Şuanda 245 konuk çevrimiçi
BugünBugün300
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14268
Bu ayBu ay14268
ToplamToplam10482692
Genellemenin arkasını okumak PDF Yazdır e-Posta


Aklın çalışmasında genelleme önemli yer tutar. Tek tek olayları ve olaylar arasındaki tekil ilişkileri incelemek yerine ortaklıklar bulunur ve buradan genelleme yapılarak yasalara ulaşılır. Doğa bilimlerinde fazlasıyla örneği bulunan genellemeyle ulaşılan yasallık anlayışı, 19. yüzyılda sosyal bilimlere de sıçrar. Doğa bilimleri evrenin açıklanmasında başarılı iseler, onların genelleme yöntemleri sosyal bilimler için neden geçerli olmasın?

Doğa bilimlerinin gelişmesi ve farklı dallara ayrılması, sosyal bilimlerden öncedir. İlkinde sağlanan gelişme ve başarılar ikincisini de etkilemiştir.

Doğa bilimleriyle sosyal bilimlerin belirgin olarak ayrılması gerektiği, birisindeki anlayışın diğerine uygulanamayacağı çok sayıda ve bazıları acı sonucu olan örneklerle –tam olmasa bile- anlaşılmıştır. Yine de doğa bilimlerinin etkisinin bugün bile sürdüğü söylenebilir. Bu etki 20. yüzyılın ilk yarısında belirgin olarak daha fazlaydı.

Doğa bilimlerinin etkisi özellikle genellemecilikle sosyal bilimlere yansır. Doğa bilimlerinde belirli koşullar altında gerçekleşen bir olgu, aynı koşullarda dünyanın her yerinde gerçekleşir. Saf su, deniz seviyesindeki atmosfer basıncında dünyanın her yerinde 100 derecede kaynar. Toplumlarda ise “aynı koşul” hiçbir zaman bulunmaz. Aynı koşul varmış gibi görünen durumlarda da iki toplum ya da iki insan grubu aynı tepkiyi göstermez. Bu nedenle toplum bilimlerinde belirli örneklerden çıkarak genelleme yaparken dikkatli olmak gerekir. Ya da toplum bilimlerindeki genellemeler, doğa bilimlerindekiler gibi kesin değildir ve her durumun ayrıca incelenmesi gerektiğini dışlamazlar.

Örneklemek gerekirse, sürekli enflasyonist para politikası bir süre sonra ekonomik krize yol açar, ama buradan çıkarak her toplumda önemli bir hareketlenmenin yaşanacağı söylenemez. Ekonomik kriz, aynı koşullara sahipmiş gibi görünen toplumlarda farklı sonuçlara yol açabilir.

Sosyal bilimler, alanlarına özgü sorunların yanı sıra, doğa bilimlerinin etkileriyle mücadele ederek gelişebilmiştir.

Psikolojik hastalıklara Freud’a kadar “makine bozuldu” anlayışıyla yaklaşıldı. Beden bir makineydi ve diğer hastalıklarda olduğu gibi bir tarafı bozulmuştu; neresi olduğunun anlaşılması gerekiyordu. Büyük çaba harcanmasına karşılık o günün tekniğiyle psikolojik rahatsızlıkla bedendeki herhangi bir bozukluk arasında bağ kurulamadı.

Doğa bilimlerindeki genellemenin sosyal bilimlere yansıması konusunda başka örnekler de verilebilir. Bunlardan bir tanesi Paris Komünü’yle ilgilidir. Komün zamanın iki önemli dünya kentinin (diğeri Londra’dır) birisinde yüz gün sürmüş önemli bir olaydır. Komün’ün analiz edilmesi ve dersler çıkarılması önemlidir. Ne ki, bu derslerin insanlığın gelecek deneyimlerinde de geçerli olacağı savunulduğunda, burada doğa bilimin genellemeci anlayışını görmemek mümkün değildir.

Komün’ün demokrasi anlayışı ilkçağda Atina’dan beri biliniyor. Ne ki, bu anlayış belediyeler ya da küçük insan toplulukları için geçerlidir. Aynı anlayış ülke çapında uygulanmaya çalışıldığında önceden düşünülmeyen zorlukların çıktığı ilk kez 1919 Alman devrimi sırasında görülür.

