Şuanda 242 konuk çevrimiçi
BugünBugün298
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14266
Bu ayBu ay14266
ToplamToplam10482690
Sol tarihimizin özellikleri PDF Yazdır e-Posta


İrfan Dayıoğlu'nun Dik Duruş kitabına önsöz

İrfan Dayıoğlu elinizdeki kitabında içinde yer aldığı örgütün tarihini kendi değerlendirmesiyle aktarıyor. Bu aynı zamanda ve kaçınılmaz olarak kendisiyle hesaplaşmayı da içeriyor.

Sosyalist hareketin tarihi 1920 yılına kadar uzanmakla birlikte, anıların yazılması son yıllara özgüdür. Yıllarca dar ilişkiler içinde kalan sosyalistler arasında o yıllardaki ilişkiler de oldukça serttir. Bu konuda bazı kaynaklar bulunmakla birlikte yeterli olmaktan çok uzak oldukları belirtilmelidir.

Daha sonra yazılmış olan ve halen de yazılan anılar kısa bir dönemi, 1965-1980 arasını içerir. TİP’in 15 milletvekiliyle TBMM’ne girdiği yıldan 12 Eylül 1980 darbesine kadar geçen bu 15 yıllık dönem, sosyalist harekette 68’liler ve 78’liler adı verilen iki kuşağın hayatını belirlemiştir. Kendi içinde 1965-1972 ve 1974-1980 olmak üzere ikiye ayrılan bu dönem, sosyalist hareketin sonraki tarihini de büyük oranda belirlemiştir. Neredeyse yüz yıllık tarihe sahip sosyalist hareketin bugünkü birikiminde bu kısa dönemin belirleyici olması, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir özelliktir.

Başka ülkelerde olduğu gibi bizde de “uzun 68” yaşandı. 1968 bir yılın değil, bir dönemin simgesidir. Latin Amerika ülkeleri için 68, 1959’da Küba devrimiyle başlar ve 1974’te Şili’deki darbeyle sona ererken, aynı tarihleri Türkiye için 1965-1980 olarak belirlemek mümkündür. Bizdeki 68’in özgün özelliklerinden bir tanesi, kendi içinde birbirinden oldukça farklı iki döneme ayrılmasıdır. 15 yıl gibi uzun sayılamayacak bir dönem içinde hem süreklilik hem de önemli farklılık vardır.

Bir kitaba önsöz olduğu için uzun olması mümkün olmayan bir yazıda ayrıntıya girmem mümkün değil, bu nedenle kendimizi küresel bir sürecin özgün parçası olarak görmenin önemine dikkat çekmekle yetineceğim. Sosyalist ülkeler ve hareketlerin birbirini etkilemesi normal olmakla birlikte, bu etki bizde büyük boyuta ulaşır. SSCB-Çin ayrışmasının en fazla etkili olduğu ülkelerden bir tanesi olmanın yanı sıra, dünyanın en kitlesel Enver Hoca’cı örgütü de (Halkın Kurtuluşu) bizde ortaya çıkmıştır. Çok uzakta, Küba’da gerçekleşen devrim de silahlı mücadele hareketinin ortaya çıkmasında –THKO ve THKP-C- belirleyici olmuştur. Bu iki örgütten söz etmeden sosyalist içindeki şu veya bu yapının tarihi anlatılamaz.

Solun tarihi bu küresel çerçeve içine yerleştirilmelidir, ama bu da yeterli değildir. Biz bu toplumun ürünüyüz ve onun özelliklerini kendimizde yansıtıyoruz. Bu yansıtma solun kendine özgü değerler sistemi nedeniyle bire bir olmasa bile, içinden çıkılan yapıdan güçlü bir şekilde etkilenmemiş olmak mümkün değildir.

En erken 16-17 yaşında devrimci olan insanlar toplumda önemli bir sosyalizasyon yaşadıktan sonra sosyalist örgütlere katılırlar. İnsanlar sosyalist faaliyete girdikten sonra sahip oldukları, sosyalizasyon sonucu bilinçsiz olarak içselleştirdikleri değerler sistemi tümüyle değişmez, sosyalist değerlere eklemlenerek varlığını sürdürür.

1974-1980 dönemindeki sosyalist hareketin önemli özelliklerinden bir tanesi, sol içi şiddettir. Sol içi şiddet sosyalist değerlere terstir ve teorik olarak herkes tarafından lanetlenir, ama yine de yapılır. Garip gibi görünen bu durum aslında hiç de öyle değildir. Her tarafından şiddet fışkıran bir toplumdan doğan solun, kendi iç ilişkilerinde şiddetten tümüyle uzak kalması mümkün değildir.

