Şuanda 233 konuk çevrimiçi
BugünBugün1858
DünDün6244
Bu haftaBu hafta15826
Bu ayBu ay15826
ToplamToplam10484250
Şundan bundan... PDF Yazdır e-Posta


Her defasında bir konu yazmak gerekmediğine göre insan bazen şundan bundan da yazabilir.

Harika bir hava var. Frankfurt’ta neredeyse 24 saattir hiç durmadan yağmur yağıyor ve hava 12-15 derece… Sıcağı ve güneşi sevmeyen birisiyim, bu hava tam bana göre… Biraz daha soğuk da olabilirdi ama Ağustos ayında bu kadarı bile iyi…

Birden uzun zamandır kırmızı şarap içmediğimi hatırladım. Kırmızı şarap sıcak havada içilmez, gerçi bu şarabı buzdolabına koyanları da gördüm ama 15-17 derecede içilir. Gittim bir şişe Bordeaux Superior aldım. Bu gece ve yarın gece biter.

Konsantre olmaya çalışıyorum, olmuyor. Geçiş dönemi, biliyorum ama birkaç günden fazla sürmemeli. Etnolojide Afrika’da kölelik konulu büyük ev ödevi bitti, son kez bakıyorum ve bu arada da felsefedeki ilk ödevi hazırlamaya çalışıyorum ama olmuyor. Bir konudan başkasına geçerken bende hep boşluk oluşur…

Gerçi temel noktaları buldum ama boşluk yine de sürüyor.

Bu seferki konu beyin felsefesi konusunda Gilbert Ryle’ın kitabı: Der Begriff des Geistes. Beyin felsefesi tarihinde önemli bir kitap, o kadar ki 20. yüzyılda bu konudaki tarih “Ryle’dan önce ve sonra” diye ayrılıyor. Ryle İngiliz ve Wittgenstein ile aynı dönemde yaşamış… Bu ikisi 20. yüzyıl başlarında analitik felsefeye önemli katkılarda bulunmuşlar. Çıkış noktaları basit sayılır: bir konuyu doğru ifade edemezsen, doğru kavramları kullanmazsan, yanlış anlarsın ve anlatırsın… Zaten kitap da bol miktarda örnekle bu konuda yoğunlaşıyor. Kitap Descartes’ın ruh ve beden ikiliğine saldırıyla açılıyor. Bedenden ayrı olarak varolan zihin ya da ruh konusu sonraki yıllarda tümden çöküyor.

Bunları anladık da soru bulmak gerekli… Ev ödevleri soru saptanması ve bunun cevaplandırılması temelinde şekillenir ve iyi bir soru iyi bir başlangıçtır. Biraz bulur gibi oldum. Dikkatimi çekti, zihinsel faaliyetle hayal gücünün ve buradan çıkan yaratıcılığın birbirlerinden ayrı olmadıklarını anlatırken Edison, Faraday, Newton örneklerini veriyor; Einstein yok. Halbuki bu kitap yazıldığında fizikteki iki büyük devrim; görelilik kuramlarıyla parçacık mekaniği gerçekleşmiş ve büyük tartışmalara yol açmıştı.

Doğa bilimlerinde bile doğanın yeni bir yorum tarzı ve bunun teorisi ortaya çıktığında genellikle büyük itirazlarla karşılanır. Doğa bilimlerinde bile durum böyleyse, toplum bilimlerinde daha beter olduğu kolayca tahmin edilebilir.

Yaratıcılık sadece bilgi ve yoğun çalışmayla değil aynı zamanda kişilikle de ilgilidir. Her yeni teori büyük itirazlarla karşılaşır. Bunlara karşı durabilmek, teorinin başlangıçta kaçınılmaz olarak bulunan eksiklerini gidererek ilerlemek kolay değildir.

Einstein’ın özel ve genel görelilik kuramlarında karşılaştığı sıkıntı örnek gösterilebilir. Teori yıllardır açıklanamayanları açıklasa bile itiraz sürüyor.

Mesela teleskopla yapılan gözlemler güneşe en yakın gezegen olan Merkür’ün yörüngesinde düzensizlik tespit ediyor. Nedeni, bilinmiyor.

Merkür nasıl gözlemleniyor? Bu gezegenden gelen ışık teleskop aracılığıyla gözümüze ulaştığında gezegeni görüyoruz. Genel Görelilik Kuramı ise başka bir şey söylüyor: ışık parçacıklardan (foton) oluşur. Bunlar güneşin dev kütlesinin yakınından geçerek bize ulaşırken çekim gücünün etkisiyle bükülürler ve biz de Merkür’ü gerçekte bulunduğu yerden daha farklı bir yerdeymiş gibi görürüz. Yörüngedeki düzensizlikte bu önemli bir faktör… Genel Görelilik Kuramı ışığın bükülme derecesini hesaplıyor ve daha sonra yapılan gözlemlerle de aynı sonuç bulunuyor.

