Şuanda 279 konuk çevrimiçi
BugünBugün331
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14299
Bu ayBu ay14299
ToplamToplam10482723
TDAS Platformu PDF Yazdır e-Posta


Önceki yazıda değişik köşelerde bulunan herkesin bir şeyler yaptığını, bölgesindeki toplantılara katıldığını ve bir ismin gerekli olduğunu hissettiğini belirtmiş ve TDAS Platformu (TDAS-P) adının uygun bulunduğunu belirtmiştim.

1975-1980 döneminin bugüne kalabilmiş en önemli metni Türkiye Devriminin Acil Sorunları’dır. Arada geçen 40 yılda dünya çok değişti ama bu değişikliklerin TDAS’taki teoriyle ilişkilendirilerek incelenebileceğini de 40 Yıl Sonra TDAS başlıklı kitapta gösterdik. TDAS bizim için özel bir yere sahip olduğu ve bu teorik temelin sürdürücüleri olduğumuz için de bu ismi seçmenin uygun olacağını düşündük.

1980 öncesinde devrimci harekette üzerinde en çok konuşulan, yazılan konu Üç Dünya Teorisi’dir. Bu teoriye göre dünya emperyalist blok, sosyal emperyalist blok ve diğer ülkeler olmak üzere üçe ayrılıyordu. Dünya halklarının baş düşmanı ikinci dünya ya da SSCB ve müttefikleriydi. ABD’nin ön planda olduğu birinci blok ile işbirliği yapılarak bu “baş düşman”a karşı mücadele edilmesi gerekirdi.

Üç Dünya Teorisi ince bir kitaptı ama hakkında yazılanlar bir kütüphaneyi rahatlıkla doldurabilecek kadar fazladır. Çin Komünist Partisi (ÇKP) tarafından ortaya atılan bu tez dünya genelinde en fazla bizde etkili oldu denilebilir. Hemen her ülkede sosyal emperyalizm görüşünü savunanlar bulunmakla birlikte etkinlikleri zayıftı. Bizde ise bu görüş değişik örgütler kanalıyla çok sayıda taraftar topladı. Daha sonra bu görüş ÇKP ve Arnavutluk Emek Partisi yanlıları olarak ikiye ayrılacaktı ve dünyada Enver Hoca’cı en kitlesel örgüt (Halkın Kurtuluşu) bizde bulunuyordu.

SSCB’nin dağılmasıyla birlikte bu teori tümüyle unutuldu. Şimdi savunucuları bile hatırlamak istemiyor. Bunun bir nedeni teorinin çürük temeliyse, bir başka nedeni de Çin’in durumudur. Bu ülkede komünist partisi önderliğinde kapitalizmin egemen olacağı 40 yıl önce kimin aklına gelirdi!

Burada şunun sorulması gerekir?

Çin’e yakın bir ülke değiliz, bu ülkeyle yakın bir ilişkimiz de olmadı. Orta Asya’daki Türk boyları zamanında olmuştu ama bu ilişki yıllar öncesinde kalmıştır. Bu durumda ÇKP’nin Üç Dünya Teorisi ve sosyal emperyalizm saptaması bizde neden bu kadar etkili oldu?

Belirttiğim gibi başka ülkelerin devrimci hareketlerinde de bu görüşün yandaşları vardı ama önemli bir etkinlikleri bulunmuyordu. Bizde neden böyle oldu?

Bu etkinliğin bir nedeni, Rus karşıtlığıdır. Halkın gözünde Rus ve Sovyet aynıdır ve bizde Osmanlı İmparatorluğu’nun son iki yüzyılına kadar giden bir Rus karşıtlığı mevcuttur. Osmanlı, Çarlık Rusyası ile girdiği bütün savaşları (1711’deki Prut savaşı hariç) kaybetti. Osmanlı cengaverliğinin yüceltildiği günümüzde de bu cengaverlik hep Bizans ve Batı’ya karşıdır. Osmanlı ile Çarlık arasında çok sayıda savaş yaşanmış olmasına karşın, bunların tamamına yakını kaybedildiği için sözü edilmez.

Rus karşıtlığı Sovyet karşıtlığına dönüşerek Cumhuriyet döneminde de yaşadı. Türkiye, NATO’nun ileri karakoluydu ve bütün iktidarlar anti Sovyet propagandaya ağırlık verdiler.

Üç Dünya Teorisi ve sosyal emperyalizm anlayışının ülkemiz devrimci hareketindeki etkinliğinde uzun yılların kültürel mirasının etkisi vardır.