İyi incelenmiş tek örnekten çıkarak genelleme yapmak doğa bilimlerindeki tipik anlayıştır ve bunu geçmişe yönelik olarak görmek de mümkündür.

Antropolog Morgan insan topluluklarının ilk dönemleriyle ilgili önemli araştırmalar yaptı. Ne ki, O’nun bulgularını insanlığın geçmişini kapsayacak şekilde genellemek, buradan hareketle “Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni”ne gitmek oldukça sorunludur. Morgan’dan sonraki yıllarda başka bölgelerde farklı antropologlar da ilk toplumlarla ilgili araştırmalar yapmışlar ve aynı sonuçlara ulaşmamışlardır. Toplumların geçmişleri arasında benzerlikler olabilir, ama her toplumun ayrı incelenmesi gerekir. Birisinin geçmişine ait olarak bulunan özelliklerden hareketle aynısının diğerinde de görüleceği söylenemez. Böyle bir genelleme doğru sonuç vermez.

Buradan Hannah Arendt ve Naziler konusuna geçilebilir. Burada da doğa bilimlerindeki genellemeciliğin başka bir örneğini görebiliriz.

ARENDT VE EICHMANN

Arendt mahkemede canavar ruhlu, psikolojisi bozuk bir tiple karşılaşmayı bekliyordu, ama Eichmann normal bir insandı. Duruşmalar ilerledikçe kendisinin Yahudilere karşı özel bir düşmanlığı bulunmadığını da görecekti. Nazi hiyerarşisinde önemli bir isim olan Eichmann’ın bu özelliği Arendt’i şaşırttı ve durumu açıkça yazdığında da oldukça tepki topladı (Hannah Adendt adlı filmde bu tepkinin değişik görünümleri yansıtılır.)

Sonraki yıllarda ABD ordusuna esir düşen Alman askerlerinin sorguları kitap olarak yayımlanacaktı. Bu askerlerde Yahudi karşıtlığı vardı ama beklenildiğinin tersine aşırı anti semitist değildiler. Yahudi karşıtlığı çok sayıda Hıristiyanda zaten vardı ve pogromlar da Naziler iktidara gelmeden önce sadece Almanya’da değil Avrupa’nın diğer ülkelerinde de görülmüştü.

Eichmann örneği kolay genellemenin tehlikesini yeniden gösterir. Bu kişi tek örnek de değildi. Toplama kamplarının en büyüğü olan Auschwitz-Birkenau’nun komutanı Franz Hössler yargılanıp idama mahkum edildiği mahkeme boyunca neden dolayı suçlandığını anlamadığını söylemişti. Kendisine verilen emirleri yerine getirmişti ve bunun da suç olmaması gerekirdi.

Adorno ve Horkheimer sonraki yıllarda “Otoriter Karakter” çözümlemeleriyle konuya açıklık getirmeye çalıştılar. Avrupa’nın aydınlanmış halklarından birisi olan Alman halkı sonuna kadar Nazilerin peşinden nasıl gitmişti? Böyle yaptıkları için kendilerini suçlu da hissetmiyorlardı ya da suçluluğu ancak yenilgi psikolojisi içinde kabul ediyorlardı.

Burada faşizmin sadece tekellerin tamamının –ya da bir bölümünün- gerici, askeri diktatörlüğü olmadığı, sadece emekçiler üzerinde zulüm anlamına gelmediği; faşizmin önemli bir kültürel bileşeninin bulunduğu görülüyor. 1945 sonrasında Almanya’da –ek olarak İngiltere’de de- Nazilerin nasıl bu kadar başarılı olabildiklerinin mekanizması çözümlenmeye çalışıldı.

Otoriter karaktere göre; disiplinli aile yapısı ve babanın mutlak otoritesi temelinde yetişen Alman insanı, Hitler’i baba olarak kabullenmiştir. Freud’un bu görüşü savaş sonrasındaki yıllarda Alexander Mitscherlich’in “babasız toplum” teziyle yeniden gündeme gelecekti. Alman toplumu babasını kaybetmişti ama savaşı da kaybettiği için açık olarak üzülemiyordu. Almanya işgal altındaydı.