Bu teori her güneş tutulmasında yeniden doğru mu diye denenir ve doğru çıkar.

Her teori gibi Genel Görelilik Kuramı da yanlışlanabilir, ama bu onun yanlış olabileceğini göstermez. Böyle bir ihtimalin olması bir şeydir, ihtimalin gerçek olması başka bir şey…

Bu anlayışı evrim kuramına da uygulayabilirsiniz. Bazı yazarlar Karl Popper’den bilimin yanlışlanabilirlik olduğunu öğrenmişler ama burada kalmışlar. Bütün bilimsel teoriler yanlış olabilir ama olabilir ile yanlıştır birbirinden farklı belirlemelerdir.

Gelecek Fatiha okunarak değil, böyle görülüyor.

Felsefecilerin çoğunda bulunan sorun Ryle’da da var: doğa bilimlerinden örnekler veriyor ama bu alanda yeterli bilgiye sahip değil ve bu da kaçınılmaz olara sırıtıyor.

Şimdiki doğa felsefecilerine bakıyorum; adam veya kadın sadece felsefe profesörü değil fizikte de doktora yapmış…

İşte budur!

Bu gelecek meselesinde İngiliz matematikçisi Dirac’a hayranımdır. Anti maddeyi teorik olarak bulur. “Böyle saçma şey mi olur?” denir ama o bulduğunu savunur. Dirac’ın matematik olarak bulduğu anti maddenin bileşenlerinden birisidir: pozitron adını verdiği artı yüklü elektron. Anti madde maddeyle birlikte bulunamaz, birbirlerini yok ederler. Dolayısıyla bu buluşun gerçek olup olmadığının deneyle saptanması imkansız gibidir.

Yaklaşık yirmi yıl sonra çok kısa süre yaşayabilen artı elektrik yüklü elektron ya da pozitron deneysel olarak gözlenir.

Ardından esprisi gelir: evrenin bir tarafında da anti-Dirac yaşıyordur herhalde!

Ryle, Newton’dan ileriye gitmemiş ve kendisini anlamak mümkündür. Çünkü fiziğin iki büyük devrimi gözle görülemeyen alanların açıklanmasına yoğunlaşır ya da bu alanları gözünüzde canlandıramazsınız. Bu alanlarda ne olduğu görülerek tarif edilemez, matematikle anlatılabilir.

Lenin’in matematiğin doğa bilimlerinde idealizmi geliştirdiği gibi bir görüşü vardır ve buradan hareketle matematikleşmeye karşı çıkar. Normal, Lenin hukukçudur; doğa bilimleriyle ilgisi yoktur. Materyalizm ve Ampiriyokritizim kitabında özel görelilik kuramından hiç söz etmeyerek ve eleştirilerini Viyana Okulu’ndan Mach üzerinde yoğunlaştırarak akıllıca bir iş yapmıştır. Ne çare ki sonraki yıllardaki Sovyet filozofları böyle yapmadılar, diyalektik materyalizmin yol gösterici olabileceğini sandılar. Modern fiziği bilmeden bu alanda yol göstermeye kalktığınızda ise ciddiye alınmıyorsunuz.

Bu konuda Robert Havemann’ın “Dialektik ohne Dogma” (Dogma Olmayan Diyalektik) kitabında tam da bu konu ele alınır. Sosyalist ülkelerdeki doğa bilimcilerinin neden diyalektik materyalizmi ciddiye almadıkları sorgulanır ve felsefecilerin fiziğe yol göstermeye çalışmaktan vazgeçmeleri istenir.

Kitap Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde yasaklanır, Batı’da basılır ve kısa sürede –yanlış hatırlamıyorsam- 50.000 satışa ulaşır.

Doğa biliminin ortaya koyduğunu kabul etmek zorundasın!

İlerde şu veya bu teori yanlış çıkabilir, ama çıkmayabilir de…

Teorini doğa bilimlerindeki gelişmeye uyarlamak zorundasın.

Lafta kolay görünüyor ama marksist doğa felsefesi bu konuda 20. yüzyılda tam bir sefalet yaşamıştır.

Zizek’in diyalektik materyalizmin yeniden kuruluşunu esas alan iki kitabı yayınlandı; aldım ama bakalım ne zaman okurum.

