Şuanda 256 konuk çevrimiçi
BugünBugün1411
DünDün6244
Bu haftaBu hafta15379
Bu ayBu ay15379
ToplamToplam10483803
YAZ PLANI PDF Yazdır e-Posta


 

 

Öncelikle aşağıdaki linki vereyim. Avrupa Birliği ve Türkiye – Soldan Bir Bakış kitabını internete koyacağımı söylemiştim. Kitap iki baskı yaptı ve tükendi. Sonraki yıllarda öğrendiğim kadarıyla Öteki Yayınevi de iflas edip yayın hayatından çekilmiş. Bu durumda 18 yıl önce yazılmış bir kitabın herkesin ulaşımına açılmasının kimseye zararı bulunmuyor.

Kitaptaki rakamlar artık güncel değil ama önemli olan da bu değil, Avrupa Birliği’nin değişik özellikleriyle ilgili yapılan değerlendirmedir.

https://enginerkiner.files.wordpress.com/2016/07/ee-avrupa-birlic49fi-ve-tc3bcrkiye.pdf


Link site içinden açılmıyorsa kopyalayıp alın, o zaman açılıyor.

Haftaya yan bölüm olarak aldığım etnolojiden iki sınava gireceğim. Geçerim sanıyorum, geçemezsem de sonbaharda tekrarı var ya da ikmal gibi bir şey…

Üniversite eğitimi hayli ağırlaşmış… Bu iki yazılıya girebilmek için aralarında kitap tanıtımı, dersteki bir konu hakkında on dakikalık kısa konuşma, beş tane dersteki bir konuyla ilgili sorunun cevaplandırılması, bir metnin özetlenmesi ve eleştirilmesi dahil toplam on ödevden geçmeniz gerekiyor. Bunlardan birisini bile geçememişseniz yazılıya giremiyorsunuz.

Son ödev sona kalmıştı, geçtiğimiz Perşembe günü Şili’nin güneyinde yaşayan yerli bir halk olan Mapuche ile ilgili tarih, kültürel özellikler ve bugünkü durumu anlatan bir konuşma yapmam gerekiyordu. Metni hazırlıyorsunuz, arada bir bakıp konuşuyorsunuz. Yapmak mesele değildi, biliyordum ama konuşmanın sonunda benden yaklaşık 40 yaş küçük insanların yüzündeki ifadeyi merak ediyordum.

“Vay be“ cinsinden bir ifade gördüm.

Bu ifadenin nedeni Almanca olamazdı. Kim Alman kim göçmen çocuğu bilmiyorum ama önemli de değil… Göçmenlerin üçüncü kuşağı üniversitede okuyor. Ana dilleri Türkçe, Kürtçe, İtalyanca ya da başka bir dil olabilir ama birinci dilleri Almanca… Konuşmalarından kimin hangi kökenden geldiğini anlayamazsınız, herkes aksansız konuşuyor. Benimki de anlaşılır ve açık bir Almanca olmakla birlikte kendiminkini onlarınkiyle karşılaştıramam.

Hayretin nedeni bilgi de olamazdı. Kaynaklar belli, herkes okuyup öğrenebilir.

Konuşmayı farklı kılan, bilginin iç bağlantılarının kurulmasıydı.

Mapuche adlı yerliler Latin Amerika’da İspanyol sömürgeciliğine karşı en uzun -300 yıl- direnişi gerçekleştirmiş. Herkes direnmiş; Maya, Aztek, İnka gibi büyük uygarlıklar da direnmişler ama ateş gücü yüksek olan İspanyol ordusu karşısında fazla dayanamamışlar. Bunlar nasıl dayanmış ve 300 yıl İspanyolları bölgelerine sokmamışlar?

Beş tane neden var ama bunları üçe indirmek mümkün: Örgütlenme tarzı, arazinin uygun olması ve öğrenebilme yeteneği…

Mapuche’de merkezi örgütlenme bulunmuyor, dolayısıyla da sömürgeciliğin klasik taktiği olan “kral ya da şef ya da adı neyse işte onu bul, anlaş, anlaşamıyorsan satın al, gerisi kendiliğinden gelir“ uygulaması burada yürümüyor. Çok sayıda küçük otorite bulunuyor, geneli bağlayan kimse yok.

Arazi dağlık ve ormanlık, gerilla savaşı için uygun.

Mapuche’ler kısa sürede İspanyolların savaş taktiklerini öğreniyorlar, yeni silahlar geliştiriyorlar ve İspanyol ordu komutanını öldürebilecek kadar da iyi savaşıyorlar.

İspanyol ordusunun atlı birlikleri var. Mapucheler atların bir bölümünü ele geçirip kendileri de atlı birlik kuruyor.

Latin Amerika’nın Maya, Aztek, İnka gibi büyük uygarlıkları çökerten İspanyollara karşı 300 yıl direnmek tarihe geçen bir başarıdır.

Burada önemli olan, neyi aradığınızı bilerek okumaktır. Abur cubur okuyup edinilen bilgiyi de peş peşe sıralamakla bir şey olmaz. Bilginin iç bağlantılarının kurulabilmesi gerekir.

İlginç olan nokta, kafamda sanki bütün konuyu biliyormuşum gibi bir izlenim oluştu. Bu yeni bir duygu, böyle bir şey hiç başıma gelmemişti.

