Şuanda 296 konuk çevrimiçi
BugünBugün346
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14314
Bu ayBu ay14314
ToplamToplam10482738
Yine mi Rusya? PDF Yazdır e-Posta


 

 

Osmanlı İmparatorluğu-Çarlık Rusyası, Türkiye Cumhuriyeti-SSCB, T.C. ve Rusya Federasyonu…

SSCB dönemindeki T.C. ile Çarlık Rusyası dönemindeki ülkenin adı aynı olmakla birlikte özellikleri farklı…

Her durumda üç ayrı dönemde sosyo-ekonomik yapıları ve adları değişen iki ülke bölgede birbirinin düşmanı olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Çarlık Rusyası imparatorluk bünyesindeki Hıristiyanların –özellikle Ortodoksların- koruyucusu olarak bölgedeki etkisini genişletiyordu. Kapalı bir deniz olan Karadeniz’den çıkış Boğazları kontrol eden İmparatorluk’un elindeydi ve bu nedenle de Çarlık Rusyası ve ardından gelen SSCB ve Rusya Federasyonu için Boğazlar daima önem taşıdı. Füzelerin ortaya çıkmasıyla birlikte Boğazlar’ın eski önemi kalmadı ama tümüyle önemsiz de değiller.

Osmanlı İmparatorluğu Çarlık ile girdiği bütün savaşları -1711 Prut savaşı hariç- kaybedecekti.

Orta Asya’da Türkistan olarak bilinen bölgede yaşayan Türk kökenliler İmparatorluk zamanından başlayarak ilgi alanıydı.

Birinci Dünya Savaşı yenilgisinin ardından Kafkasya civarına çekilen İttihatçılar, Bakü’yü ele geçirip, komün kurup, Kızıl Ordu’ya teslim edeceklerdi ama Bolşeviklerden beklediklerini bulamayacaklardı. Başlarında Enver Paşa vardı ve Allahuekber dağlarında Rus ordusuna sürpriz baskın yapmak amacıyla –sayı tam bilinmemekle birlikte- 50 bin kişinin donarak ölmesine neden olmuştu.

Sonraki yıllarda da SSCB ile yeni kurulan T.C. arasındaki düşmanlık sürdü. Geçici yakınlaşma yaşanılan dönemdeyse dostluk değil karşılıklı çıkar söz konusudur.

Atatürk-Lenin dostluğu uydurmadan ibarettir.

SSCB, Türkiye sınırına güvenceye almak istediği için İngilizlerin bölgeden gitmesini istiyordu ve bu nedenle de Anadolu’daki bağımsızlık savaşını destekledi. Kemalistler de SSCB’den gelen yardımı severek aldılar. Bu arada Mustafa Suphi ve yoldaşlarını öldürmeyi ve Mustafa Kemal’in emriyle sahte bir komünist partisi kurmayı da ihmal etmediler. SSCB, 16’ların (15’ler değil, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı öldürüldü, ek olarak Mustafa Suphi’nin eşi de vardı ama öldürülmeyecek, pavyona satılacaktı.) öldürülmesine sesini çıkarmayacaktı. Neden çıkarsın? Mustafa Suphi’ye “gitme” denilmiş. Gidiyorsan, karşılaşacağın sonuçlara da katlanacaksın…

Çıkar ortaklığı biter bitmez düşmanlık başlar.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye, Hitler Almanyasıyla yakın ilişki içindedir ve SSCB’deki Türk kökenlileri ayaklandırmaya çalışır.

Savaştan sonra ise SSCB ile en uzun sınırı olan NATO ülkesidir.

Ülkede komünist tevkifatları birbirini izler.

SSCB’nin 1991’de dağılmasının ardından kurulan Rusya Federasyonu (RF) ile Özal Türkiyesi Kafkasya ve Orta Asya’da, zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarının olduğu bu bölgede sıkı rekabete girerler. Türkiye, yeni kurulan Türki cumhuriyetlerin (Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve hatta Kazakistan) kendisiyle ittifak yapacaklarına inanmakta ve bu alanda etkin olmak isteyen ABD tarafından da desteklenmektedir. Yaklaşık on yıl süren mücadeleyi Türkiye büyük oranda kaybeder. Belli oranda eskiden hiç bulunmadığı bu alana girer ama ulaştıkları beklentilerinin çok gerisindedir.

Türkiye’nin ve özellikle de MHP’lilerin en büyük hayal kırıklığı, yıllardır “esir Türkler” dedikleri “soydaşlar”dan yüz bulamamalarıdır.

Şimdi aynı rekabet Ortadoğu’da ve somut olarak Suriye’de yeniden yaşanıyor.

RF, SSCB döneminde etkin olunan bölgeye yeniden girmek istiyor. Aynı amaç İran için de geçerli ve karşılarındaki en büyük rakip de Türkiye…

RF, İslam Devleti’nden (İD) daha çok Esad rejimi için tehlikeli olan El Nusra’ya saldırırken gövde gösterisi de yapıyor. 1990 sonrasında ABD aynı gösteriyi fazlasıyla yapmıştı, şimdi RF yapıyor.

Hazar Denizi’ndeki savaş gemilerinden ya da yaklaşık 2000 Km uzaklıktan füze atarak İD hedeflerini vuruyor. İddiasına göre 26 hedef tam isabetle vurulmuş.