Nazi propaganda filmleri yeniden analiz edildi ve Hitler’in insanları ve özellikle de kadınları nasıl bu kadar etkileyebildiği üzerinde duruldu. Kayıtsız şartsız inanç ve bağlılık noktasına gelen insan, ne yaparsa yapsın kendisini suçlu olarak görmez. Eichmann da Nazi hiyerarşisinin diğer önemli kişileri de böyledir.

Halktan insanları yargılamak hem çok zor hem de mümkün değildi. Zordu, çünkü onlar emirleri yerine getirdiklerini söyleyeceklerdi. Karşı çıkmamışlardı, bunu düşünmemişlerdi de. Bu yargılama aynı zamanda mümkün de değildi çünkü Alman halkı büyük çoğunlukla Nazileri sonuna kadar desteklemişti. Dışarıdan halk getirilemeyeceğine göre, hem müttefiklerin işgal bölgesi Batı’da hem de Kızıl Ordu’nun işgal bölgesi Doğu’da düne kadar Nazileri desteklemiş bir halkla daha ileriye gidilmeye çalışılacaktı.

Almanya’da yaklaşık on yıl kadar önce kabaca bin sayfalık bir kitap yayımlandı. Kitapta NSDAP (Almanya Ulusal Sosyalist İşçi Partisi) üyelerinin savaşın kaybedilmesi ve kayıtsız şartsız teslim olunmasının ardından ne yaptıkları tek tek belirtiliyordu.

Batıda olanların küçük bir bölümü yargılanıp ceza almış, kalanları ise kendilerini parlamerter sistemin kurallarına uydurmuştu. Öğretmenler, hakimler, polisler ve askerler arasında çok sayıda eski NSDAP üyesi vardı. Bu insanlar yeni kurallara uyuyorlardı ama kafa yapılarının özeleştiri yapınca önemli oranda değiştiği söylenebilir miydi?

Batı Almanya olarak da bilinen Federal Almanya’da ülkenin Nazi geçmişiyle büyük hesaplaşma 1968 hareketiyle başlar. Babalarının ve saygıdeğer dedelerinin Nazi olduğunu öğrenen gençlerle aileleri arasında büyük sorunlar çıkacaktı.

Doğuda ya da Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde (DAC) sosyalizm kuruldu. Üretim araçları kamulaştırıldı, eğitim sosyalistleştirildi ve toplumsal kurumlar da buna göre düzenlendi. Batı ve Doğu’dakinin aynı halk olduğunu unutmamak gerekir. Dışarıdan halk getirilemeyeceğine göre parlamenter sistem gibi sosyalizm de bu halkla başlamak zorundaydı. Yukarda adı geçen kitapta verilen örnekler arasında DAC’de görev yapan çok sayıda eski Nazi öğretmen ve hakimin adı da bulunuyordu. Bu insanlar kuşkusuz özeleştiri yapmışlar ve Nazi dönemini mahkum etmişlerdi ama mesele bununla önemli oranda çözülmüş oluyor muydu? O güne kadarki tarihin gördüğü en büyük propaganda makinesi olan nazizmin önemli kültürel yanı da bulunuyordu ve bundan kurtulmak ancak bilinçli ve uzun eğitimle mümkün olabilirdi.

Haziran 1953’de Doğu Berlin’de yapılan zamları protesto eden bir bölüm işçi ayaklandı. Ayaklanma Kızıl Ordu’nun müdahalesiyle şiddetle bastırıldı. Ayaklanmanın ardından iktidardaki SED (Almanya Sosyalist Birlik Partisi) Politik Bürosu bir açıklama yayımlayarak halkın güven kazanmak için daha çok çalışması gerektiğini belirtir. 1945 sonrasında DAC’de yaşayan Bertold Brecht de, içinde “bu halk hoşunuza gitmiyorsa başka halk bulun” dediği bir şiirle cevap verecekti.

