Şuanda 248 konuk çevrimiçi
BugünBugün1420
DünDün6244
Bu haftaBu hafta15388
Bu ayBu ay15388
ToplamToplam10483812
100 Yıl Yazıları (9): Sosyalist üretimin sorunları PDF Yazdır e-Posta


Böyle bir sorun mu vardı, diye sorabilirsiniz. Evet vardı, üretim konusunda kapitalizmden daha iyi olacağını her zaman iddia eden sosyalizmin üretimde, özellikle de tüketim malları üretiminde ciddi sorunları vardı. 1960’lı yıllarda sosyalizmde yoğunlaşan tartışma da özellikle bununla ilgilidir. Batı ülkelerinde görece refah yaşanıyordu ve sosyalist ülkelerde de tüketim malları konusunda eskisine göre daha iyi bir düzey tutturulmuştu, ama yeterli olmaktan uzaktı. Daha da kötüsü kapitalizmle ara gittikçe açılıyordu.

Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DAC) sosyalist ülkeler arasında üretici güçlerin gelişmesinin en ileri olduğu ülkeydi ve “sosyalizmin vitrini” olarak da anılırdı. DAC Birleşmiş Milletler’e göre gelişme düzeyi bakımından göre dünyanın onuncu ülkesiydi. DAC ulaştığı düzey bakımından Yunanistan’dan daha ilerideydi ama bu durum halkı ilgilendirmiyordu. DAC halkını ilgilendiren, ülkelerinin Federal Almanya’nın gerisinde olmasıydı. DAC’deki üretici güçlerin gelişme düzeyi, Berlin Duvarı’nın yıkıldığı yılda, 1989’da, FAC’nin yüzde 40’ı kadardı.

1960’lı yıllarda fark bu kadar büyük değildi ama gidişatın bu yönde olduğu görülüyordu.

Sosyalist ülkelerde tarım üretimi özellikle kötüydü.

Lenin’e göre kolhozlardaki üretimin küçük üretimden daha verimli olması gerekiyordu ama pratikte durum hiç de böyle değildi. 1956’dan sonra tarımda küçük üretime belirli oranda serbestlik sağlayan Macaristan’da bu alandaki üretim gelişmişti.

Teorik olarak ters bir durum vardı ama ortada bir de gerçeklik vardı.

Sanayi alanında da durum pek parlak değildi. Beş yıllık planlar kağıt üzerinde tamamlanmış görünüyordu ama gerçeklik başka türlüydü.

Bu konuda iki örnek vereyim.

Birincisi: sosyalist ülkelerde üretim parçalara bölünmüştü; diyelim bir buzdolabının başlıca beş parçası ayrı yerlerde yapılıyordu. İyi bir adımdı ama pratikte başka türlü yürüyordu. Parçalardan herhangi birisi şu veya bu nedenle yeterli sayıda yapılamadı mı, bütün üretim aksıyordu. Sosyalist işletmeler bu nedenle yüksek miktarda stok yapıyordu. Olur ya buzdolabı kapısı ya da motoru eksik gelirse üretim azalmasın diye elde fazladan kapı ve motor bulunduruluyordu. Neyi üretirseniz üretin durum böyleydi. Depolamanın fazla olması ise sonuçta üretimin pahalıya çıkmasını getiriyordu.

İkincisi: önemli bir makinenin amortisman süresi on yıl diyelim. Bu şu anlama gelir; makinenin toplam değeri ona bölünüp her yıl çıkan ürünün değerine yansıtılacaktır.

Kapitalizmde ise işler farklı yürüyordu. Kapitalizmde söz konusu makine sosyalizmde olduğu gibi on yıl değil daha kısa kullanılıyordu. Eğer bir rakip daha gelişmiş bir makine yapmışsa ve dolayısıyla ürünü daha ucuza mal ediyorsa, herkes elindekini satıp yeni makineden alıyordu. Mecbursun, aksi halde o daha ucuz ürettiği için piyasadan silinirsin.

Bunun sonucunda kapitalizmde üretim araçlarında modernleşme rekabet sonucu israfla birlikte daha hızlı ilerliyordu.

Sosyalist ülkelerde üretimde kullanılan makineler genellikle eski oldukları için bakım masrafları da hayli yüksekti. DAC’nin son yıllarında kimya sektöründe makinelere yapılan masrafın yüzde 40’ının bakıma gittiği hesaplanmıştır. Kapitalizmde eski makine tam olarak kullanılmadan ucuza satıldığı ya da atıldığı için israf vardı ama hem üretim daha ucuzdu hem de bakım masrafları düşüktü.

Eğer sosyalizm dünyada tek olsaydı, bunlar sorun olmayacaktı ama değildi, gelişmiş kapitalizmle birlikte yaşamak zorundaydı. Ek olarak, üretici güçlerin geliştirilmesinde ona yetişmek ve geçmek gibi bir iddiası da vardı.

Sosyalist ülkelerde değişik insanlar bunun olmayacağını 1960’lı yılların başından itibaren görmeye ve reform önerileri getirmeye başladılar.

