Şuanda 307 konuk çevrimiçi
BugünBugün357
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14325
Bu ayBu ay14325
ToplamToplam10482749
Yayın raporu PDF Yazdır e-Posta


Göçmenler-Mülteciler kitabı bitti. İnce kitap serimizin ilk kitabı böylece yayına yollanmış oluyor. Önceden belirlendiği gibi 110-120 sayfa arası kalınlıkta olacak. Doğrusu yoruldum. Konuyla ilgili yazılabilecek ne kadar çok şey varmış…

Geçen yıl Eylül ayından beri yani 16 ayda iki tane ince kitap yazdım diyebilirim. İlki 40 Yıl Sonra TDAS idi ve bundan tümüyle ayrı bir konuydu. Şimdi evin her tarafına dağılmış ve yeni alınmış kitaplar var, onlara başlamam gerekiyor. Yaza kadar kitap filan yazmaya girişmem artık…

Konuyu biliyorsanız yazmak sorun değildir. Gerçi bizde konuyu bilmeden de yazanlar bulunmakla birlikte, kısaca “ayıp oluyor” demekten başka söylenebilecek söz bulunmuyor.

Yayın dünyasının durumu kötü değil, çok kötü…

Frankfurt Kitap Fuarı günlerinde Türkiye’den gelmiş birkaç yayıncıyla konuştum. Çok sayıda kitabın 500 tane basıldığı, 1000 tane basılıp da tükenen kitabın “iyi sattığı” bir ülkede yaşıyoruz.

1960’lı yıllarda ülkenin nüfusu şimdikinin yarısı kadardı ve sol kitapların tirajı genellikle 5000 civarında olurdu. Bu sayı bile nüfusa göre azdı ama şimdiki felaketle karşılaştırıldığında durum çok iyiymiş…

Bilgiye dayanarak yazan ama pek okur bulamayan arkadaşlara “cesaretiniz kırılmasın” demekten başka bir şey elimden gelmiyor. Canınızı sıkmamaya çalışın. Unutmayın ki, yazar önce kendisi için yazar. Okuru da varsa, iyidir. Önemli olan iyi yazmak, kaliteyi düşürmemektir. Berbat kitapların herkese zararı oluyor çünkü seviyeyi düşürüyorlar.

İddialı gibi görünen ama bence normal olan bir kural belirlemek gerekir.

Bu koşullarda bir kitabın 1000 tane basılması iyidir.

Bir yıl sonra bunun yüzde 70’inin elden çıkmış olması gerekir. Bu sayıya dağıtımda bulunanlar da dahildir. 1000 kitap basılmış ama bir yıl sonra bunun yarısı ya da daha fazlası elde duruyorsa, ulaşılan sonuç hiç iyi değildir. Biliyorum, belli olmuyor, bazı kitaplar yavaş ama istikrarlı olarak satılıyorlar, ama yine de böyle bir belirleme yapmakta yarar vardır.

Kendi pratiğime bakarsam…

Bir yıldan biraz fazla süre içinde iki kitap ortaya çıktı: Belma’ya Mektuplar ve 40 Yıl Sonra TDAS ve birlikte basılan diğer yazılar…

İlk kitap için iyi bir pratik yaşandığını söyleyemem. Bunda 450 sayfalık kitabın 600 sayfa olmasının da etkisi bulunuyor.

İkincisi ise basılalı henüz bir yıl olmadı ama yüzde 70’i elden çıkmış durumda…

Yine de bu konuda biraz daha çaba harcanmasında yarar bulunuyor. Elden satış önemlidir, ihmal edilmemesi gerekir.

Hollanda’da birkaç kişinin “184 çıkmış” diye birbirine göstermesi gibi ilginçlikler de yaşadım. Herkes konuyu bilmeyebilir, anlatayım.

Devrimci Yol’un başkalarına isim takma huyu bilinir. Türkiye Devriminin Acil Sorunları kitabı da 1975 yılında teksir olarak yayınlandığında 184 sayfaydı ve adı da böyle kaldı. Örgütün adı söylenmez, 184’lükler denilirdi.

İsim akılda kalmış!