Bir ara Almanya Komünist Partisi’nin önde gelen isimlerinden Hans Heinz Holz’un diyalektiğin tarihiyle ilgili birkaç ciltlik kitabını kütüphaneden alıp bakmıştım. Hayal kırıklığına uğradım; bilineni yeniden düzenleyip aktarıyordu. Marksist doğa felsefesinin 20. yüzyılda sergilediği gerilikten söz etmiyordu.

Tekrar Ryle’a döneyim… Entelektüel faaliyetin amacı gerçeğe ulaşmaktır, diye bir belirlemesi var ve buradan iyi konu çıkar. Gerçeğe ulaşmak için önce gerçeğin ne olduğunun tarif edilmesi gerekiyor. Bu da epeyce karışık bir konu…

Yağmur hızını kesmeden sürüyor. Caddeleri sel götürmüyor, İstanbul’daki gibi sokaklarda yüzme yarışları yapılmıyor ama su birikintileri oluşuyor doğal olarak…

Yapılan bir araştırmaya göre Frankfurt Almanya’nın önde gelen yeşil kentlerinden birisiymiş. Toprak çok ve suyu emiyor. Başka türlü hiçbir kanazilasyon sistemi bu kadar yağmuru kaldırmaz.

Bu kadar yazdıktan sonra nihayet Ryle’ın tezleri konusunda kafa yormaya daha açık duruma gelebildim. Böyle zamanlarda Türkçe yazmak iyi oluyor, daha hızlı düşünebiliyorsunuz. Almanca konuyu Almanca düşünmek gibi bir alışkanlık oluştu ama normalden daha fazla yoruluyorsunuz.

Önümüzdeki dönem Kant felsefesine giriş dersini alacağım. İşe bakın ki Almanya’nın önde gelen Kant uzmanı profesörü de buradaki üniversitede bulunuyor. Zaten dersi de o veriyor.

Kant’ı biraz okuyan, Marx’ın neden iyi bir sosyolog, ekonomi bilimcisi, politik bilimci olduğunu ama hiç de önde gelen bir felsefeci olmadığını, Alman felsefe geleneğinde de böyle değerlendirildiğini anlar. Kant, Hegel, Feuerbach ve daha sonra Nietzsche’nin yanında felsefeci olarak Marx zayıf kalıyor. Felsefeci yanı da var ama büyük bir felsefeci değil; büyüklüğü başka alanlarda…

Geçen gün Lenins Zug (Lenin’in Treni) kitabını aldım. Geçen yıl İngiliz tarihçi bir kadın yazmış. Hakkındaki bilgi notlarına bakıyorum; doktorasını Stalin döneminde komünist partisi konusunda ve Moskova’da yapmış… Ciddiyet böyle oluyor!

Kitabın konusu 1917 yılı baharında Lenin’in Çarlık Rusyasıyla savaş halinde olan Almanya’nın kendisine tahsis ettiği bir vagonla Zürih’ten Petograd’a gitmesidir. Kitabı açar açmaz şaşırdım. Trenin güzergahı gösteriliyordu ve tahmin ettiğimden bambaşka bir yoldan gitmişti. İsviçre’den Almanya’ya giriyor tren, Stuttgart-Frankfurt-Berlin üzerinden kuzey sınırından –feribotla olsa gerek- Danimarka’ya geçiyor. Malmö üzerinden İsveç’e geçiyor, Stockholm ve ardından Finlandiya’ya girip kuzeyden güneye inerek Petograd’ın Finlandiya Garı’na ulaşıyor. Epeyce uzun bir yol, demek ki savaş nedeniyle Polonya üzerinden çok daha kısa olan yol tercih edilmemiş.

Okuyacağım da bir yayınevi Türkçeye çevirse ne kadar iyi olur.

Lenin kafasında büyük planlarla Rusya’ya gidiyordu ama plan kurmak bir şeydir, gerçekleştirmek başka bir şey… Alman yönetimi savaşa karşı çıkan Bolşeviklerin güçlenmesini ve bu yolla da Çarlık Rusyası’nın zayıflamasını hedefliyordu. Bu bakımdan Ekim devriminde Almanların ciddi rolü vardır.

Hiç istemezlerdi ama planlananla gerçekleşen birbirini tutmayabiliyor. .

Türkiye’nin Suriye’deki merkezi yönetimi zayıflatmak için harcadığı büyük çabanın Rojava’nın ortaya çıkmasını kolaylaştırması gibi… Merkezi yönetim zayıflamasaydı ortaya çıkamazlardı.

Sesler azaldı, yağmur hafifliyor ve sıcaklık en fazla 10 derece…

Hiç şikayetçi değilim…