Şuanda 346 konuk çevrimiçi
BugünBugün391
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14359
Bu ayBu ay14359
ToplamToplam10482783
Komünistlerin ne yapacağı belli olmuyor! PDF Yazdır e-Posta


Okur önceki yazılardan hatırlayacaktır: 20. yüzyılın başında ve sonunda komünistlerin kitle halinde burjuvaziye katılması gerçekleşmiştir.

20. yüzyıl başlarında komünistlerin adı sosyal-demokrat idi ve başta Almanya olmak üzere değişik Avrupa ülkeleri parlamentolarında işçi sınıfının politik temsilcisi olarak yer alıyorlardı.

Almanya sosyal demokratları savaş kredilerinin kabul edilmesi yönünde oy kullandılar. Başka bir deyişle savaşta Almanya burjuvazisi yanında yer aldılar. 100 kişiden fazla olan parlamento grubunda sadece iki kişi, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht savaş kredilerine karşı çıkacaktı.

Benzer bir durum diğer ülkelerde de görüldü. 1914 sonrasında Lenin’in de katıldığı savaşa karşı yayınlanan bildiri sosyal demokratların ancak küçük bir bölümü tarafından onaylanıyordu.

1917 Ekim devriminden sonra Lenin ilgili partiler savaşı destekledikleri için sosyal-demokrat adının kirlendiğini ve komünist adının kullanılması gerektiğini açıklayacaktı. Aynı gerekçeyle II. Enternasyonal’in yerine III. Enternasyonal kurulacaktı.

20. yüzyılın sonunda ise burjuvaziye geçiş daha kitleseldi. SSCB’yi oluşturan cumhuriyetlerin yanı sıra bütün Doğu Avrupa ülkelerinin komünist ya da benzer ad taşıyan partilerinin yöneticilerinin önemli bölümü, ek olarak daha alt kademedeki kadrolar burjuvaziye geçeceklerdi.

Devrim, Lenin’in Nisan Tezleri’nde tanımladığı gibi, politik iktidarın sınıf yapısının değişmesiyse eğer, reel sosyalist ülkelerde bu değişiklik gerçekleşmişti. Bu ülkelerdeki burjuvaziyi eski komünist partilerinin özellikle ekonomik alandaki yöneticileri oluşturuyordu. Politik alandaki yöneticiler Doğu Avrupa ülkelerinde genellikle tasfiye edilirken, önceki SSCB’yi oluşturan cumhuriyetlerde yerlerini korumuşlardı.

Özbekistan örneklerden bir tanesidir. KP’nin adı değişmişti ama kadro aynıydı. Ek olarak burjuvazinin rakip bir fraksiyonunun çıkmasına da izin vermiyorlardı.

Bu ülkenin tanınmış şairlerinden Muhammed Salih, 1992’de Taşkent’te kendisiyle yaptığım ve Yazın Dergisi’nde yayınlanan söyleşide, isimlerin değiştiğini ama kadronun aynı kaldığını söyleyecekti.

Rusya Federasyonu’nda devlet ile büyük hızla zenginleşen oligarklar arasındaki çekişme Putin döneminde hız kazanacak, sonuçta bürokrasiyle yeni burjuvazi arasında denge kurulacaktı. Bu dengeye kafa tutmaya kalkan Hodorkovski gibi oligarklar ise casusluk suçlamasıyla tasfiye edilecekti.

Reel sosyalizm Doğu Avrupa ülkelerinde 44, SSCB’yi oluşturan cumhuriyetlerde ise 74 yıl sürdü. Ardından şu manzara görülüyor:

Rusya Federasyonu’nda komünist partisi var, ama büyük oranda milliyetçi motifleri ağır basıyor. Eski federasyon cumhuriyetlerinde ise komünizmin adını bile görmek zor.

Bulgaristan, Macaristan, Arnavutluk, Romanya, Polonya gibi ülkelerde KP ya yok ya da çok zayıf… Sadece eski Çekoslovakya’nın bölünmesiyle oluşan ülkelerden birisi olan Çek Cumhuriyeti’nde güçlü bir KP bulunuyor.

Eski reel sosyalist ülkelerde bırakın KP’yi sol bulmak bile zordur.

Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin varlığının sona ermesinin ardından Almanya’da sancılı bir gelişme sonrasında sol güçlendi. Avrupa’nın en güçlü sol partisi bu ülkede bulunuyor ve yüzde 10 civarında oy alıyor.

