Şuanda 348 konuk çevrimiçi
BugünBugün393
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14361
Bu ayBu ay14361
ToplamToplam10482785
Bilime karşı olmak... PDF Yazdır e-Posta


 

 

Bilime yüzde yüz karşı olan yoktur. Her şey Allah’tan diyenlerin en fanatik olanları bile bilimin kendilerine uygun düşen bölümünü kabul ederler ve bunu kendi inançlarıyla bağdaştırmaya çalışırlar.

Bilime karşı olmanın en bilinen yolu, onun belirli bir bölümünü kabul etmek, bu bölümden sonrasını benimsememektir.

Bunu sonraki gelişmeyi doğrudan reddederek yapmayabilirsiniz, böyle yapmak da doğrusu zordur. Bu konuda en geçerli yol, sonrası için susmaktır ya da sonrasındaki gelişmeyi dikkate almamaktır.

Somut bir örnek vereyim…

Ailenin Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni kitabını biliyorsunuz. Bu kitap o dönemde ABD’li Morgan isimli etnologun yaptığı araştırmalardan hareketle Engels tarafından yazılmıştı. Alanında yıllarca klasik olarak kaldı halen de yazılmış olduğu döneme göre öyledir. Okunması gerekir, ama sınırlı geçerliliği olan bir klasik olarak okunmak şartıyla…

Etnolog Morgan’ın görüşleri fazlasıyla aşıldı. Hem değişik alanlarda yapılan araştırmalarla elde edilen bulgular yönünden aşıldı hem de 19. yüzyılda toplumbilime yönelik anlayış yönünden aşıldı.

Her ülkenin sosyalist hareketini bilmiyorum ama Almanya gibi tarihsel olarak bu hareketin oldukça gelişmiş olduğu bir ülkede bu kitaba önem verildiğini görmedim.

En azından özel mülkiyetin ve devletin ortaya çıkması hiç de Engels’in savunduğu gibi değil, farklı yollar bulunuyor.

Bizde ise bu kitap halen geçerli bir klasik olarak değerlendirilir.

İnsanlığın gelişmesi gibi çok önemli bir konudaki bilimsel düşünce burada durmuş kabul ediliyor. Bu anlayış bilimin başka bir çeşit inkarıdır.

Engels’in insanlığın küçük avcı topluluklarından başlayarak gelişmesiyle ilgili görüşleri, yaşadığı dönemin bilim anlayışını yansıtır.

O dönem doğa bilimleri hızla gelişiyordu, toplumsal bilim yeni şekilleniyordu denilebilir. Hızlı gelişen bilim dalı her zaman diğerlerini etkisi altına almış ve kendi düşünce tarzını onlara empoze etmiştir.

19. yüzyılın toplumbiliminde de benzeri görülür.

Doğa biliminde tekrarlanabilirlik esastır. Aynı anlayış toplumbilimde de yerini bulur.

Morgan ilk insan topluluklarıyla ilgili değerlendirmesinde yaptığı araştırmaya dayanıyor ve buradan hareketle de aynı araştırmanın dünyanın her tarafında aynı sonucu vereceğini düşünüyor.

Aynı düşünce Engels’te de bulunuyor.

Saf su deniz seviyesindeki atmosfer basında dünyanın neresinde olursa olsun 100 derecede kaynar. Ama toplumbiliminde böyle değil, tekrarlanabilirlik söz konusu değil ve dahası sonraki araştırmalar ilk yapılana göre farklı sonuçlar verebiliyor.

Ailenin Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni kitabı Engels’in etnografi tarihinde yer almasını sağlamış. Bu yer alış bir dönemle ilgilidir. Önemlidir, okunması gerekir, ama bu teorinin bitmiş olduğunu unutmamak şartıyla…

Bilim tarihinde doğru olanı söylemekle o güne kadar geçerli olan görüş kolayca değişmiyor. Ciddi direniş ortaya çıkıyor. Türlü çeşitli görüşler ifade ediliyor ve doğa biliminde bile yeni gerçek yolunu zorlanarak açabiliyor.

Toplumbiliminde fazlasıyla böyledir.

Yıllar öncesinin kuramlarını incelerken bunların sınırlarını görebilmek gerekir. Ama bunun için de o günün dünyasını biraz olsun bilmek gerekiyor.

Engels’in yaşadığı dönemde ayrıntılı olmasa bile konu olmaya başlayan devletsiz büyük toplulukların varlığını görmemiş olması gariptir. Afrika’daki bu topluluklarla özellikle İngiliz sömürgeciliği ilgileniyordu.

İngiliz ve Fransız sömürgecilikleri farklıdır. Dışarıdan bakıldığında ikisi de sömürgeciliktir ama İngilizlerinki daha esnektir. Tipik yöntemleri “kralı bul, satın al, topluluğu yönet” şeklinde ifade edilebilir. Kralın adı farklı olabilir, önemli olan toplumda önde gelen kişiyi bulup onunla anlaşmaktır.

Afrika içlerindeki sömürgecilikte bu yöntem tutmuyor. Yüzbinlerce insanı barındıran topluluklarda kral ya da şef bulunmuyor. Devlet yapısı da yok… Ama bu insanlar kısa sürede bir araya gelip ayaklanabiliyor. Bu nasıl oluyor?

Etnografinin ilk gelişmesi sömürge toplumları anlama çabasından kaynaklanır. Bu toplumları bilinen kavramlarla anlamak mümkün değil. Devlet yok, şef yok ama örgütlenme var! O zaman bu örgütlenmeyi sağlayan nedir?

Geniş akrabalık bağları ve dini inanç temelinde birkaç yüz bin kişiyi bulabilen büyük insan toplulukları bir araya gelebiliyor ve sömürgecilikle mücadele ediyor.

Afrika’daki sömürgelerin bağımsızlıklarını kazandıkları 1960’lı yıllarda mücadelenin tanınmış isimlerinden birisi olan Amilcar Cabral (diğerleri arasında Nkrumah, Fanon, Lumumba sayılabilir), devletsiz toplulukların sömürgeciliğe karşı büyük direniş gösterdiklerinden söz edecektir.

O dönemin devletsiz toplulukları Engels’in görüşlerine hiç uymuyor…

Belirgin olarak ortaya çıkmaları sonraki bir gelişmedir, burası tamam ve zaten sorun Engels’te değil görüşlerini mutlaklaştıranlardadır.

Bilime karşı olmak, bilimsel gelişmeyi bir noktada durdurmakla özellikle ortaya çıkıyor.