Yarın, 6 Aralık, Frantz Fanon’un 54. ölüm yıldönümü…

Fanon ile ilgili 70-80 sayfa tutacak bir inceleme yazmıştım, basacak yayınevi iflas edince öyle kalmıştı. Yayınevinin isteği uyarınca sadece yaşadığı dönemdeki görüşlerini ve etkisini incelemiştim. Genç yaşta ölümünün ardından etkisi gittikçe arttı, yapıtları klasikler arasına girdi. 50 yıldır eski sömürge ülkelerin sömürgecilik sonrası tarihiyle ilgili olarak yazılan tüm yazılarda, kitaplarda Fanon’a mutlaka referans verilmesi de bunu gösterir.

Yayınevi iflas etmeseydi Lenin ve Che Guevara ile ilgili olarak yazdığım ve basılmış olan iki uzun incelemeyi genişletmeyi planlamıştım. Bunlar kitap olarak zaten 70-80 sayfa tutuyordu ve yaklaşık iki katına çıkarmak mümkündü.

Bakalım, ilerde bir ara yaparım herhalde…

Her durumda Fanon’u genişleterek, ölümünden sonraki klasikleşmesini de dikkate alarak yeni bir kitap hazırlamayı sadece düşünmüyorum, şiddetle istiyorum da…

Sizi bilmem ama benim için hoşuma giden bir konuyu yazmak özel bir zevktir diyebilirim. İnsan çok konu öğrenebilir ama bu hepsine aynı ilgiyi duyacağı anlamına gelmez.

Açık konuşsana, derseniz, öyle yapayım: canlı bomba konusu fena halde ilgimi çekiyor. Epeyce okudum ve okudukça da ilgim azalmadı. Burada sorun tek tek olaylar değildir. İnsanların psikolojisi ve canlı bombanın çeşitleriyle hangi amaçlara hizmet ettiğidir.

1980-88 yılları arasında süren İran-Irak savaşında yaşları 15-17 arasında binlerce İranlı gencin boyunlarında küçük bir anahtar asılı olarak (cennetin anahtarıymış) “Kerbala Kerbela” diyerek makineli tüfeklerin üzerine yürümesi vardır.

Sonuç tam bir katliamdır ve zaten başka türlü olması da beklenemezdi.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanya ile Fransa arasında Verdün’de de benzeri olmuş, generaller askerleri savaşta ilk kez kullanılan makineli tüfeğin üzerine açıktan saldırtmıştı. Sonuç tam bir katliamdı.

70 yıl sonra aynısı yaşandığında buna, bilinçli yapılan bir katliam denilir ve bunun hizmet ettiği politik bir anlayış vardı.

Ortada bomba bulunmamakla birlikte burada olan da canlı bomba konusuna girer. Boyunlarında cennetin anahtarıyla makineli tüfeklerin üzerine yürüyen ve biçilen binlerce genç insan…

Beni öncelikle canlı bomba olmaya karar veren ve öyle de yapan yüzlerce, binlerce insanın psikolojisi ilgilendiriyor. Her şeyi emperyalizme bağlayanlar için açıklanamaz bir konu… Şu veya bu örgütün kurulmasına veya gelişmesine ABD destek vermiş olabilir, ama çok sayıda insanın bu örgüt için canlı bomba olmasını emperyalizm sağlamış olamaz. Bunun ayrı olarak incelenmesi gereken bir mekanizması bulunuyor. Tıpkı 80 ülkeden yaklaşık 20 bin erkek ve kadının İslam Devleti’ne katılması gibi… İngiliz, Alman ve Fransız devletleri “militan toplama şubesi mi açtılar?” Neden nüfusuna göre en fazla İD militanı Belçika’dan çıkıyor, ardından Fransa geliyor da Almanya gerilerden geliyor?

İkinci ve daha sonraki kuşak göçmenleri İD’ye çeken nedir?

Oliver Roy bu konudaki son yazısında (sendika.org da yayınlandı, ayrıca Almancası da var) islamın radikalleşmesinden değil, radikallerin İslamlaşmasından söz ediyor. Eğer 1960’lı yılların şartlarında bulunsaydık, bu insanların büyük bölümü düzene karşı isyan eden sosyalistler olurdu. (Bu görüşü Küresel Cihad başlıklı yazıda açıklamıştım. Bkz. http://enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=2638:kueresel-cihad&catid=34:engin-erkiner )

Konu dallanıp budaklanarak varlığını sürdürecektir. Konu aynı zamanda kültür mücadelesiyle de yakından ilgilidir.

Okumayı sürdürelim bakalım…