Şuanda 268 konuk çevrimiçi
BugünBugün320
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14288
Bu ayBu ay14288
ToplamToplam10482712
Orhan Savaşçı'nın THKP-C Anıları PDF Yazdır e-Posta


Kitabı kısa sürede okuyup bitirdim ve bazı insanlarımızın ne bu kadar gereksiz konuştuklarına hayret ettim. Kitapla ilgili olarak, “THKP-C’nin kara kutusu açıldı” gibisinden duyurular yapılmıştı. Bu belirlemenin tümüyle anlamsız olduğu kitap okunduğunda tekrar anlaşılıyor. THKP-C ile ilgili olarak bilinmeyen bir şey kalmamıştı. Kartal-Maltepe askeri cezaevinden kaçıştan sonra –daha önce şekillenen- ayrılığın nasıl gerçekleştiği, genel komiteden kişilerin (Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga ve Sina Çıladır) ilişkilerin önemli bölümünü birlikte götürmeleri, Mahir Çayan’ın polisteki ve mahkemedeki tutumu nedeniyle eleştirilmesi, Yusuf ve Münir’in daha sonra THKP-C’yi bir provokasyon hareketi olarak görmeleri vb.

Orhan Savaşçı THKP-C’de yaşadıklarını kendi açısından yorumluyor ve bu yorum da “kara kutunun açılması” değil…

Bu tür belirlemeler moda oldu denilebilir. İkide bir “şok gelişme”, “herkes şoke oldu” veya “dünya onu konuşuyor” gibisinden gerçeklikle ilgisi bulunmayan haber sunumlarına alıştık. Kara kutunun açılması da bu alışkanlığın devamı olsa gerek…

Kitapta dikkatimi çeken ve bazılarıyla benim de ilişkide olduğum birkaç nokta üzerinde durmak istiyorum.

9 Mart 1971’de yapılacağı söylenen ama üst düzey komutanlar açık karar veremediği için yapılamayan ve ardından da katılan bütün rütbelilerin emekli edildiği olmayan darbe konusunda THKP-C doğru değerlendirme yapıyor: desteklemiyor. Sol darbe bile olsa kendilerine saldırılacağını biliyor ama önemli bir olayın tümüyle de dışında kalmamak için bir kenarından ayağını içeriye sokuyor. Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün ele geçirilmesi için aralarında Orhan Savaşçı’nın da bulunduğu 12 asker görev alıyor. Darbe sırasında Mahir Çayan da İstanbul’da ABD konsolosluğuna karşı eylem yapacaklarını bildiriyor. Sonuçta darbe olmadığı için bunlar kalıyor.

Bu kadar kolay bastırılan ve teşebbüse bile geçilemeyen darbe ciddi miydi, şüpheliyim. O günlerde Ankara çevresindeki zırhlı birliklerin alarma geçirildiğini ODTÜ’de politik olarak aktif olanlar bile duyuyordu. Provokasyonun bini bir paraydı. İkide bir filanca albaydan haber gelir, “bana 1000 Dev Gençli verin, Ankara’yı teslim alayım” denirdi.

Orhan Savaşçı’nın da belirttiği gibi Hikmet Kıvılcımlı, Sarp Kuray vasıtasıyla cuntaya oynuyordu. Bu kesim denizci küçük rütbeli subaylar arasında örgütlenmişti, THKP-C ise havacılar arasında… Örgütlenmenin boyutunu belirtmek için şu örnek yeterlidir: Mahir Çayan ve arkadaşları hapisten kaçınca yüzü aşkın subay Ordu Yardımlaşma Kurumu’ndan kredi çekerek toplu parayı iletmiştir. Aynı dönemde biz de ODTÜ’de yüksek miktarda bağış toplamıştık. Öyle bir heyecan vardı ki, uğramadığımız asistanlar haber gönderip bizi çağırıyordu.