Bunun nedeni aldığım diğer ders olsa gerek: C.L. Strauss ve yapısalcılığın oluşumu…

Türkçe’ye Yaban Düşünce adıyla çevrilen kitabında ve çok sayıda diğer yapıtında Strauss Güney Amerika’daki yerlilerin (buna Avustralya ve Afrika’dakiler de dahil edilebilir) ilkel bir düşünce tarzına sahip olmadığını, insanların tarihin her döneminde iyi düşündüğünü, o insanların farkının düşüncelerinin farklı amaçlara yönelmesinden kaynaklandığını anlatır. Hayretler içinde kalarak öğrendiklerimden birisi totem konusuydu. Strauss’a gore totemin dinle ilgisi bulunmuyor. Totem sembolik düşünceyi temsil ediyor. İki ayrı klan iki ayrı toteme sahip ve farklılıklarını bununla ilgili kavramları kullanmadan ya da bulmadan totemle ifade edebiliyorlar.

O insanların düşünme tarzı bütünsel… Önce bütünü anlıyorsun ve parçaları açıklayabilmek ancak bütünü anladıktan sonra mümkün olabiliyor. Modern düşüncenin tam tersi…

Açıklayıcı bir örnek olarak bonsai verilebilir. Bir ağacın minyatürü yapılmış, bonsai…

Bonsaiye baktığınızda bu minyatürü önce bütün olarak görürsünüz, parçalara dikkat edilmesi sonra gelir. Bütünü anlar, buradan parçalara geçersiniz.

Sanırım konunun bütününü anladığım için böyle bir rahatlık içindeyim.

Farklı konularda iyi yazı yazabilmek için sadece bilgi yetmez, bilginin iç bağlantılarını da kurabilmek gerekir.

Sınavlar bitince kitaba başlayacağım. Adının ne olacağını henüz düşünmedim ama devrim ve sosyalizm konusuyla ilgili olacak… Yaşanmış sosyalizm deneyini, 1990 sonrasında özellikle Latin Amerika ülkelerindeki sol hükümetlerin yaptıklarını, faşizm anlayışını incelemeyi içeren ve marksist sosyalizmle arasına açık çizgi çeken bir kitap olacak…

Okunacak fazla bir şey yok, zaten okumuştum ve konuyla ilgili parçalı olarak da hayli yazı yazmıştım. On yıl önce yayınlanan 1989 Berlin Duvarı da konuyla ilgili bir kitaptır. Onları düzenlemek, araya eklemeler yapmak gerekecek…

Mülteciler-Göçmenler kitabı gibi 150-160 sayfalık (belki biraz daha uzar) kitabı iki ayda yazarım sanıyorum.

Bu kitaba karşı herhangi bir itiraz gelmeyeceğini de tahmin edebiliyorum. Hiç ses çıkmayacak… Beklenen bir durum çünkü geçtiğimiz yıllarda konuyu değişik kişilerle tartışmıştım ve sosyalizmin tarihi hakkında fazla bilgileri bulunmayınca yaklaşık yirmi dakika sonra duruyorlardı. SSCB, Çin ve Küba’da yaşanmış 74 yıllık pratik bulunuyor. Buradan çıkan sonuçları ortaya koymadan sosyalizmin geleceği hakkında konuşmak boştur. Bunun için de o tarihleri bilmeniz gerekiyor. (Bu arada belirteyim, yazın Çin tarihini daha iyi öğreneceğim.)

İşçi sınıfının tarihsel rolü, marksist sosyalizm konusunda az olmayan sayıda insanın bilinen teoriden farklı düşündüğünü biliyorum ama bunu açıkça ifade edemiyorlar, ancak ikili konuşmalarda belirtiyorlar. Nedeni şu: savunduklarının arkasında duracak birikime sahip değiller ve bu durumda da farklı görüşlerle tartışmaya girebilmeleri mümkün olmuyor. O zaman susmak en iyisi oluyor.

Keşke itiraz eden olsa, keşke marksizmin bilinen saptamalarını savunan olsa…

Ne kadar iyi olur!

Bakalım göreceğiz…

Tekrar baştaki konuya dörensek…

Latin Amerika yerlilerinin tarihi ve bugünkü durumları, mücadeleleri bana kimlik sorununun ne kadar önemli olduğunu yeniden gösterdi. Onlar dillerine, topraklarına, kültürel özelliklerine sahip çıkıyorlar; bunları yıllardan beri baskıcı hükümetlere karşı savunuyorlar.

Zapatistalar ile Maya uygarlığının ilişkisi, Peru’da Aydınlık Yol örgütüyle İnkaların ilişkisi, Bolivya’da ilk yerli devlet başkanı olan Morales’in ülkenin demokratikleşmesi yönünde yaptıkları (bu demokratikleşme yerlilerin temsil edilmesi ve haklarının tanınmasını da içeriyor) ve başka uygulamalar; halklerdeki kimlik sorununun bizdeki bazı aklı evvellerin iddia ettiği gibi emperyalizm tarafından halkları bölmek için uydurulmuş bir sorun olmadığını gösteriyor. Bu sorun, klasik sömürgecilikten kalan ve sonrasında da süren sorunlardan bir tanesidir. Bunu reddetmek doğru değildir, daha büyük sorunlarla nasıl birleştirilebileceğini düşünmek gerekir.

Perşembeden önce yeni bir yazı yazacağımı sanmıyorum ama bakarsınız bir kere tersi olur.