İkinci bir neden olarak, devrimci hareketteki yüzeysel pragmatizm gösterilebilir. Uluslararası ilişki her örgüt için önemliydi ve TKP bir kanalı kapattığı için, başka bir kanal arandı ve Çin Komünist Partisi bulundu, denilebilir.

Her durumda devrimci harekette bir dönem çok konuşulan bu teori neredeyse iz bırakmadan ortadan kaybolacaktı.

Başka örnekler de verilebilir ama uzatmayacağım. Önemli olan yeniyi yapabilmektir, sürekli olarak eskiyi eleştirmek değildir. Sürekli olarak eleştirdiğiniz konu sizin sınırınızı da çizer, dışına çıkamazsınız.

40 yılda dünya çok değişti ve yeniye bakıldığında bunu önemli oranda yine TDAS’tan hareketle belirlemek mümkündür. TDAS’ı özel bir metin yapan özelliği, onun kendisini günle sınırlı tutmaması, gelecekle ilgili de saptamalar yapmasıdır. Bunların hepsinin doğru çıktığını söylemek mümkün değildir, sonuçta geleceği tümüyle tahmin etmek mümkün değildir. 40 Yıl Sonra TDAS’ta belirtildiği gibi TDAS 1975’in özellikle eksik kaldığı konu, mayalanmakta olan neo liberal karşı devrimi görememiş olmasıdır. Adını koymadan 1971’den itibaren emperyalizmin yeni bir bunalım döneminin, üçüncü bunalım döneminden sonrasının başladığı savunulan TDAS’ta, günün hızlı ulusal kurtuluş savaşlarının etkisiyle gelecek için fazla ümitli olunmuştur.

Bu eksikliktir ama çok açık nesnel temelleri vardır. Dünyada maalesef kimse göremedi diye insan kendisini teselli edebilir. David Harvey bu konuda herkesin geç kalmışlığını özellikle vurgular.

Bugünün konuları başlıklar halinde belirtilecek olursa:

İlki, emperyalizm tahlilidir. Bu konuda TDAS 1975’in yetkinliği ortadadır ve bu yetkinlik 40 Yıl Sonra TDAS ile geliştirilmiştir.

İlkiyle ilgili bir başka önemli konu, TDAS 1975’te kısaca belirtilen alt emperyalizmle ilgilidir. Dünyanın iki bloğa bölünmüş olduğu dönemde alt emperyalizm konusu öne çıkmamıştı. Dünyanın tek merkezli olduğu dönemde ise şu veya bu emperyalist merkezle yakın ilişki içinde bulunan bölgesel merkezler önem kazandı. ABD yöneticileri bölgesel aktörler olmadan dünyanın her tarafına yetişemeyeceklerinin farkındadır.

Türkiye bu konuda önemli bir örnektir ve değişik yazılarda da belirtildiği gibi Türkiye alt emperyalizminin 1990-2000 ve 2001 ve sonrası olmak üzere iki ayrı dönemi bulunmaktadır. İlk dönem, ANAP dönemi, Alt Emperyalizm ve Türkiye kitabında anlatılmıştı. İkinci dönemle ilgili yazılmış olmasına rağmen bu dönemin iç bağlantılarıyla birlikte ayrıca incelenmesi gerekiyor.

Üçüncü konu, TDAS 1975’te bulunmuyor ama yetkin olduğumuz bir konudur: sol içi şiddet. Sol İçi Şiddet ve Nebil Rahuma Olayı adlı kitapta değişik arkadaşlar konuyu farklı yönlerden irdelediler. Bu konu, devrimci harekette kapanmış gibi görünen iyileşmemiş bir yarayla ilgilidir. Konunun daha genel anlamda ve yeniden yazılmasında yarar vardır.

Dördüncü konu, TDAS 1975’te geçen ama daha sonra farklı bir gelişme çizgisi gösteren sosyalist ülkelerin tarihiyle ilgilidir. TDAS’ta sosyalist ülkelerle kapitalist ülkeler arasındaki ticaretin özellikleri üzerinde durulmuş ve buradan hareketle sosyalist ülkelerin durumunun iyi olmadığı belirtilmiştir ama orada durulmuştur.

1974-75 yıllarında sosyalist ülkelerin geleceğini görecek birikim bulunmadığı gibi, bulunsaydı bile 1989’da neler olacağını görmek epeyce zordu.

Sonraki yıllarda bu eksiklik önemli oranda tamamlandı. 1989 Berlin Duvarı kitabı bu büyük konunun girişi olarak düşünülebilir. Kitap SBF’de birkaç yıl yardımcı ders kitabı olarak kabul edildi ve hayrettir 2000’lik baskısı yaklaşık beş yılda bitti!

