Şuanda 256 konuk çevrimiçi
BugünBugün1408
DünDün6244
Bu haftaBu hafta15376
Bu ayBu ay15376
ToplamToplam10483800
Muhtelif konular PDF Yazdır e-Posta


İlk olarak; Almanya’da Almanca açıklama yapmanın anlamı büyük oranda kalmadı. Neden derseniz; gazete okuyan Almanlar bizdeki durumu bizim kadar biliyorlar. Neredeyse bütün büyük gazeteler Türkiye ile ilgili haber ve yorumlarla dolu. Son olarak Die Welt gazetesinin –sağcı bir gazetedir- Türkiye muhabirinin gözaltına alınması nedeniyle ülkeyle ilgili haberler iyice fazlalaştı. (Bu muhabir aynı zamanda Alman vatandaşıdır).

Geçtiğimiz Cumartesi günü Frankfurter Rundschau gazetesinin orta sayfalarını Ahmet Şık’ın mahkemesiyle ilgili haber kaplıyordu. Başlık: Kafka türü bir mahkeme idi. Gülen ile ilgili kitap yazan, bu nedenle hapse giren Şık şimdi de Fetöcülükten yargılanıyor! Kafka’nın Dava isimli kitabında da sanık neden yargılandığını bir türlü anlayamaz. Bu da onun gibi bir şey işte…

Başka bir günlük gazete, Die Tageszeitung, sürekli Türkçe ek veriyor. Amaç Türkiye’deki tutuklu gazetecilerle dayanışmak… Bu Türkçe eki okuyanların fazla olduğunu sanmıyorum. AKP’liler zaten bu gazeteyi almaz, alacak olanlar da Almancasını okur; ama olsun, amaç dayanışma göstermek…

Bunları görünce çok sayıda Türk gazetecisinin sefil tutumunu daha iyi anlıyor insan…

İkincisi: Başbakan Yıldırım Oberhausen’da yaptığı konuşmada “İslam düşmanlığına karşı mücadele edeceklerini” söyledi. Aman ne güzel! İslam nasıl bir dindir diye sorana RTE örnek gösterilir, olur biter. “kendisi iyi bir Müslümandır, yaptıklarına bakın, islamı anlayın” denir.

Ne yapsanız boşuna! Türkiye’ye en çok turist Almanya’dan geliyordu ama bu sayı önemli oranda azalmış durumdadır. Bu yıl da artmayacak. Alman turist para bırakan turisttir. Turizmde sadece sayı önemli değildir, para bırakan sayı önemlidir. Ukraynalılar çok gelmeye başlamışlar ama bu ülkeden gelenler ne kadar para harcıyor ki!

Üçüncüsü: Almanya’da grip salgını var. Çok sayıda insan ikinci kere gribe yakalanıyor. Grip virüsünün etkisi de bir ile iki hafta sürüyor. Bu kadar virüslü insan içinde olup da kapmamak mümkün değil tabii. Ben de kaptım, belli oluyor ama hastalık bir türlü gelişemiyor. Arada yükselen ateş dışında –ağrı yok- belirti bulunmuyor. Kendimi biliyorum, hasta oldum mu oldukça aksileşirim. Kendime bakarım, ilgi gösterilmesine de sinirlenirim. Garip bir huy olabilir ama böyle… Bir yandan da hoşuma gidiyor; demek ki bedenin durumu iyi. Virüsün beni hasta edebileceğini sanmıyorum ama bakalım…

Beden önemlidir. Kafanız istediği kadar gelişmiş olsun, planlarınızı ancak bedeninizle hayata geçirebilirsiniz. Herkesin Stephan Hawking olacak hali yok… Bütün vücut iflas etmiş ve ancak makineyle konuşabiliyor ama bu çok özel bir durum… İnsan olabildiğince kendine dikkat etmeli yoksa gelecek için plan yapmanın anlamı kalmaz. Kafa iyi ama beden çökmüşse ne işe yarar!

Çok sayıda devrimci 55-60 yaş arasında peşpeşe ölüyor. Evet herkes oldukça stresli bir hayat sürdü, bazıları yıllarca hapishanede kaldı ama eklemek de gerekir: kendilerine de çok kötü baktılar. Bol miktarda sigaranın yanı sıra bir de acayip içiyorlar. Bu durumda erken ölüm genellikle kaçınılmaz oluyor.

Dördüncüsü: üniversitede yeni dönem başlayıncaya kadar –altı hafta var- okuyacağım kitapları çıkarıp gözümün önüne koydum. Hepsi Almanca… Ateizmin tarihinden beyin felsefesine kadar kitaplar… Hildermayer’in SSCB Tarihi (alanında tanınmış bir kişidir), geçen gün aldığım 1100 sayfalık “Was ist Deutsch” (Alman Nedir?) kitabı. Almanların yakın tarihteki kimlik arayışlarını anlatıyor ve bu bakımdan da Türklere benziyorlar.

Kitabımın Türkçesini yeniden okuyacağım: Nietzsche’nin “Zerdüşt Böyle Dedi”. Bu kitabı ilk kez 19 yaşındayken okumuş ve abartmasız bir hafta kendime gelememiştim. Her yeni baskısını (Almanca) gördüğümde içim gider, sonra saçmalama derim, evde kaç tane var. Türkçesi bitsin Almancasını da okurum.

Uzun zamandır bu kadar yoğun okumuyordum ve bu beni mutlu ediyor.

İnsan her zaman okumalı, okumayı günlük işlerinden birisi haline getirmelidir. Bunu her zaman yaptım ama yoğun okumanın tadı başka oluyor.

Belki hatırlayan vardır; 1960’lı yıllarda kişilerle söyleşi yapılırken “Boş zamanınızda ne yaparsınız?” diye sorulurdu. Klasik cevap, “Kitap okurum” idi. Aziz Nesin de “Ancak boş zamanında kitap okuyan insandan ne olur ki!” derdi.

Yine Aziz Nesin şöyle derdi: “Halk her şeyi eleştirmeye meraklıdır. Boyum kadar kitabım var, derim. Senin boyun zaten kısa, derler.”

Bunu diyen de hayatında on kitap bile okumamıştır!

Aldırma, işine bak…