On yıl kadar önce İtalya’da Komünist Partisi Yeniden Kuruluş (Rifandazione) ortaya çıkmıştı. Bu parti sosyal hareketlerle iyi ilişki içindeydi. Seçimde iyi oy aldı, koalisyon ortağı oldu ve ardından Irak savaşını destekleyince hızla zayıfladı ve neredeyse yok oldu.

Parti başkanı Fausto Bertinotti, Almanya’da Sol Parti’den önce var olan Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) ile iyi ilişki içindeydi. Sendika başkanıydı ve sık sık bu ülkeye davetli olarak gelirdi. İyi bir çıkış yapan ve bunu sürdüremeyen Avrupa Sol Partisi de esas olarak PDS ve Rifandazione tarafından kurulmuştu.

Komünistlerin kolayca sağa geçmesinin başka örnekleri de bulunuyor.

Avrupa Birliği’ne karşı olan Yunanistan Komünist Partisi, Syriza hükümetini geçici olarak bile desteklemeyi kabul etmeyerek, bu partinin liberal sağ bir partiyle koalisyon yapmak zorunda kalmasına neden olacaktı.

Başka örnekler de verebilirim ama son örneğe geçeyim.

Almanya’da Sol Parti içinde değişik platformlar bulunuyor. Platformların varlığı tüzükle garanti altına alınmış durumdadır. Bunlardan bir tanesi de Komünist Platform’dur. Sözcüsü, aynı zamanda Sol Parti Parlamento Grubu Başkanı olan Sahra Wagenknecht’tir. Almanya çapında tanınan ve ekonomi bilgisi güçlü bir kadındır.

Almanya geçtiğimiz yıl 1,1 milyon mülteci aldı. Yılbaşı gecesi Köln’de Alman kadınlarına yönelik toplu taciz olayı yaşandı. Kimliği saptanabilenlerden bazıları mülteci durumunda… Yılbaşından beri suç işlemiş mültecilerin kolayca sınırdışı edilebilmesi için yasa değişikliği yapılması tartışılıyor. İktidardaki Hıristiyan Demokratlar ile sosyal-demokratlar bu konuda anlaşmış durumdalar.

Wagenknecht de bu yönelimi destekleyen bir açıklama yaptı ve Alman sağının yıllardan beri kullandığı kelimelerle, “misafirlik hakkını kötüye kullananlar”dan söz etti.

Partinin komünist olmayan kesimi bu belirlemeye karşı çıktı ve “söz konusu olan misafirlik hakkı değil, iltica hakkıdır” diyerek Wagenknecht’in açıklamasının partinin görüşünü temsil etmediği duyurdu.

Yeni partinin pek sol kesiminden, eski SPD’li Oscar Lafontaine de her yıl kabul edilecek mülteci sayısına üst sınırlama getirilmesini istedi. Hırıstiyan Demokratlar da aynısını isterken Başbakan Angela Merkel buna karşı çıkıyordu.

Ortalık yeniden karıştı. Sol Parti’nin Baden Württemberg eyaleti gençlik örgütü Lafontaine’in partiden çıkarılmasını istedi.

Neden böyle yaptılar diye sorarsanız, açıklaması zor değil.

Almanya’da bu yıl eski DAC bölgesini kapsayan eyaletlerin üç tanesinde eyalet parlamentosu seçimi var ve bunlar Sol Parti’nin iyi oy aldığı yerlerdir. Ne ki, Sol Parti seçmeninin bir bölümünün hızla güçlenen ilticacı karşıtı Pegida’ya yaslanan AfD’ye (Almanya İçin Alternatif) oy vermesi söz konusudur. Bunu engellemek için sağın ve Pegida’nın taleplerinden birisi kabul edilmiş gibi açıklama yapılıyor.

(Eski DAC bölgesinde ırkçıların güçlü zemin bulmasının nedenlerini başka bir yazıda anlatmıştım. Yakında bu konuda başka bir yazı daha yayınlayacağım. Yazıyı yazdım ama önce gönderdiğim dergide yayınlandığı sayının çıkması gerekiyor.)