Başka halk bulmak mümkün değildi. DAC tarihiyle ilgili bazı araştırmalarda SED yöneticilerinin halka güvenmedikleri saptaması yapılır. Doğru olması gerekir. Bu halk kısa süre öncesine kadar Nazileri destekleyen halktı, şimdi sosyalist olmuştu ama o kültürel miras pek değişmemişti, kısa zamanda değişmesi mümkün de değildi. Ek olarak zamanın hakim sol anlayışı çerçevesinde kültürel değişimin üretim ilişkilerindeki değişime doğrudan bağlı olduğu sanılıyordu. Böyle olmadığı görülebiliyordu ama karşısında ne yapılabileceği de bilinmiyordu.

Burada, Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılmasından kısa süre sonra eski DAC bölgesinde Naziler nasıl bu kadar hızlı örgütlendiler sorusuna, bu oluşumun mekanizmasını çözümleyerek cevap aramak söz konusudur. Arendt de benzerini yapmıştı. Bu insanlar nasıl bu duruma geldiler, bunun mekanizması nedir? Burada genellemelerle değil, tarihsel temel ve olguların birbirleriyle bağlantıları zemininde sonuca gitmeye çalışmak gerekir. Genelleme kolayca açıklar, ama süreci anlayamayanın sonuçta ortaya çıkanı anlaması da mümkün olmaz.

DAC VE IRKÇILIK

Genelleme çerçevesinde düşünüldüğünde reel sosyalist bir ülkede ırkçılığın mümkün olmaması gerekir. Ülkenin eksikleri olabilir, bunlar başka bir şeydir, ama ırkçılık hem yasaktır hem de sosyalist ideolojinin yapısına aykırıdır. Hele de bu ırkçılığın başka halklardan işçilere karşı yönelmesi tümüyle düşünülemeyecek, mümkün olmayan bir şeydir. Teoriye göre hangi halktan olurlarsa olsunlar işçiler kardeş değil midir?

Genellemeden hareketle düşünüldüğünde böyleymiş gibi görünmekle birlikte, gerçekte olan bunun tersidir.

Almanya’nın birisi kapitalist diğeri sosyalist iki bölümünde de savaş sonrasındaki hızlı ekonomik gelişme döneminde yabancı işçiye ihtiyaç vardı. Almanya savaşta büyük kayıp vermişti ve özellikle erkek nüfus azalmıştı. Açığın özellikle kalifiye olmayan emekle kapatılması gerekiyordu. Zamanın sanayi üretimi de fordist yönteme, akarbantla üretime dayanıyordu. Bunun için de kalifiye olmayan emek yeterliydi.

F. Almanya Cumhuriyeti (FAC)Yunanistan, İtalya ve Türkiye’den işçi getirdi. Bu işçiler akarbantta ne yapacaklarını kısa sürede öğrendiler ve üretim sürecine girdiler.

DAC ise Vietnam ve Angola’dan işçi getirdi. DAC, F. Almanya’ya göre daha küçük olduğu için (nüfusu yaklaşık 16 milyondu) getirilen yabancı işçi sayısı da azdı; 150.000 kadar.

Bir ülkede yabancıların varlığı, Yabancılar Yasası’nı gerekli kılar. Bu yasa hem FAC’de hem de DAC’de vardı ve beklenildiğinin tersine ikincisindeki yasa birincisinden daha kötüydü.

FAC’de ilk yıllarda işçi yurtlarında toplu olarak kalan işçiler daha sonra ailelerini yanlarına getirmek hakkına sahip oldular. DAC’dekiler ise bu hakka sahip olamayacaklardı. İş anlaşmaları süreliydi, ailelerini yanlarına getiremedikleri gibi, işleri biter bitmez de gitmek zorundaydılar. Sürekli olarak işçi yurdu benzeri binalarda yaşarlardı, toplumla karışmaları söz konusu değildi.

DAC’nin 1990’da bir devlet olarak sona ermesinden önceki yıllarda yapılan araştırmalara göre, özellikle gençler arasında açık bir yabancı düşmanlığı vardı. Bu gençlerin çevresinde yabancı çok azdı, ama düşmandılar.

Bunda şaşılacak yan bulunmuyor çünkü FAC’de de yabancı olarak da anılan göçmenlerin fazla olduğu büyük kentlerde onlara karşı düşmanlık, küçük yerlerde görüldüğünden daha azdır. Karışık yaşamanın düşmanlığı azalttığı, ayrı yaşamanın ise artırdığı değişik örneklerde görülmüştür. Karışık yaşamak karşılıklı değişmeyi sağlamaktadır.