Kitapta dikkatimi çeken bir başka konu, Orhan Savaşçı’nın THKP-C ile THKO arasındaki politik farklılığın bilincinde olmasıdır. Bu öyle küçük bir farklılık değildi. PC dışa bağımlı kapitalist bir ülkeden, THKO ise yarı sömürge yarı feodal bir ülkeden söz ediyordu. İlki anti emperyalist anti oligarşik devrimden söz ederken, ikincisi Milli Demokratik Devrim’den söz ediyordu. İlki partisiz mücadele olmaz görüşündeyken, ikincisi mücadele içinde doğacak partiden yanaydı.

İki örgüt de silahlı mücadele yürütüyordu ama bunlar ciddi farklılıklardır.

Buradan hareketle hapisten kaçmayı ve Kızıldere’yi iki örgütün tekleşmesi olarak görmek yanlıştır. Denizlerin idamının engellenmesi 12 Mart cuntasıyla devrimci hareket arasındaki temel mücadele konusu durumuna gelmişti ve gerek THKP-C’nin gerekse de THKO’nun idamları engellemek için gereken her şeyi yapmak kararı vardı. İdamlar engellenecek olsaydı bile, iki örgütün birleşmesi için daha uzun bir yol alınması gerekecekti.

Başka yazılarda da anlattığım gibi iki örgüt arasında tepedeki işbirliği tabana, özellikle de THKO’nun güçlü olduğu kent Ankara’ya yansımamıştır.

Yazarın, Mahir’deki devrim anlayışını “kapitalizme karşı devrim” olarak nitelendirmesi özellikle hoşuma gitti. Çok sayıda THKP-C’linin bunu anladığı söylenemez. Mahir Çayan Kesintisiz Devrim II-III’de tarım burjuvazisini devrimin müttefikleri ve yedek güçleri arasında saymaz. Bunun anlamı, bu sınıfın devrimin hedefleri arasında bulunduğudur. Tarım burjuvazisini hedef alan bir devrim, kapitalizme karşı devrimdir.

Mahir Çayan bunu daha açık olarak belirtebilirdi ama unutmayalım, O, Milli Demokratik Devrim çizgisinden geçerek bu aşamaya ulaşmıştı.

Evet, mahir Çayan sosyalist devrim demiyordu. Konu üzerinde başka yazılarda durduğum için şu kadarını belirteyim: kapitalizme karşı devrimin mutlaka sosyalist devrim olması gerekmez. Devrimin karakterini iktidarın sınıf yapısı belirler. İktidarda işçi sınıfı ve yoksul köylülük bulunduğunda, bunun adı sosyalist devrimdir ama ilk olarak Ekim devriminde görüldüğü gibi demokratik görevleri yerine getirebilir.

Faşizme karşı devrimler ise, iktidarda işçi sınıfı ve yoksul köylülük ve küçük burjuvazi bulunduğu için sosyalist karakterde değildir ama kapitalizme karşı uygulamaları gerçekleştirebilir (1945 Bulgaristan devrimi gibi). Faşizme karşı devrimler genellikle bu özelliği taşır.

Kitapta ayrıntılı olarak yer alan İlyas Aydın konusunda söyleyebileceklerim var.

Bu kişiyi tanımıyorum, hiç ilişkim olmadı. Sadece Kızıldere’den sonra ODTÜ’de gizlice THKP-C’nin görüşleri yönünde çalışma yapan bizlere “İlyas Aydın hepinizi Malatya dağlarında bekliyor” diye haber gelmişti. Bu kişinin ajan olduğu herkes tarafından duyulduğu için aldırmamıştık. Bu haberi gönderen kendisi miydi yoksa onun adına başkaları mı gönderiyordu; bilemem. Kitaptan İlyas Aydın’ın Filistin’e gitmeden önce bir süre Malatya’da kaldığını öğrendim. Bu durumda ya kendisi haber göndermişti ya da onun adını kullananlar kendisinin nerede kaldığını biliyordu.

