Şuanda 231 konuk çevrimiçi
BugünBugün280
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14248
Bu ayBu ay14248
ToplamToplam10482672
"Bitmeyen sürgün" ve ötesi... PDF Yazdır e-Posta


Avrupa Sürgünler Meclisi’nin (ASM) üçüncü kongresinde sürgünlükle ilgili olarak açıklayıcı bir metin hazırlanmasına karar vermiştik. Konu hakkında yapılan konuşmalarda, “sürgünlüğün bu kadar anlaşılmaz bir duruma getirilmesinde bizim de payımız var” denilmişti. Buradan hareketle Avrupa ülkelerinde 45 yıla varan sürgünlük tarihimiz boyunca bu kavramın nasıl işlendiğinin incelenmesinde yarar bulunuyor.

Ufuk Bektaş Karakaya’nın “Bitmeyen Sürgünlük” kitabı bu incelemede çıkış noktası olabilir. Kitabı tek yönden, sürgünlük hakkında kendisinin örgütünde yapılan değerlendirmelerden hareket ederek inceleyeceğim.

Kitabın arka kapağında sürgünlükle ilgili olarak örgüt içi tartışmalardan hareketle şunlar yazılıdır:

“Oysa toplumun politik güçlerinden önemli bir bölümü, biz istemesek de Avrupa’ya çıkmışlardı. Onların derli toplu bir hale getirilip yeniden örgütlendirilmesi önemli bir görevdi. Ama o öyle bakmayıp, yurtdışında bulunan herkesi ‘mücadele kaçkını, korkaklar, yılgın ve yorgunlar, mülteciler’ şeklinde eleştiriyor, düpedüz aşağılıyordu. (…) Bu düşünceleri faşizme karşı mücadelede arkasına bakmadan kaçan, daha ilk günlerde tek kurşun patlatmadan geri çekilip, mücadeleyi tasfiye ederek, paçasını kurtarmaya çalışan tasfiyeci parti, örgüt, kişi ve çevrelere getirdiğimiz eleştirilerden alıyordu.”

Bu alıntı konuya başlamak için yeterlidir.

Sosyalist örgütlerin kadrolarının Avrupa ülkelerine çıkması 12 Eylül 1980 ile başlamadı. 12 Mart 1971 darbesinden sonra Avrupa ülkelerine gelenleri sayıları az olduğu için saymasak bile, 1976-77’den başlayarak artan sayıda sosyalist Avrupa ülkelerine –özellikle Almanya’ya- çıktı. Bir bölümünü örgütü gönderdi, bir bölümü kendisi geldi, ailesinin zorlamasıyla gelenler de vardı. 12 Eylül 1980’i izleyen ilk yıllarda Avrupa ülkelerine büyük sayılar halinde gelen sosyalistler hemen her ülkede kendilerinden önce gelmiş kadrolar ve sempatizanlar buldular. Bu insanların bir bölümü geldikten sonra dernekler kuracak kadar faaliyet de göstermişlerdi.

Bir başka deyişle, 12 Eylül 1980 sonrasında gelenler, Avrupa ülkelerini, özellikle de Almanya’yı boş bulmadılar. Bu ülkelerde yürütülen faaliyet sadece politik mültecilere özgü değildi. TC pasaportu taşıyan, hiç mülteci olmamış sosyalistlerin sayısı da az değildi. Bu insanların önemini en iyi 12 Eylül cuntası anlayacak ve konsoloslukların pasaportlara el koyması faaliyetini başlatacaktı. İltica etmiş ya da başvurmuş olanların bundan çekinecek bir şeyi yoktu. Hedef onlar değil TC pasaportlu ve aktif faaliyet içindeki sosyalistlerdi.

1980 başlarında Almanya’da yaklaşık iki, Avrupa ülkeleri toplamında yaklaşık üç milyon Türkiyeli işçi bulunuyordu. O yıllarda göçmenler içindeki ayrışma azdı, bunların büyük bölümü gerçekten işçiydi. Avrupa ülkelerine gelmek zorunda kalan Türkiyeli sosyalistler sadece kendilerinden önce gelmiş siyasileri değil, içinde çalışma yapılabilecek büyük bir de kitle buldular.

