Şuanda 383 konuk çevrimiçi
BugünBugün1934
DünDün6244
Bu haftaBu hafta15902
Bu ayBu ay15902
ToplamToplam10484326
KİTAPLAR... PDF Yazdır e-Posta


Bugün Frankfurt Kitap Fuarı’na gittim. Önceden yerini öğrendiğim birkaç yayınevini dolaştım, ısmarlamak istediğim kitaplar vardı, o işi hallettim. Kitap satın almak konusunda kendimi frenlemem gerektiğini biliyorum, yaptım da, ama arada ipin ucu biraz kaçtı yine… Suhrkamp’tan 13 kitap ısmarladım. Neredeyse yarı fiyatına alıyorum ya, insanın gözü doymuyor tabii… Pahalı bir kitabı ısmarlamasam da olurdu ama adamı severim, bu nedenle Napoleon’un biyografisini de ısmarladım. Bir de Campus Yayınevi’nden üç kitap var, o kadar… Birkaç yayınevine baktım, birkaç kitaba içim gitti ama “yürü, burada durma” dedim kendime ve yürüdüm.

Bu kez birisiyle buluşacağım için Türkiye standında fazla kaldım. Diğer yıllar bakar geçerdim, tanıdık varsa biraz konuşurduk, o kadar…

Yıllardır değişen bir şey yok; cılız bir stand, sanki memleketin kültürel durumunu gösteriyor… İstanbul Ticaret Odası’nın yanı sıra bu kez Zeytinburnu Belediyesi’ni de gördüm katılanlar arasında… “Frankfurt Kitap Fuarı’nda bunlar ne yapıyor?” diye sormanın anlamı yok, memleket öyle bir durumda ki, her şey normal karşılanabilir.

Che Guevara kitabı çıktı. Bana ulaşması biraz zaman alır tabii, önümüzdeki günlerde Facebook’ta kapağını paylaşırım.

Bundan sonra sırada olanın konusunu söylemiştim: alt emperyalizm. 17 yıl önce yazdığım aynı konudaki ilk kitabın farklı bir dönemdeki devamı gibi olacak… Türkiye’nin dış politikasıyla ilgili yorumları okuduğum zaman böyle bir kitabın gerekliliğine daha fazla ikna oluyorum. Çok sayıda yazara göre AKP’nin dış politikası batmış durumda… Bölgede etkinliği kalmamış, piyon durumunda…

AKP bölgedeki planlarını gerçekleştiremedi ama epeyce iş de yaptı. İnsanlar yanlış olarak değerlendirmelerini sadece AKP’nin planlarına göre yapıyorlar. Şam’daki Emevi Camisi’nde namaz kılamadılar ama Suriye’yi politik bir aktör olarak devreden çıkardılar. Şimdi bu ülkeyi fazla zayıflattıklarını düşünüyorlar ve biraz güçlenmesi için çalışıyorlar. Yakında Batı Kürdistan Kürtlerine karşı işbirliği yapmalarını bekliyorum.

Rojava’nın ortaya çıkmasının nedenlerinden bir tanesi de Türkiye’nin tutumudur. Suriye merkezi yönetimi bu kadar zayıflamasaydı, Rojava olmazdı. Şimdi “kardeşim Esat” günlerine dönülmez belki ama Ankara ile Şam arasındaki ilişkinin düzeleceği görülebiliyor. Ortak hedef de Kürtler olacak…

Bu gelişmenin ardından “Hani Esad’ı devirecektin, ne oldu?” diye sormak pek akıllıca olmaz. Unutmayın dünyanın en iyi dansözleri Ortadoğu’dan çıkar. Sürekli kıvırmak Ortadoğu’da politikanın ayrılmaz parçasıdır.

İsrail, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü zayıflatmak için bir dönem Hamas’ı destekledi; ardından güçlenmesine neden olduğu örgütle savaştı. Şimdi Hamas ile FKÖ arasında görüşmeler yapılıyor. Yılların düşman kardeşleri birliktelik için görüşüyorlar.

Ankara ile Şam neden görüşmesin? Hele de düşman ortak olunca…

AKP Suriye’de istediğini yapamadı ama bu ülkede kalıcı yer edindi. Ülke içinde askeri üssü bulunuyor, çok sayıda sivil elemanı da cabası… Ek olarak Türkiye’de üç milyon kadar Suriyeli bulunuyor ve bunların büyük bölümü geri dönmeyecektir. Bu insanların Suriye’de akrabaları var, ilişkileri bulunuyor. Bunun sonuçlarından bir tanesi Türkiye’nin Suriye’de içsel bir olgu haline gelmesidir. Bazı yazarlar bunu görmeyebilir ama AKP’nin bunu iyi gördüğüne eminim.