DAC’nin FAC’ye katılmasıyla varlığının sona ermesinin ardından 1992’de Rostock-Lichtenhagen’da insanları şaşırtan bir olay oldu. Eski DAC’nin büyük kentlerinden olan Rostock’ta bir grup nazi mültecilerin kaldığı bir binaya saldırdı, yangın çıkardı, yaralananlar oldu. Buraya kadar şaşılacak bir şey yoktu, saldırganlar batıdaki eyaletlerden buraya gelmiş olabilirdi. Şaşırtıcı olan, bina civarında yaşayan halkın saldırganları sloganlarla desteklemesiydi. Bu halk da dışarıdan buraya gelmemişti.

DAC’nin sona ermesinin ardından ülkenin batısındaki Naziler bu bölgeye akın ettiler ve örgütlenmek için verimli bir zemin buldular. Duvar’ın yıkılmasından 25 yıl sonra Almanya’nın doğu eyaletlerinde Nazilerin “yabancılardan arındırılmış kurtarılmış bölgeleri” bulunuyor. Seçimlerde bazı yerlerde önemli oranda oy da alıyorlar. Eskiden olduğu gibi şimdi de bu bölgede yabancılar göçmen ya da mülteci olarak az bulunmaktadır.

DAC’nin sona ermesinden sonraki yıllarda yapılan araştırmalar da pratikte görüleni onayladı: bölge halkında açık bir yabancı düşmanlığı vardı ve bu düşmanlığın kolayca anti-semitizme dönüşmesi de söz konusuydu.

Konuya genelleme çerçevesinde yaklaşılacak olursa, açıklama bulmak mümkün değildir. Eksikleri ne olursa olsun eski sosyalist bir ülkenin halkında belirgin ırkçı görüşlerin bulunması şaşılacak bir durumdur. Benzer örnekler başka eski sosyalist ülkelerde de görülmektedir. Polonya, Macaristan ve Rusya gibi… Bu örneklerin her birinin ayrıca incelenmesi gerekir, bir ülkedeki örnekten hareket ederek diğerlerini açıklamak mümkün değildir.

DAC’de Nazi döneminden gelen “üstün Alman” anlayışı sosyalist teoriyle eklemlenerek varlığını sürdürmüştür. Bunun zemini de vardı. DAC yeni bir devletti. DAC, sadece sosyalizm döneminde yaşayan, daha önce ve sonra bulunmayan bir devlettir. İkinci bir Alman devletidir ve diğer Almanya’dan ya da kapitalist Almanya’dan üstün olduğunu en başta kendi halkına anlatmaya çalışmıştır. Alman faşizminin toplumu derinden etkilemiş kültürel mirasıyla hesaplaşılmadığını, DAC’nin 1968’i yaşamadığını da dikkate alırsak, “üstün Alman” anlayışının varlığını bu kez sosyalist dünya görüşüyle eklemlenerek sürdürdüğü görülebilir.

Yabancıya yabancı kalmak ve kesinlikle birlikte yaşamamak anlayışı da uygun zeminin oluşmasına katkıda bulunmuştur.

Şunu belirtmek gerekir: DAC yöneticileri toplumda ırkçılığın ortaya çıkmasını istemediler. Bu yönde herhangi bir çabaları da olmadı, tersine bu anlayışı sık sık mahkum ettiler. DAC döneminde duvarlara ırkçı sloganlar yazan gençlerin yakalanıp cezalandırıldıklarını yıllar sonra öğrenmek mümkün olabildi. Bunlar görece büyük kitlenin görünürdeki küçük bir parçasıydı ama “Batı’nın yıkıcı çabaları” çerçevesinde açıklama yapmak tercih edildi. Genellemecilikten hareket eden bir açıklama kolaydı, ama doğru değildi. Batı’nın çabaları mutlaka vardı ama asıl sorun içerdeydi, tarihteydi; üretim araçlarını kolektif mülkiyete geçirip burjuvaziyi tasfiye edince faşizmin kültürünün de ortadan kalkacağını sanmaktaydı. Bu kültürün yayılmacılık gibi bazı unsurları ortadan kalkmıştı ama “üstün Alman” gibi bazı bölümleri de sosyalist düşünceyle eklemlenerek varlığını sürdürüyordu.