Yayın dünyasında durum o kadar kötü ki, bu rakamlar bile iyi kabul edilebiliyor!

Reel sosyalizmin tarihini ayrıntılı inceleyen en az bir kitaba ihtiyaç bulunuyor.

Devrimci hareket unutmak istediği ya da aceleyle açıklamalar bulduğu bu konuyla gelecekteki her dönemeçte karşılaşacaktır.

Beşinci konu, TDAS’ta bulunmayan ama önemi özellikle 2000’li yıllardan beri açık olarak ortaya çıkan, kapitalizm ve kültür ilişkisi üzerinedir. AKP iktidarı altında büyük bir kültürel kavga yürüyor. Bir tarafta burjuvazinin montaj sanayisi döneminden beri gelişen ve kemalizmin eksik ve çarpık modernizmine yaslanan kanadıyla, ağırlıkla AKP tarafından temsil edilen ve özellikle tekstil ve inşaat alanlarında yoğunlaşmış olan dini referansları güçlü kanadı arasındaki mücadeleyi görüyoruz.

Şimdi “Karanlığa karşı” olduklarını açıklayan bazı devrimciler gerçekte ilk kanada yakınlaşmaktan başkasını yapmıyorlar. Sanki o kanadın hakim olduğu dönemde aydınlık varmış gibi… Gerçekte iki taraf da karanlığın farklı temsilcileridir.

Bu durum Türkiye’ye özgü değildir. Kapitalizmin otoriterlik, dini referanslara vurgu ve milliyetçilikle birlikte varolması bize özgü değildir. Avrupa Birliği içinde bunu Polonya ve Macaristan’da (yakında bunlara Avusturya’nın da katılması söz konusudur), diğer ülkeler arasında ise özellikle Hindistan’da görmek mümkündür.

İnsanlık tarihinde ilk kez dünyanın bütün ülkeleri kapitalist olmuştur. Kuzey Kore, Küba ve Vietnam hariç tutulabilir ama genelin yanında bunların yeri çok küçüktür.

Farklı kapitalizmler ortaya çıktı. Neo liberalizm –teoride tersinin iddia edilmesine karşın- otoriterlikle birlikte varoluyor. Bu durum her ülke özgülünde farklı biçimler alıyor.

Halkının büyük bölümünün Müslüman olduğu ülkelerde sosyalistler dini akımlarla giriştikleri mücadeleleri sürekli kaybettiler. Afganistan, İran, Irak, Filistin ve Türkiye gibi… Bunlara Mısır ve Lübnan da eklenebilir.

Neden böyle oluyor, sorusuna cevap getirilebilmesi gerekir.

Bu durumun sosyalistlerin bazı ülkelerde dini küçümsemesiyle ilgisi bulunmuyor. Irak Komünist Partisi 1980’li yıllarda güçlü bir partiydi ve yönetim kademesinde –genel sekreter dahil- inançlı Müslümanlar vardı. Bu durum onların yokolmasını engellemedi.

Bildiğim kadarıyla Müslüman ülkeler arasında sadece bizdeki devrimci harekette güçlü bir ateizm söz konusudur. Böyle bir durumun olmadığı ülkelerde bile sosyalistler dinci örgütler karşısında yenildiğine göre, bizdeki mevcut durumun nedeni esas olarak ateizme bağlanamaz.

Konunun iyi incelenmesi gerekiyor.

Son olarak, ülkemizdeki devrimin karakterinden söz etmek gerekiyor. 40 Yıl Sonra TDAS’ta kapitalizme karşı demokratik devrim konusu incelenmişti. Bunun genişletilmesi gerekiyor. Bu genişlemede Kesintisiz Devrim II-III’e referans verilecektir ve 1970’li yılların başlarının şartlarında düşünüldüğünde Mahir Çayan’ın devrimde sınıfların konumuyla ilgili teorisi dikkat çekecek derecede iyidir.

Son olarak, okurun aklına “hep teori mi olacak” gibi bir soru gelebilir.

Sorunun yersiz olduğunu belirteceğim çünkü hiç kimse boş durmuyor, bulunduğu alanda faaliyet gösteriyor. Ne var ki, güçlü bir teorik perspektif olmadan yürütülen faaliyet, oradan oraya koşturmaktan başka sonuç vermez.

Şüphesiz bu da bir mücadele anlayışıdır ama oldukça verimsiz bir anlayış…

Bunu daha verimli duruma getirmeye çalışacağız…