinde hatanın nasıl düzeltilebileceği bulunabilirken, ilkinde genellikle şaşırılıp kalınır. Örneklerini fazlasıyla gördüğümüz gibi acil ihtiyaç olduğu için hemen uygun bir açıklama bulunur ve bu da genellikle yanlıştır. Yanlışlar üst üste gelerek birikir ve bir süre sonra neyin arandığı da unutulabilir.

Güncel bir örnek vermek gerekirse, bunu toplumu ve solu derinden etkileyen Gezi konusunda da görüyoruz. Gezi, bize özgü renkler taşımakla birlikte, bize özgü değildi. Latin Amerika ve Batı Avrupa gibi birbirinden çok farklı bölgelerde Gezi öncesi ve sonrasının örnekleri bulunuyor.

Bazı ülkelerde Gezi’nin farklılaşarak sürdüğünü görmek mümkün, bazılarında ise Gezi kayboldu ve geriye sürekli yeniden üretilen anısı kaldı. Gezi benzeri sosyal hareketlerin değişik şekillerde sürdüğü ülkelerde bu gelişme nasıl sağlandı? Sosyal hareketlerin genel teorisi, sosyal hareketle sınıf hareketi arasındaki farklılıklar konusunda bilginiz yoksa Gezi’yi geliştirmek bir yana, onun hakkında anı üretmekten ileriye gidemezsiniz.

Gezi ve genel olarak sosyal hareketler konulardan sadece bir tanesidir.

İlk örneğini gördüğünüz hacimli olmayan kitap dizisine başlarken tek konuda güncele ağırlık vermeyi hedefledik. Her konuda önce kısa tarihsel gelişme, ardından da konunun günceldeki özellikleri ve çıkan sonuçlar incelenecektir.

Hangi konuda olursa olsun klasiklerin okunması önemlidir. Klasikler yazıldıkları dönemden sonra gerçekleşen gelişmeler sonucu şu veya bu oranda geçerliliklerini kaybetmiş olsalar bile, konunun temelinin anlaşılması bakımından bilinmeleri önemlidir.

Klasikleri tekrarlamakla yetinirseniz, onlar yazıldıktan sonra yaşanılan gelişmeleri ve bunların teoride yarattıkları değişmeleri gözden kaçırırsınız. Hayatı teoriye sığdırmaya çalışırsınız ve başarılı olmanız da mümkün değildir. Bir süre kendinizi ikna edebilirsiniz, hepsi bu kadar!

Bu kitap dizisinin amacı önce klasik teoriyi özetlemek –bu özetleme klasiklerin okunmasının yerini tutmaz, onlar mutlaka okunmalıdır- ardından da geçen zaman içinde hangi gelişmelerin yaşandığını ve bunların teoriyi nasıl etkilediğini açıklamaktır.

Başka bir ifadeyle günceli klasiklerden hareket ederek ama konuya göre değişen oranda ondan şu veya bu oranda ayrılarak değerlendirmektir.

Her biri yaklaşık 120 sayfa olacak kitap dizisinin ilki, konunun güncelliği nedeniyle göçmenlik-mültecilik konusuna ayrıldı.

Kitap üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde örnekler temelinde göçün insanlık tarihindeki yeri anlatılacaktır. İkinci bölüm, 1990’lı yıllarda açık olarak ortaya çıkan göç ve göçmenlikteki değişme incelenecektir. Son bölümde ise göç alan ve veren bir ülke olarak Türkiye, işçi göçü ve politik göçmenler ve bu bağlamda Suriyeliler konu alınacaktır.

Bu kitabı emperyalizm, alt emperyalizm, reel sosyalizmin tarihi, sosyal hareketler konulu kitaplar bunu izleyecek. Gelişmelere göre bu sıra değişebilir, araya başka konular da girebilir.

BİRİNCİ BÖLÜM

GÖÇMENLİK – MÜLTECİLİK

GİRİŞ

Göçü anlatmak insanlık tarihini de anlatmak demektir. Göç, insanlık tarihinin ayrılmaz özelliklerinden bir tanesidir; göçü çıkarırsanız bu tarih eksik kalır.

Göç ilk olarak gönüllü ve zorunlu olarak ikiye ayrılır ve her bölümün iç ayrımları da vardır. Ekonomik olarak zor durumda olunmamasına karşın, dünyanın başka bir bölgesinde daha iyi hayat şartlarının varolduğu duyulunca, oraya gidilmeye çalışılır. Tarihte kültür göçü ya da entelektüel göç denilen bir çeşit de bulunuyor. Az sayıda insanı kapsamasına karşın önemsiz sayılamayacak bir göç çeşididir.

