Şuanda 248 konuk çevrimiçi
BugünBugün1416
DünDün6244
Bu haftaBu hafta15384
Bu ayBu ay15384
ToplamToplam10483808
Farklı bir işe başlarken... PDF Yazdır e-Posta


İnsan beyninin ve yeteneklerinin sınırı yoktur. Ya da şöyle demek daha uygun olur: insan beyni ve yetenekleri geliştirilebilir. En azından denenmesi gerekir… Denediniz ve olmuyorsa olmuyordur ama bir konuda olmazsa bile başka bir konuda olabilir.

Denemek demek her şeyden önce çalışmak ve uygun yöntemi bulmak demektir.

Çalışmadan hiçbir şey olmaz.

Uygun yöntemi ilk denemede bulamayabilirsiniz belki ama denemeye devam ederseniz bulursunuz.

Bunu yapmanın yaşı yoktur. Normal ve sağlıklı bir insandan söz edersek, yoktur.

Zihinsel yeteneklerim diyelim 20 yaşımdakine göre daha iyi.

Bilgi düzeyi karşılaştırılamayacak kadar arttı ve hafıza sorunum da bulunmuyor.

Kim demiş yaş ilerleyince daha zor öğrenilir diye, aksini iddia edeceğim, genel olarak daha kolay öğreniliyor.

Öğrenmek, Aristo’nun yaklaşık 2500 yıl önce söylediği gibi, hatırlamaktır.

Bir konuyu istediğiniz zaman hatırlayabiliyorsanız, öğrenmişsiniz demektir.

Hatırlayamıyorsanız en azından iyi öğrenmemişsiniz demektir.

İnsan nasıl daha hızlı ve kolay öğrenebilir?

Yeni öğrendiğinizle iyi bildiğinizi düşündüğünüz bir konu, isim, kavram ya da başka bir şey arasında bağlantı kurarak…

Unutmamanın, hatırlamanın en iyi yolu budur.

Bu da şu anlama gelir; bilgi düzeyiniz arttıkça daha kolay öğrenirsiniz.

Her zaman kolay da olmuyor, belirtmek gerek…

Bazı konularda dik yokuş çıkan kamyon gibi beynimin zorlandığını hissediyorum. Bazen vazgeçme noktasına bile geldiğim oluyor, devam edilirse, zorlanma sona eriyor. Zorluk sürüyor ama zorlanacak derecede değil…

Konuya geleyim…

Yüksek bir okulda göç ve uyum konusunda ders verme teklifi geldi…

Göç ve uyum konusu pek sevmediğim ama hakim olduğum bir konu…

Sevmememin nedeni, PDS’in Frankfurt İl Yönetimi’nde bulunurken Almanya politikasına girmek isteyen Türkler ve Kürtlerden genellikle uzak durmaya çalışmamdır.

Parti, başkası yok, diye bu alana girmemi istiyordu, ben ise barış politikası sözcülüğünü tercih ediyordum.

Bir şey bildikleri yoktu. “Göçmeniz, eziliyoruz, dışlanıyoruz” demenin dışında dağarcıklarında birikim bulunmuyordu.

Beş tane temel parti var: Hıristiyan Demokratlar, Hür Demokratlar, Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve o zamanki adıyla Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS).

Beş partiden adaylar bir televizyon programına çıktılar diyelim. Kim hangi partidendir bilmiyorsunuz, onlar da diyelim ki konuşurken üyesi oldukları partiyi açıklamıyorlarsa,

kim hangi partiden çıkaramazsınız.

Konuştukları arasında fark yok, hepsi farklı kelimelerle aynı şeyi söylüyor.

Solun göçmen politikası yoktu. “Siz oluşturun” deniliyordu ama bu alana girmek istemiyordum.

“Sol göçmenlik” belirlemesi yaptığımız zaman “göçmenleri bölmeyin” diye itiraz edenlerle –sanki göçmenler bütünmüş gibi- ne yapılabilir ki!

“Madem ilk önce ben söylemedim, o halde itiraz etmem gerek!

İşin esası bu aslında…

Bu insanlar ister Türk isterse Kürt kökenli olsunlar, hangi partiden olurlarsa olsunlar, politika yapmaya başladıkları ülkedeki en önemli sorunun göçmenlik olduğunu sanıyorlardı.

Evet, bu sorun önemli ama Almanya’da başka önemli sorunlar da bulunuyor. Bu konuda fikir sahibi olmadan göçmen diye tekrarlamanın ne anlamı var?

Birkaç yıl önce Fransa’da –yanlış hatırlamıyorsam Sosyalist Parti’den- belediye seçimlerinde aday olan Kürt bir kadının açıklamasını hatırlıyorum. Kadın, Rojava’yı anlatacağını söylüyordu!

Tamam anlat ama sen Fransa’da yerel düzeyde politika yapmaya adaysın. Aday olduğun bölgenin sorunları nedir, bu konuda fikrin var mı? İnsanlar seni ve partini bu konudaki görüşlerin nedeniyle seçecek, Rojava nedeniyle değil. Bölgedeki Fransız seçmenin yüzde kaçı Rojava’yı duymuştur ve duymuş olsa bile Rojava onun için belirleyici bir sorun değildir.

Seçilip seçilmediğini bilmiyorum ama bu anlayış tipiktir.