Açıklama aranırsa, bulunur. Nitekim DAC halkında ırkçılık düzeyine ulaşan yabancı düşmanlığının görülmesinden sonra değişik komplo teorileriyle konu açıklanmaya çalışıldı, ama inandırıcı olmadı. Araştırmalar, olaylar, Nazilerin etkinliği ortadaydı ve bunların hepsi komplo olamazdı.

Arendt de Yahudi kökenliydi ve Nazi hiyerarşisinde önemli bir isim olan Eichmann’ın hiç de sanıldığı gibi “canavar ruhlu bir Yahudi karşıtı” olmadığını belirtmesinin, özellikle Yahudi topluluğu ve zamanın entelektüel çevresinin bir bölümü üzerinde nasıl etki yarattığı ve tepkilere neden olduğu anlaşılabilir. Genelleme çerçevesinde düşünüldüğünde ya da tümdengelim ayrım gözetmeksizin uygulandığında bu sonuca ulaşılması normaldir, ama doğru değildir.

Anti semitizm Nazilerin düşünsel yapısında önemli yer tutar ve buradan hareketle görülmemiş yaygınlık ve yoğunlukta bir soykırım gerçekleştirdiler. Soykırım sadece Almanya’da değil, kıta çapındaydı. İşgal ettikleri her ülkede aynısını yaptılar. Ne ki, buradan Nazi hiyerarşisindeki önemli bütün isimlerin da aynı özelliğe sahip oldukları sonucu çıkmaz. Kişilerin yaşadıkları sosyalizasyonun, otoriter aile yapısının, babanın insan hayatındaki rolünün, Hitler’in bir halkın babası olmasının, bunun Nazi propagandasında nasıl işlendiğinin ve insanların bilinçaltına yer etmesinin ayrıca incelenmesi gerekir.

Bu incelemeden hareketle Nazilerin toplumsal gücünün temelleri hakkında önemli sonuçlara varılabilir. Burada da genelleme bulunmakla birlikte, bu genelleme aşağıdan yukarıya ya da tümevarımla şekillenmiştir.

Aynı anlayış DAC halkındaki yabancı düşmanlığı ve ırkçılık için de geçerlidir. Eksikleri ne olursa olsun sosyalist bir ülke halkında bunun olmaması gerekir. Ne ki, yaşanılan tarih, faşizmin bıraktığı mirasın eksik değerlendirilmesi ve “üstün Alman” anlayışını besleyen dönemsel özellikler dikkate alındığında, bunun pekala mümkün olduğu görülecek ve teorik analiz pratikte açık olarak ortada olanları reddetmekle uğraşmayıp, onların temellerini açıklamaya yönelebilecektir.

Doğa ve toplum bilimleri ayrıdır. Birisinde kullanılan yöntem ve yasallıklar diğerine uygulanamaz. Doğa bilimlerinden toplum bilimlerine geçen en zararlı anlayış da genellemeciliktir. Sosyal bilimlerdeki genel sonuçlar hiçbir zaman doğa bilimlerindeki kesinliğe sahip olmadıkları gibi, genellemenin çerçevesi de farklıdır.

Sosyal bilimler yıllarca doğa bilimlerinin etkisinden kurtulmak için mücadele ettiler, bu konuda epeyce ilerleme de gösterdiler ama bu mücadele halen bitmemiştir.

Bu yazı Düşünbil’in 51. sayısında yayımlandı. Bu sayı Hannah Arendt’e ayrılmış, iyi yazılar var. Almanızı tavsiye ederim.

Birisi çıkıp da Noam Chomsky’ye dediği gibi Hannah Adendt de Yahudidir diyebilir. Arendt Yahudi olmasına rağmen, bir dönem tecrit edilmeyi göze alarak, Yahudi toplumuna “Nazileri yanlış değerlendiriyorsunuz” diyebilmiş ve otoriter eğitimin etkisine dikkat çekebilmiş kişidir.

Herkeste o cesaret bulunmaz tabii!