Bu kadar uzaktan bu kadar isabet mümkün değildir. Birkaç füzenin İran topraklarına düştüğü iddia edildi, yalanlandı ama böyle olması mümkündür.

RF neden uçaklarıyla bombalamak yerine bu kadar uzaktan füze atmayı tercih etti?

ABD gibi RF de silahlarını deniyor ve gövde gösterisi yapıyor.

Benzerini geçenlerde Akdeniz’deki bir denizaltısından İD hedeflerine füze atarak da yaptı. Hem deniyor hem de “bakın ben neler yapabilirim” diye gösteriyor.

ABD ise RF helikopterlerine karşı kullanılmak üzere El Nusra ve birlikte hareket ettiği örgütlere yerden havaya atılabilen füzeler veriyor. Geçenlerde bir RF helikopterinin bu füzeyle nasıl düşürüldüğü yayınlanmıştı. ABD aynısını Afganistan’da da yapmıştı. Mücahitler’e verdiği yerden havaya Stringer füzeleriyle Kızıl Ordu’nun hava üstünlüğü sona ermişti.

Suriye’de kara savaşı olmadan zafer mümkün değil… Hava bombardımanı ancak kara savaşına destek olabilir, fazlası değil…

Suriye ordusu bitmiş durumda, İran ve Lübnan Hizbullah’ının desteğiyle varmış gibi görünüyor.

RF, gönderdiği savaş gemileriyle Akdeniz’deki askeri varlığını artırdı ama Suriye’de kara savaşına girmesi zor görünüyor. Girdi mi çıkamaz, bunu onlar da biliyor.

RF’in müdahalesiyle Türkiye’nin bölgedeki gücüne açık bir sınırlama getirilmiş olmakla birlikte, güçleri yine de dikkat çekecek kadar fazla.

Türkiye arada operasyon yapsa bile İD’yi destekliyor ve bu destek İD için önemlidir.

Türkiye, Suriye’deki El Nusra ve benzeri grupları da destekliyor. Bunu eskisi kadar açık yapamıyor olabilir, ama yapmayı sürdürüyor.

Türkiye, Barzani ile anlaşarak YPG’nin gelişmesine engel oluyor. Bu anlaşma iki tarafın da işine geliyor. Türkiye, Musul’da artırdığı askeri varlığının yanı sıra, Katar’da da tugay düzeyinde askeri üs kurmuş durumdadır. YPG’nin engellenmesi İD’nin bölgedeki varlığı için de önemlidir.

Bölgedeki küçük askeri güçlerin (PKK/YPG, El Nusra, İD ve diğerleri) hangi görüşten olurlarsa olsunlar varlıklarını sürdürebilmeleri, büyük güçler arasındaki çıkar çelişkilerine, boşluklara iyi oynayabilmelerine bağlıdır. 10-20 bin kişilik askeri güç fazla bir şey sayılmaz. Vardır, yok edilmesi kolay değildir ve hatta mümkün de değildir ama gelişmesi sınırlandırılabilir ve önemli hata yaparsa da ağır darbe yer.

İD, Kobane konusunda bu kadar ısrar etmelerinin ve ağır kayıp vermelerinin yanlış olduğunu kabul etti. Türkiye böyle istiyordu, ondan yaptılar.

ABD ise Kobane’nin düşmesini hava bombardımanıyla engelledi, sonra tarafların savaşını yine izlemekle yetinmeye başladı. ABD bölgede kimsenin fazla güçlenmesini istemez. Kimsenin kimseyi yok etmesini de istemez.

İD, YPG’nin Kobane’den uzaklaşmasını fırsat bilerek bir ara yine saldırmıştı ve neredeyse Kobane’yi ele geçirecekti. Bu saldırı Türkiye ile koordineli olarak yapılmıştır ve zaten aksi de düşünülemez.

Türkiye, AKP döneminde polis ve özel timle askeri gücünü içerde önemli oranda artırdığı için, özerklik ayaklanmaları ordunun gücünü bölmekte yeterli olamadı.

Bu da yeni bir şey değil… Hatırlanacağı gibi Türkiye yıllardan beri Öcalan’ın Suriye’de olduğunu bilmesine rağmen 1998 yılına kadar beklemişti. “Öcalan’ı sınırdışı edin, yoksa Suriye’ye gireriz” demek için neden bu kadar beklediler? Nedeni şuydu: Türkiye ancak bu tarihte üç cephede birden savaşabilecek güce ulaştığına inandığı için beklemişti. Suriye ile savaşa girildiği an Yunanistan’ın da saldıracağı ve içerde de PKK ile çatışmanın şiddetleneceği düşünülüyordu. Bu nedenle İsrail aracılığıyla orduda yaşanılan önemli modernleşmeden sonra üç cephede birden savaşabilecek güce ulaşıldığına inanılmıştı.

1990 sonrasında Türkiye’nin iç ve dış politikası ayrı değil, birleşiktir. Bu özellik bölgesel güçler için tipiktir. İçerde olan dışarıyı, dışarıda olan içeriyi doğrudan ve kuvvetle etkiler.

Bu nedenle adım atarken ülke içindeki güçlerin analizinden öteye, bölgeyi doğru analiz edebilmek gerekir.