Orhan Savaşçı, İlyas Aydın hakkında ciddi şüpheler bulunduğunu olayları örnek göstererek anlatıyor. Bu olaylar ciddi şüphe doğurmakla birlikte kendisinin kesinlikle ajan olduğunu kanıtlamaz. Bence burada atlanılan önemli bir nokta bulunuyor: bazı ortamlarda kişinin yüzde 30 ya da yüzde 70 ajan olması arasında fazla fark yoktur.

Diyelim ki yüzde 30 ajan şüphesiyle bir kişi infaz edildi ve ardından da böyle olmadığı ortaya çıktı. Yapılan yanlışın nedenleri bulunsa bile bu büyük bir yanlıştır.

Unutulmaması gerekir, bu işin sadece bir tarafıdır.

Kişi ya gerçekten ajansa ve hakkında gereken yapılmadıysa, ne olacaktır?

Kişi örgüte büyük zarar verecektir. Bu zarar yakalanmalardan infazlara kadar gidebilir. Bu durumda zamanında “hata yapmayalım” diye gerekeni yapmayanlar, bu büyük zararın ortaya çıkmasındaki sorumluluğa ortak olmayacaklar mıdır?

Bu oldukça ağır sorumluluğun altından nasıl kalkılır, bilemem.

Benzer bir olayı biz yaşadığımız için somut konuşabiliyorum.

Antakya’da içimize sızdırılan ajanla ilgili yerel birimden bize hiç bilgi gelmedi. Herifin hangi kadınla nasıl cinsel ilişki kurduğu bile biliniyormuş ve bu durumda kişi hakkında şüphe bile duyulmuyor alması mümkün değildir.

Ajanlar genellikle dengesiz kişiler oluyor. İlyas Aydın’da da –Orhan Savaşçı’nın anlattıklarından hareketle- bu özellik görülüyor. Biraz dikkat ederseniz, kuşkulanırsınız. Bu kuşku yüzde 10 gibi küçük bir rakam olabilir ama bize iletilseydi, üzerine giderdik. Ya olay kapanırdı ya da kuşku büyürdü. Yüzde 30-40 bulununca da gereken yapılırdı. Küçük bir kuşkuya bile kapılmayanların ya da kuşkuyu değişik nedenlerle önemsemeyenlerin, bildirmeyenlerin ne kadar büyük bir zarara yol açtıklarını gördük.

Sonuç olarak şu söylenebilir: İlyas Aydın ajan değildi, boşuna öldürüldü belirlemesinin ardından yapılan tartışmalar içerik olarak boştur. Adam hakkındaki kuşku boş değil, ciddi olaylar var. Buradan “kesin ajandır” sonucuna ulaşmayabilirsiniz ama sonuç olarak tavır almak zorundasınız.

İlyas Aydın, kendi ifadesine göre “THKO’yu da çözmek için” Filistin’e gidiyor, burada sorguya çekiliyor, ifadesi banda alınıyor, ajan olduğunu kabul ediyor ve infaz ediliyor.

Konuyla ilgili olarak Gülten Savaşçı’nın (Çayan) anlattıkları pek inandırıcı gelmedi.

Bu bandın kopyasını alıyor ve Paris’e dönüyor. Bu bant önemli ama daha sonra Fransız polisinin yaptığı bir operasyonda ele geçiyor.

İllegaliteyi bilen herkes böyle bir bandın derhal kopyasını yapar ve başka bir yerde saklar. Birisi ele geçerse, diğeri kalır. Fransa’da Yahudi lobisinin güçlü olduğunu ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ile ilişkisi olanları da mutlaka izleyeceğini düşünmek de zor olmasa gerektir.

Bant maalesef elde değil, dahası içeriği yazılı hale de getirilmemiş. İçeriğinin ne olduğunu sorguyu yapanların sözlerinden öğrenebiliyoruz. Dinleyip ayrıca değerlendirme yapmak mümkün değil.

Kitaptaki bir isim tanıdık geldi. Yurtdışı Grubu ile bir süre yakın ilişkimiz oldu (1975-76 yıllarında bir yıl kadar, hatta daha az). Bu grup, Gülten Çayan ile ilişkili gruptur ve bunu da ikinci yazıda anlatayım…