Şuanda 341 konuk çevrimiçi
BugünBugün1324
DünDün6244
Bu haftaBu hafta15292
Bu ayBu ay15292
ToplamToplam10483716
"İntihar etmeyeceksek içelim bari" PDF Yazdır e-Posta


Yıllar önce iyi bir edebiyat okuruydum ve okuduğum kitaplardan belirli bölümleri bir deftere not ederdim. Yazının başlığı, Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi adlı romanının giriş cümlesidir. O defteri sakladım. Bir ara kaybolur gibi oldu, tekrar buldum. Bu kitapla ilgili aldığım notlara tarih koymamışım ama sonraki yazının tarihi 16.5.1983. Demek ki bu tarihten biraz önce yazılmış…

1971-72 sonrasında devrimci harekette yaşanılan çözülmeyi bu kitapta da okuyabilirsiniz. Anı değil, romandır, gerçek olaylara dayanmaz ama o çözülmenin mekanizmasını bu romanda bulabilirsiniz.

Bu çözülme 1980 sonrasındakinden oldukça farklıdır.

Devrimci hareket sayıca azdır, kitlesel değildir, bu nedenle büyük kentte olsa bile çok kişi birbirini tanır. İnsanlar üniversite öğrencisidir ya da bitirmiştir. Bu durumda düzene entegre olmak 1980 sonrasına göre daha kolaydır. İyi bir iş bulmak, iyi para kazanmak sorun değildir.

İşe gir, çalış, evlen, çocukların olsun ve devrimcilik de yap…

Böyle olmuyor ama!

Bir düğün nedeniyle bir araya gelmiş, bir dönem değişik nedenlerle devrimci harekete sempati duymuş, bazıları bazı işler de yapmış insanlar… Umutlar kırılmış, devam edecek moral kalmamış; kimisi kendini haklı çıkaracak gerekçeler bulmuş, kimisinin ise kendisine saygısı kalmamış. “Bırak yapmayı, doğru dürüst deneyemedik bile…”

İlk cümle kitabı da anlatır: içelim ve unutalım ya da unutmaya çalışalım…

Bu romanı okuduğum zaman aklıma 1970 yılından arkadaşım İsmail gelmişti. İleri Dergisi’nin 6. sayısının –son sayı olacaktı- yazı işleri sorumlusuydum. Yazıları toplamak ve derginin dağıtımı benim sorumluluğumdaydı. Kavaklıdere’de Mülkiye’de okuyanların kaldıkları bir apartman dairesi vardı. İsmail’den yazı almaya gider ve genellikle saatlerce otururdum. İsmail ekonomik konularda yazardı, uzun incelemeleri vardı. İsmail nişanlıydı ve bazı akşamlar nişanlısını da görürdüm.

Sonra okullar bitirildi, 1971-72’nin sıkıyönetim şartları altında bağımız gevşedi.

ODTÜ’de İsmail’in tanıyanlar eşinden şikayetçiydi. İsmail evlenmişti ve eşi devrimci arkadaşlarının eve gelmesini istemiyordu. “İş bu noktaya geldiyse kötü” diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Çalıştığı yeri buldum ve bir gün ziyaretine gittim. Küçük bir odada tek başınaydı. Neden geldiğimi söylemedim ama anlamıştı. Biraz sohbet ettik. Sonra evlendiğini ve yakında çocuğu olacağını anlattı. Konuşurken önüne bakıyordu.

İnsan bu durumda ne söyleyebilir? Anlatmasına gerek yoktu, durum anlaşılmıştı. Bir daha görüşmedik. Ben de daha sonra İstanbul’a gittiğim için hakkında bir şey de duymadım.

ODTÜ’yü bitiren çok sayıda arkadaş da benzerini yaşadı. Bitirdiler, iş buldular, evlendiler ve devrimcilik sona erdi.

Ertan isimli bir arkadaşın yaşadığı bir olayı hatırlarım. Aynı okuldaki Latife adı bir kadından hoşlanıyordu ama kadın evlenmeye yanaşmamış. Olabilir ama gerekçesi çok açıklayıcıydı: “Sen devrimcisin, ben biraz devrimciyim.”

Biraz kararlı olanlar için tipik yöntem şöyleydi: Görünürde sizden bir şey istenmezdi. Kavganızdan, amaçlarınızdan caymanız istenmezdi ama kuşatılırdınız. Sizi gittikçe engelleyecek işlere sokulurdunuz. Çalış, para biriktir, ev alalım, çocuk oldu derken bir gün farkında bile olmadan kendinizi bambaşka bir dünyada bulurdunuz. Bağımlılıklarınızı koparmanız artık çok zor hatta neredeyse mümkün değildir.

Çok açık bir kural vardır: bazı şeyleri yapmaya karar vermek, aynı zamanda başka bazı şeyleri yapmamaya karar vermek demektir. Ya o başka bazı şeyleri yapmamak için kesin şekilde direnirsiniz ya da kendinizin bile anlamadığı şekilde kaybolur gidersiniz. Kurtulmak istediğinizde artık çok geçtir.

Kitaptaki bir diyalogu o dönem devrimcilerinin büyük bölümü yaşamıştır.

“Kendi çocuğunu koruyup kurtaramayan neyi kurtarabilir?”

Bu soru henüz teslim bayrağını çekmemiş hemen herkese sorulmuştur.

“”Biz bu dünyaya çocuk kurtarmaya mı geldik?”

Ne kadar sekter bir cevap diyebilirsiniz ama doğru bir cevaptır.

Sorunun benzeriyle ben de karşılaştım ve aynısı olmasa bile benzer cevap vermiştim.

Bu sekter yanımı severim.

22 yaşında ODTÜ’yü bitirdim, 24 yaşında yüksek lisansı… Zaten çalışıyordum, iyi para kazanıyordum, evlendim. Önce işten çıktım, kısa süre sonra çocuk oldu, üç aylık çocuğu bıraktım ve gittim. Ekonomik sorunu yoktu, hayatını idame edebilirdi ve ben başka bir dünyaya kesin olarak gidiyordum.

Bir noktaya gelinir, orada pazarlık yapılmaz, milim taviz verilmez; kimin ne düşündüğü önemli değildir, bu budur; hepsi bu kadar!

Zor iştir, acılı bir iştir ama ya yaparsınız ya da o dünyadan çıkamazsınız.

İstemediğiniz bir ortama düşebilirsiniz. Üstelik baştan o ortam ve oranın insanları size farklı da görünebilirler. İşler biraz ilerleyince durum değişmeye başlar. Hele bir de çocuk olunca, “Bu kadar aktif olmasan” söylemi başlar.

Kimse size bırakın demiyor, zaten ortam da böyle bir istek için hiç uygun değil (1970’li yılların ortaları), ama biraz geri çekiliver hatta biraz ara ver! Sonra devam edersin!

O sonra hiçbir zaman gelmeyecektir.

Ya karşınızdakini ikna edersiniz ki genellikle mümkün değildir ya da çekip gidersiniz.

İnsanda güçlü bir reddetme anlayışı yoksa yapamaz.

Gençsiniz, iyi para kazanıyorsunuz, ABD’den burs vb. her şey önünüzde hazır, bir de çocuk var ve arkanı dönüp gidebilmek var…

1980’li yılların sonlarından başlayarak iyi bir edebiyat okuru olmaktan uzaklaştım. Her zamanki gibi çok okuyorum ama edebiyat değil, sosyal bilimlerin değişik dalları…

Bir sürü kitabın arasında o roman da bulunsaydı, bir daha okurdum.

Umarım gelecekte bir zamanda okurum…