Benzer bir durumu cinsler arasındaki ilişkide de görmek mümkündür. Türkiye bir erkek toplumudur, sol ise cinslerin eşitliğini savunur ama sonuçta erkeklerin önemli ağırlık taşıdığı bir hareket olmaktan kurtulamaz. Toplumdaki kadın-erkek eşitsizliği sola bire bir yansımaz, ama cinsler arasındaki ilişkiyi önemli oranda etkiler.

Bir başka benzer durumu toplumda yaygın olan lümpenliğin sola yansımasında da görebiliriz. Keza sosyalist insanların birey olarak ayakta kalmakta zorlanmalarını, grup aidiyetinin büyük önem taşımasını da toplumsal özelliklere bağlamak mümkündür. Örgütten ayrılanın hayatı biter. Sadece örgüt o hayatı bitirmeye uğraşmaz, kişi de büyük bir boşluğa düşer. Bunun çok sayıda örneğini yaşadık ve bu özellik birey olabilmekle ilgili toplumsal sorunun solun özgülüne yansımasıyla ilgilidir.

Bu sorunların özgül örneklerle ortaya konulması önemlidir. Teorik bakış ancak özgül örneklerin ortak özelliklerinin bulunmasıyla mümkün olabilir. İyi bir teorinin aynı zamanda güçlü bir pratik olmasını bu çerçevede değerlendirmek mümkündür.

Bu belirlemenin ardından “bu özelliklerin sola yansımasını nasıl azaltabiliriz ve buradan hareketle toplumu nasıl değiştirebiliriz” sorusuna yönelmek gerekir.

Solun kendi sosyalizasyonunu yaşayabilmesi gerekir. Bu nasıl yapılabilirin cevabı bu yazının kapsamını aşar. Şu kadarını belirtmekle yetineyim; sol, öğrendi ve öğreniyor. Daha hızlı ve daha az sancılı öğrenilemez miydi, diye sorulabilir, ama sol içi ilişkilerin otuz yıl öncesindeki gibi olmadığı da gerçektir. Alınması gereken yol az değil ama değişimi de görmek gerekiyor.

İrfan Dayıoğlu’nun geniş olarak sözünü ettiği 2008-2013 arasında bir örgütün kamuoyuna açık olarak kendi tarihiyle hesaplaşmasının sonucunu da bu çerçevede görmek gerekir. Bu hesaplaşma yirmi yıl önce gerçekleşseydi, sonuç böyle olmazdı. Kirli ilişkileri ve örgüt içindeki cinayetleriyle çok sayıda olumsuzluğu kendisinde toplamış olan Mihrac Ural, şiddetle eleştirilmesi gereken bir devrimci olarak değil, kriminel bir kişi görülüyorsa, bu sonuca ulaşılmasında açık bir tartışma ve teşhirin yanı sıra solun yaşadığı değişim de belirleyici olmuştur.

Tarih 1980’de bitmedi ama okuduğumuz anılar genellikle orada sona eriyor. Herkes hata yapar ama hataya esir düşmek, bir kere düşünce asla kalkamamak, yenilince yeniden başlayamamak önemli eksikliklerimiz arasındadır. İyi hata yapmasını öğrenememişiz.

İyi hata yapmak, yeniden başlayabilmenin imkanlarını saklayabilmek demektir. Yenilgiyi zamanında kabul edip, bozgunu engelleyebilmek demektir. Marifet düşmemekte değil, düştükten sonra kalkabilmekte; kendini yeniden üretebilmektedir.

Sosyalistlerin bazıları ağır olan çok hata yaptılar; bunlar eleştiriliyor ve eleştirilmelidir. Burada durmak yanlış olur çünkü sosyalistlerin halen süren ağır hatalarından bir tanesi hataya esir düşmek ve dolayısıyla onu aşamamaktır.

2008-2013 arasında yaşanılan kamuoyuna açık örgütsel hesaplaşma sürecinin olumlu sonuçlarından bir tanesi de kısa süre önce kaybettiğimiz İbrahim Yalçın’dır. Kendini yeniden üretebildi, kendini aşabildi. Bu gelişmenin önceden birikim olmadan gerçekleşmesi mümkün olmamakla birlikte, yaşanılan beş yıllık sürecin değişime ivme kazandırdığı da yakınında olanların görebildiği kadar açıktır.

Soldaki değişimin o değişimin önlerinde giden bir insanda somutlanması önemlidir. Hataya esir düşmemek kendini aşabilmekle mümkündür ve burada teori başarılı pratiği izler. Teoriyi dayatan başarılı pratik olur.

İbrahim Yalçın kitapta da sözü edilen bu sürecin önemli aktörlerinden bir tanesiydi. Yeniyi üretebilmenin en zor bölümünü, yeniyi kendinde üretebilmeyi gerçekleştirdi.

Anısı her zaman bizimle olacaktır…