Che Guevara’yı bir kenarda tutarsak kalan herkesin üzerinde anlaştığı konu, merkezi plandaki merkeziyetçilerin gevşetilmesi, büyük üretim birimlerine özerklik tanınmasıydı. Beş yıllık merkezi planlar büyük aksamalarla yürüyordu. Tüketim malları konusunda beş yıl sonra halkın hangi malı ne kadar isteyeceği tahmin edilemezdi ve bu nedenle üretilen elde kalabiliyordu. Devletin merkezi ama oldukça genel bir plan yapmakla yetinmesi, başka bir deyişle sadece çerçeveyi belirlemesi, kalanın da büyük üretim birimlerine bırakılması gerektiği savunuluyordu.

Çekoslovakya’da Ota Şik –ve bu ülkedeki komünist partisinin önemli bölümü- aynı zamanda işçilerin fabrikanın kazancına katılmasından yanaydı. Sosyalist ülkelerde maddi teşvik zaten vardı, daha fazla üretenler bu şekilde teşvik ediliyordu. Şik bunun daha sistemli olması gerektiğini savunuyordu.

Macaristan’da Janos Kornai, DAC’de Fritz Behrens ve diğer isimlerin görüşleri üzerinde tek tek durmayacağım. Her konuda anlaşmıyorlardı ama hepsi de merkeziyetçiliğin gevşetilmesinden yanaydı.

Che Guevara ise sosyalizmde maddi teşviklerin tümüyle iptalinden yanaydı. Bunun yerine üretimin artırılması için sosyalist ahlakın öne çıkarılması gerektiğini savunuyordu. Somut önerisi, karşılıksız çalışılan hafta sonlarıydı ve Küba’da sanayi bakanıyken de bu görüşünü pratikte uygulamak fırsatını bulmuştu.

İstediği sonucu alamadı çünkü üretim teknolojisi geri olunca fazladan ve karşılıksız çalışmanın üretimdeki etkisi de büyük olmuyordu.

DAC’de bir de parti genel sekreteri olan Walter Ulbricht faktörü vardı. Ulbricht de tehlikeyi görüyordu. Bunun için teknik elemanların ücretlerinin artırılmasını ve daha büyük üretime geçilmesini savunuyordu. DAC küçük bir ülkeydi ve özellikle SSCB onaylamazsa birkaç sosyalist ülkeyi kapsayacak büyük üretime geçilmesi de mümkün değildi.

Sosyalist ülkeler Ortak Pazar’ı olarak da görülebilecek COMECON’da teknik üretimin büyük bölümünü DAC gerçekleştiriyor, diğer sosyalist ülkelere ihraç ediyor, karşılığında ise SSCB’den kendisinde bulunmayan petrolü ve bazı yiyecek ürünlerini alıyordu.

Ulbricht, 1970 yılında yaptığı bir konuşmada, sosyalizmle komünizmi ayırır. Ona göre, “sosyalizm, komünizmi hedeflemekle birlikte kendi gelişme yasallıkları olan ayrı bir toplumsal sistemdir.”

Son derece doğru bir tespit ve bunun arkasında marksist sosyalizm anlayışı savunulamaz düşüncesi bulunmaktadır. Sosyalizm, marksist anlayışta olduğu gibi dünyada rakipsiz olmadığı için kendine özgü gelişme yasaları olamaz. Sosyalizm ayrı bir toplumsal sistemdir ya da marksizmdeki gibi komünizmin ilk aşaması değildir.

Kıyamet koptu tabii…

Sosyalist Birlik Partisi Politik Bürosu’ndan kişiler Ulbricht’i marksizmden sapmakla suçlayıp SBKP’ye şikayet ettiler. Ulbricht bir yıl sonra parti genel sekreterliğini Honecker’e bırakıp çekildi, pasif bir göreve atandı.

Ulbricht teknik yatırımların finansmanı için tüketim mallarına zam yapılması gerektiğini de savunuyordu. Honecker ise eski çizgiyi sürdürdü.

1989 Berlin Duvarı kitabında Honecker döneminde DAC’nin halktan gizli olarak FAC’deki bankalardan iki kere yüksek miktarda kredi aldığını belirtmiştim. Nedeni, kredi borçları nedeniyle diğer bankalardan kredi alamaz duruma gelmesiydi.

Ama ne gam, yüksek tüketim düzeyi sürüyordu.

Sosyalist ülkeler, Romanya dışında, yıllarca üretim kapasitelerinin üzerinde yaşadılar. Ürettiklerinden fazlasını tükettiler ve alınan dış borçları da halktan gizlediler.

1989 sonrasında bunların hepsi ortaya çıkacaktı.

1971’de sosyalizmde reform konusu sonuçlandı, eski çizgiyi savunanlar kazandılar ve reformcuları tasfiye ettiler.

Sosyalizm altın yıllarını yaşıyor gibi görünüyordu ama çöküş geliyordu.

Gelecek yazıda sosyalist ülkelerde burjuvazinin ortaya çıkışını anlatacağım.