Özellikle de Almanya, Türkiye’deki hükümetler için son derece önemliydi. O yıllarda döviz darboğazı içinde bulunan ülke işçi dövizlerine şiddetle ihtiyaç duyuyordu. 1980’lerin başlarında ülke ihracatından elde edilen dövizle, Almanya’daki işçilerin ülkeye gönderdikleri döviz yaklaşık olarak eşitti.

Tarihte çok az ülkenin sosyalist hareketi sürgünde bu kadar büyük imkanlara sahip olmuştur. Bu imkanın büyük oranda kullanılamadığını herhalde herkes kabul edecektir. Bunun değişik nedenleri bulunuyor ve bu nedenler de sadece Avrupa ülkelerine gelenlerle ilgili değildir. Sürgünlük konusuna yönelik değerlendirmeler de bu çerçevede incelenebilir.

Ufuk’un kitabının da içinde bulunduğu kitapları okuduğumda sürekli şaşırırım. Bunun nedeni, sürgünlükle ilgili olarak kitabın arka kapağında yazılmış olan belirlemeyle hiçbir yerde karşılaşmamış olmamdır. Ne içinde bulunduğum ne de başlıca görüşlerini bildiğim örgütlerde böyle bir tutumla ne karşılaştım ne de duydum.

Örnek vermek gerekirse; Sovyetçi sol olarak adlandırılan kesimde, Kurtuluş ve Devrimci Yol’da sürgünlerle ilgili böyle bir değerlendirme duymadım. Bilmediğim başkaları da mutlaka vardır. Başka bir deyişle, “Bitmeyen Sürgün”de belirtilen sürgünlerle ilgili tutum belirli örgütlere özgüdür, genele özgü değildir. Oranlar yüzde kaçtır, bilmek mümkün değildir ama sadece yukarda belirttiğim örgütler bile sosyalist hareket içinde önemli bir kitleyi temsil etmektedir.

Eklemek gerekir: bir Avrupa ülkesine gelmekten dolayı sevinen kimse görmedim. Herkes gelmek zorunda kaldığı için üzgündü ve bunların büyük bölümü de örgütün izniyle gelmişti. Kendi kafasından karar verip kimseye sormadan Avrupa’ya çıkan insanlar da mutlaka vardır ama sayıca fazla olmadıklarını düşünüyorum.

Bazı örgütlerde “izin almadan ülke dışına çıkanın parti üyeliği düşer” hükmü uygulanıyordu. Ülkede üye olanlar izin almadan çıktıklarında üyelikleri düşüyordu ama bu insanlara “kaçkın, korkak” muamelesi yapılmıyordu. Çalışmak isteyenler için geniş bir alan vardı ve şu veya bu şekilde mevzilendiriliyorlardı.

Bir başka nokta daha bulunuyor: politik insanların ülke dışına çıkmasının Avrupa’ya gitmekten ibaret olduğu sanılıyor. ABD’ye, Kanada’ya ya da Avustralya’ya gidenlerden söz etmiyorum; olmuştur ama sayıları azdır. 12 Eylül’ü izleyen yıllarda sayıca az olmayan kişi Suriye’ye ve burası üzerinden Lübnan’a gidecekti. Sayıları Avrupa’ya gidenlere göre az olmakla birlikte birkaç yüz kişiden ibaret de değildir. Özel bir durumu olan PKK’yi hariç tutsak bile buraya gidenlerin sayısı az değildir.

Burası da ülke dışı olmakla birlikte yıllarca ülke içiymiş gibi görüldü. O yıllarda tek kanal olan Türkçe televizyonun izlenebilmesi ve coğrafi yakınlık dışında bölgenin başka özelliği bulunmuyordu. Ek olarak, Avrupa ülkelerine göre ciddi dezavantajlara da sahipti. Burada Türkiyeli kitle yok denilebilecek kadar azdı, dolayısıyla yapılabilecek fazla bir şey de yoktu.

12 Eylül’ün hemen sonrasında bölgeye gelen çok sayıda devrimci Filistin kamplarında kaldı. Filistin örgütleri devrimci hareketle büyük dayanışma gösterdiler. Çok sayıda insan nerede kalacak, asgari ihtiyaçlarını nasıl karşılayacak sorusuna fazlasıyla çözüm ürettiler. Türkiyeli devrimciler kamplarda kalıyorlar, askeri eğitim görüyorlar, ek olarak da kendilerine aylık veriliyordu. Bu aylıklar büyük para sıkıntısı içinde bulunan devrimci örgütler için çok önemliydi.