Irkçı partilere ödün vererek onları geriletemezsiniz. Fransa örneği bu konuda yeterince açıktır. Ulusal Cephe’nin taleplerinin bir bölümünün diğer sağ partiler tarafından kabul edilmesi onlara oy kaybettirmedi. Fiilen ülkenin en büyük partisi durumundalar ama seçim sistemi sayesinde bu destek temsilciliklere yansımıyor.

AfD bir puan daha kazanırsa yüzde 11’e ulaşıyor ve Yeşiller’den sonra ülkenin dördüncü güçlü partisi olarak Sol Parti’nin yerini alıyor.

Kişi olarak şaşırdığımı söyleyemem çünkü 20. yüzyıl tarihi komünistlerin kolayca sağa geçmesinin örnekleriyle doludur.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin durumu da hiç farklı değildir. Komünist Partisi önderliğinde kapitalizm olabileceği daha önce kimse tarafından düşünülemezdi, ama olduğunu görüyoruz.

2008’de yazdığım bir yazıda komünist adının kirlendiğinden söz etmiştim. Tıpkı sosyal-demokrat adı gibi komünist de kirlenmiştir ve hiç de iyi çağrışım yapmamaktadır. Bu nedenle başka isimler kullanılıyor. Anti kapitalist bunlardan birisidir.

Bu sadece bir isim değişikliği değildir. İşçi sınıfının temel güç olmamasından üretici güçlerin hızla geliştirilmesine kadar bilimsel denilen sosyalizmin değişik tezleri de savunulmamaktadır.

Komünistler ya da Marksistler kafayı sadece ekonomiye taktıkları için yaşadıkları toplumu anlamakta ve açıklamakta yetersiz kalıyorlar. Eskiden eleştirilirlerdi, şimdi buna bile gerek kalmadı. Zayıf oldukları zaman pek devrimcidirler, biraz güç kazanınca da ne zaman ve nasıl sapacakları hiç belli olmaz. Sağcılardan bile daha beter pozisyonlara kolayca geçebilirler.

Birileri bu durum karşısında “onlar gerçek komünist değil” demesin sakın…

İnsanın aklına islamın rezaletleri karşısında yapılan “onlar gerçek İslam değil” açıklaması geliyor.

Durum Ortadoğu’da daha da açık aslında…

Değişik ülkelerdeki komünist partileri islamcı örgütler karşısında kaybettiler.

İran’da Mollalar, TUDEH’i resmen dağıttı, oysa ki güçlü bir partiydi.

Yine güçlü bir parti olan Irak Komünist Partisi de üçe bölündü, bir bölümü ABD işgalini destekleyecekti. Ardından yok oldular sayılır.

Suriye’de Esad’ın düzmece KP’leri dışında başka KP zaten olmadı denilebilir.

Lübnan KP’si Hizbullah ile birlikte çalışmak zorunda kaldı.

Aynı durum yıllarca Müslüman Kardeşler ile birlikte çalışan Mısır KP’si için de geçerlidir.

1960’lı yıllarda Endonezya KP’si, SBKP’den sonra dünyanın ikinci büyük komünist partisiydi. Birkaç ay gibi kısa sürede bu partinin yaklaşık yüz bin üyesi öldürüldü. Katliamın gerçekleştirilmesinde devletle aktif işbirliği yapan Müslümanların önemli rolü vardır. Bu parti halen var mı, bilmiyorum, varsa da oldukça zayıftır.

Ortadoğu’da PKK’nin eleştirilebilecek değişik yönlerine rağmen durumunu görüyorsunuz. Bu örgüt marksist ve komünist değildir, böyle bir iddiası da bulunmuyor.

Ülkemizde sayısını bilemediğim KP’lerden birisinin sözcüsü kalkıp da “bu nedenle başarılı olamıyorlar” diyebilir. Diyorlar da zaten!

“Siz başarılı mısınız!” denirse, ne cevap verirler, bilemem!

Bu insanlar böyledir. Bir yandan burunlarından kıl aldırmazlar, diğer yandan da üzerinden çeyrek asır geçmesine rağmen reel sosyalist ülkelerin (Çin dahil) yapı değiştirmesini sade suya tirit teorilerle açıklamaya kalkarlar.

Komünistler öğrenme özürlüdür, desem, büyük belirleme yapmış olmam.

Durum ortada; öğrenmemek için ellerinden ne gelirse yapıyorlar.

 

Zaten bildiklerine göre, öyle sandıklarına göre, neden öğrensinler!