Göç etmeye mecbur kalmanın da çeşitleri bulunuyor. Savaş nedeniyle göç etmek zorunda kalınabilir. Nüfusun bir kesiminin yok edilmeye başlanması ya da böyle bir tehlikenin yaklaştığının anlaşılmasıyla çok sayıda insan kendini kurtarmak için yakın veya uzaktaki ülkelere kaçabilir. Ağır politik baskı, işkence ve hapse girme tehlikesi de göçü zorunlu kılabilir. İspanya iç savaşını faşistlerin kazanmasının ardından yaşanan göç, Latin Amerika ülkelerinde faşist cuntalardan kaçan çok sayıda insanın komşu ülkelere, bazılarının Avrupa ülkeleri gibi çok uzak ülkelere gitmesi bu kapsamdadır.

Türkiye’de 12 Eylül faşizminin ardından da benzer bir dönem yaşandı.

Mültecilik ve politik göçmenlik zorunlu göç kapsamında değerlendirilmelidir.

Göç, iç göçü de kapsar. Kırdaki işsizlik ve yoksulluk kentlere göçü zorlar. Bazen politik olarak zorla göç etmek durumunda kalınır. Bazı Kürt aşiretlerinin belirli dönemlerde zorunlu ikamete mecbur tutulması bir örnektir. Üniversiteye gitmek için kasabadan ya da köyden kente gelmek ve yıllarca burada yaşamak da göç kapsamında değerlendirilmelidir.

Göç için ekonomik nedenle veya açık baskıyla bir yerden başka bir yere gitmenin yanı sıra, istemeden zorla da götürülebilirsiniz. Afrika’dan Yeni Dünya’ya yapılan köle ticareti örnek olarak verilebilir.

Göç, değişik bileşenleriyle insanlık tarihinin önemli bir bileşenidir, saptamasının ardından, “hiç kimse isteyerek doğup büyüdüğü yeri terk etmez” görüşünden de uzaklaşmak gereklidir.

İnsanlık tarihinde eşitsiz gelişme başından beri vardır. Bırakın farklı ülkeleri aynı ülkenin içinde bile birbirinden oldukça farklı yerler bulunur. Burada eşitsiz gelişmeyi sadece ekonomik olarak düşünmemek gerekir, ekonomiyle ilgili ama kendine özgü tarihi olan kültürel gelişme de önemli bir faktördür.

Herkes coğrafi ve sosyal bir ortama doğar. Bu doğuş kendi tercihi değildir, dolayısıyla çevresinin bilincine varmaya başladığı andan başlayarak onu benimsemek zorunda da değildir. Başka ve belki hiç de yakın olmayan bir yerde yaşamak isteyebilir. Her yer aynı değildir ve farklılık göçü teşvik eder. Bazı durumlarda insan çevresinden uzaklaşmak istese bile bunu yapamayabilir, gerekli olanaklara sahip olmayabilir. Bu durumda göç etmek bir istek olarak insanın içinde kalır. Gitmek isteyip yapamamak ama bu isteği sürekli olarak içinde taşımak… İstenilen ama gerçekleşemeyen, “yerine getirilememiş istek olarak göç” de göçün bir çeşididir denilebilir; düşüncede kalmış bir çeşidi… Göç sadece gidenleri ve geride bırakılan çevreyi değil, gidenle hiç ilgisi olmasa bile gitmek isteyip bir türlü gidemeyenleri de etkiler.

Bu kitapta dünya göç tarihi anlatılmayacak, zaten bu kadar kapsamlı bir konunun bir kitaba sığması da mümkün değildir. Anlatım seçilen örnekler üzerinden yapılacak… Burada modern Türkiye’nin göç tarihine, giden ve gelen göçün bir bölümüne de değinilecektir.

Türkiye bir göç ülkesidir ve bu göçün bileşenlerinden birisi olarak mültecilik de, gelen göç olarak son yıllarda önem kazanmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül sonrasında gidenler, başka ülkelerde mülteci olanlar bilinmekle birlikte gelenler ya da bu ülkede mülteci olanlar, Suriyeliler örneğine kadar dikkat çekmemişti. Yıllardan beri ağırlıkla bir geçiş ülkesi olan Türkiye artık mülteciliğin de ne olduğuyla doğrudan tanışıyor.

Mültecilik artık sadece orada ya da gidenlerin ülkesinde, Almanya’da, Fransa’da ya da başka bir yerde değil; burada, buraya gelen, kalmak zorunda kalan başka ülkelerin insanları örneğinde de yaşanıyor.

Kitapta göçün ve mülteciliğin değişen özelliklerinin yanı sıra, 12 Eylül mültecilerinin konumu da geniş olarak değerlendirilecektir.