Filistinli örgütlerin kamplarında kalmak, İsrail’e karşı nöbet tutmak ülkeden ayrılmak zorunda kalmış olmanın acısını bir dönem dindirdi denilebilir ama bu dönem kısa sürdü. 1982 yılının yaz aylarında İsrail saldırısı sonucu kamplar büyük oranda boşaltılmak zorunda kalındı. İsrail ordusuna karşı savaşta hayatlarını kaybeden Türk ve Kürt devrimciler de oldu. Ardından ertelenmiş büyük sorun ortaya çıktı: burada kalınmazdı, gitmek gerekiyordu, ama nereye?

Sürekli olarak askeri ve politik eğitim görülmez, bir dereceden sonra bunları uygulamaya geçmek gerekir ve bunun da Suriye’de yapılması mümkün değildir çünkü Türkiyeli kitle yok gibidir.

1982 ortalarına kadar buradaki devrimcilerde Avrupa ülkeleriyle ilgili genel görüş, “Avrupa çürütür” temelinde şekillenmişti. Herkes Avrupa’ya gidilmesine karşıydı ama 1982 sonrasında Avrupa’ya gidecek olanlar da bu insanlardı.

Buradan gitmek gerekiyordu ve iki yer vardı: Türkiye ya da Avrupa. Az bir bölüm Türkiye’ye gidecek, kalanı ise Avrupa yoluna koyulacaktı.

Neden böyle oldu diye sorulması gerekir.

Türkiye’de gidebilecekleri yer bulunsaydı orada bulunanların tamamının –önlem alınmış da olsa- sınırı geçip içeriye gideceklerine eminim, ama gidecek yer yoktu. Çok sayıda ilişki yakalanmış ya da yer değiştirmek zorunda kalmıştı. İlişki bulmak için gidecekleri yerlerde ortalıkta kalacaklar ve sonucunda da yakalanıp uzun yıllar hapis yatacaklar ya da öldürüleceklerdi.

O yıllardaki iletişim ortamının şimdikinden epeyce geri olduğunu da unutmamak gerekir.

Aranan ve askeri eğitimi de olan insanların ülkeye dönmesi ancak o insanların içine yerleştirilebileceği dar da olsa ilişki ağları olduğunda mümkündür. Aksi durumda işe yarayacakları oldukça şüphelidir.

Kısa süre öncesine kadar Avrupa’nın yozlaştırıcı, çürütücü etkilerinden söz eden insanlar sonuçta akın akın buraya gelmek zorunda kaldılar.

Yozlaşma ve çürümenin Avrupa ülkelerine özgü olmadığı biliniyor. Sonraki yıllarda çok sayıda devrimcinin Türkiye’de nasıl yozlaşıp çürüdüğü görülecekti. Yine de böyle bir değerlendirmenin hiç maddi temeli olmadığından söz edilemez. Bulunulan ülkeye göre değişmekle birlikte Avrupa başka bir kültürü temsil ediyordu ve bu da Türkiyeli devrimcilere ters geliyordu. Avrupa hakkındaki bu kadar olumsuz propagandanın ciddi bir çekingenliği örtmek için de kullanıldığını belirtmek gerekir. Orası bambaşka bir ortamdı ve ne oranda ayakta kalınabileceği belli değildi.

Sonuçta Avrupa’ya gelen bu insanların öldürülmeleri ya da hapse girmeleri durumunda devrimci harekete daha yararlı olacakları söylenemez. Gelenlerin ne kadarı ayakta kalabildi, bilmek mümkün olmamakla birlikte tamamı da kaybolup gitmedi.

Kaybolup gitmenin her yerde söz konusu olabileceği sonraki yıllarda daha iyi görülecekti.

12 Eylül 1980’ün yaklaşık birkaç yıl öncesinden başlayarak Avrupa ülkelerine gelmiş devrimcilere şimdi kadro ve yönetici düzeyinde çok sayıda devrimci de ekleniyordu ve “burada ne yapılabilir?” sorusu bir kere daha önemle kendini hissettiriyordu.

Sürecek…