Burası başka bir ülke, seni seçecek olanların büyük çoğunluğu da Fransız vatandaşı olmuş Türk ya da Kürt kökenli insanlar değil…

Almanya’da da sorun daha az vahim değildir. Yılların deneyiyle kör gözüne parmağım cinsinden hatalar daha az yapılıyor ama bu anlayış pek de değişmemiş durumdadır.

Dört yıl kadar önce Brüksel’de yapılan ABDEM (Avrupa Barış ve Demokrasi Meclisi) kuruluş toplantısına katılmıştım. Avrupa çapında sadece Türkler ve Kürtlerin değil Ermeniler ve Süryanilerin de içinde yer alacağı sol bir çatı platformu kuruldu.

Daha o toplantıda, “buradan bir şey çıkmaz” diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Değişik kuruluşların temsilcileri söz alıp konuşuyorlardı.

Birisi, gençlik sorununa da eğilmek gerektiğini söyledi.

Doğru bir belirleme…

Almanya’da daha fazla olmakla birlikte Avrupa çapında Kürt ve Türk gençlerinin önemli sorunları var. 15 yıl kadar önce Türk gençlerinin eğitim durumu çok kötüydü.

Eğitim yok, meslek yok; ne olacak bu insanlar?

Türklerde daha sonra eğitim durumu biraz gelişti, onların yerini Kürt gençleri aldı.

Konuyla ilgili konuşan arkadaş beni fena şaşırttı. Avrupa ülkelerindeki Kürt gençleriyle ilgili sorunu “Apocu gençlik” çerçevesinde görüyordu.

Apocu da olsun ama bu insanlarla ilgili çok önemli bir sorun daha bulunuyor; bu konuda fikrin yok mu?

Anladığım kadarıyla böyle bir sorun olduğunun farkında bile değildi.

ABDEM’den bir şey çıkmadı…

Değişik faaliyetler yaptı, yapmadı değil ama iddiasının çok ama çok gerisinde kaldı.

Şimdi onun yerine veya onun yanında başka bir kuruluş daha gündeme geldi.

Adında Avrupa da var ve bu önemli bir gelişme…

Yıllarca bulunduğum örgütlerde Avrupa örgütlenmesinin özgünlüğü ve Türkiye’nin bu örgütlenmenin ihtiyaçlarını anlayamayacağı konusunda az kavga vermedim, az yazı yazmadım.

Bu bakımdan ismin yanında Avrupa ekinin kullanılması önemli ama iyilik burada sona eriyor.

Konuyla ilgilenen insanların yazdıklarına şöyle bir bakmak bile, büyük çoğunluğun 20-25 yıldır yaşadığı ülkeler hakkında doğru dürüst fikri bulunmadığını gösteriyor.

Göçmen konusu tartışılıyor, inanılmaz ama gerçek…

Bu konu son 25 yılda büyük evrim geçirdi. Küreselleşme adı verilen süreç göç ve göçmenliği çok değiştirdi. 25 yıl önceki belirlemeler bugün aynen geçerli değildir.

Eskiyi bilmek yetmiyor, o eskinin nasıl değiştiğinin de bilinmesi gerekiyor.

Temel bilgiler bulunmayınca ve daha kötüsü bulunmadığı da bilinmeyince çok tartışmalı kitlesel toplantılardan sonuç alınacağı beklenemez.

Uzak duruyorum çünkü bunlara katılmak zaman kaybı anlamına geliyor.

Tekrar konuya dönersek…

Dersi kabul ettim. Konuyu biliyorum. Yaklaşık 90 kişiye konuyu anlatmak da mesele değil… Bir konu parçalara bölünerek ve parçalar arasında bağlantı kurularak nasıl anlatılır, bunu da biliyorum ve defalarca yaptım. Zaten beni öneren kişi de katıldığım Mültecilerle ilgili Türkçe bir paneli dinledikten sonra yüksek okula teklif etmiş.

Sorun nedir o zaman, diye sorarsanız; başka bir dilde üç saat konuşmak ne demektir, pek bilmiyorsunuz anlaşılan derim!

Bir konuyu Almanca olarak 15-20 dakika anlatmayı üniversite hayatımda defalarca yaptım. Politik bilim bölümünü bitirirken dört dersten yarımşar saat bir dersten bir saatlik sözlüye de girmiştim. On yıl önce yazılı ifadem hiç iyi olmadığı için sözlüyü tercih etmiştim. Kısa cümleler kur, kavramlarla konuş; yaparsın…

Ve iyi notlar almıştım ama bu seferki farklı bir durum…

İçimi endişe sardı. Konuyu biliyorum; nasıl anlatılır, onu da biliyorum ama Almanca üç saat anlatmak…

Gerçi Almanca sözlü ve yazılı ifadem on yıl öncesine göre bayağı iyi ama yine de alışmadığım bir şey…

Konuyu bilmek yetmez, onu anlatabilmek gerekir.

Bu konuda Türkçede hiç sorunum yok ama başka bir dilde aynısını yapmak kolay değil…

Tabii aynı düzeyde olmaz, zaten öneriyi yapana da “Türkçedeki kadar iyi anlatamam ama anlatırım” demiştim.

Ne yapacağım belli: ders gününden bir-iki gün öncesinden başlayarak kafa Almanca ile dolacak, düşünmen bile bu dilde böyle olacak…

O zaman konuşurken ufak tefek hatalar olsa bile –ki önemli değil- .yapılabilir.

Türkçe gibi konuşmaya başlıyorsunuz.

Plan başka hayat başka…

Bakalım, sanırım yaparım…