Yapılan analizlerin psikolojisini de anlamak gerek… Büyük olmanın iki yolu vardır: kendiniz büyürsünüz ya da karşı tarafı küçültürsünüz… Böylece aranızdaki güç farkı azalmış olur. AKP’yi “piyondan başka şey olmayan bir güç” olarak değerlendirdiğinizde, onu küçülterek aranızdaki güç farkını –kendinizce- azaltmış oluyorsunuz. Bu tür tahlilleri yapanlar kendilerini kesinlikle daha iyi hissediyorlardır. Öyle hissedince ne oluyor, orası da ayrı konu tabii…

Bu kitabın ardından 1968’i düşünüyorum ama olabileceğinden pek de emin değilim.

Konuyu biraz açayım…

Bizdeki 68 değerlendirmeleri “kurbağa gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanır” belirlemesine uygun düşüyor, çünkü sadece kendimize bakıyoruz. Kendindekinin ne olduğunu iyi anlamanın yolu, başka örneklerle karşılaştırmaktır. Bu yapılmadığı zaman Türkiye 68’i anlaşılamaz.

Bizdeki 68 birkaç ismi ön plana çıkardı, mücadelelerinin örnek alınmasına neden oldu ama toplumda kalıcı kültürel değişim gerçekleştiremedi.

Almanya 68’i ise bunu başardı.

Türkiye ve Almanya 1960’lı yıllarda –ve şimdi de- oldukça farklı iki ülke olmakla birlikte aralarında önemli paralellikler bulunuyor. İkisi de Soğuk Savaş’ın önemli iki ülkesiydi. Türkiye’nin SSCB ile uzun sınırı vardı. Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC) ile Demokratik Almanya Cumhuriyeti arasındaki mücadele ise Avrupa’da kapitalizmle sosyalizmin en sert mücadelesiydi.

Bunun dışında iki ülke 68’i hayli farklıdır. Bizdeki geçmişi yüceltti (ilk milli kurtuluş savaşı ve eksikleriyle de olsa Mustafa Kemal), FAC’deki ise geçmişi –Nazi geçmiş- reddetti. Reddetmekle kalmadı, alternatif üretti. Anti otoriter eğitim istenildiği kadar hayata geçirilemedi ama Almanya’da eğitimin yapısını ciddi olarak değiştirdi.

Karşılaştırılabilecek başka yönler de bulunuyor.

Önemli nokta şudur: bizde yaşanılan ciddi zayıflıkları olan bir 68 hareketidir. İsimler ve onların mücadelesi dışında kalıcılığı olmadı.

Bakalım artık…

Ne zaman olur bilemem ama Türkiye ile ilgili şiddet, kimlik sorunu ve Frantz Fanon konusunu yazmak için büyük bir istek duyuyorum. Fanon ile ilgili geniş bir inceleme (60 sayfa kadar) zaten hazır. Buna Afrika’da 1960’lardaki kurtuluş mücadelelerinin iki isminin görüşlerini de eklemek gerek: Amilcar Cabral ve Nkrumah. Bu insanlar sömürgeciliğin sadece toprak işgali olmadığını, sömürgeleşen beyinleri anlatırlar.

Fanon’un muhteşem bir belirlemesi vardır: Naziler İkinci Dünya Savaşı’nda Fransız toprağını işgal ettiler. Fransızlar ise sadece Cezayir toprağını değil, bu ülkenin dilini ve kültürünü de işgal ettiler.

Bunu bire bir bize uygulayamazsınız, tarih farklıdır ama Fanon’daki ezilmiş kimliğe yaklaşım bazı değişikliklerle bizdeki şiddet toplumuna pekala uygulanabilir.

Bakalım artık diyeceğim…

Yirmi yıl kadar önce şimdi hatırlamadığım bir nedenle Marburg Üniversitesi’ne gitmiştim. Büyük bir hayretle bir ders duyurusunu okumuştum: Devletlerin çöküş teorisi. Böyle bir teori olabilir mi diye kendime sormuştum. Konu SSCB’nin dağılmasıyla ilgiliydi.

Daha sonra bu konuda çok okudum ve yazdım.

SSCB tarihini anlamak isteyen kişi üç ismi iyi okumak zorundadır: Lenin, Stalin ve Brejnev. Brejnev 1964-1982 arasında SBKP Genel Sekreteri’dir ve 1985’de Genel Sekreter olan Gorbaçov döneminde durdurulamaz hızda gelişen dağılmayı anlamak isteyen, Brejnev dönemini bilmek zorundadır.

Geçen gün kitapçıları dolaşırken yeni yayınlanmış 650 sayfalık Brejnev biyografisini gördüm. Almamak mümkün değil tabii…

Ekim devriminin 100. yılı nedeniyle yayınlanan çok kitap var ama bunlar açıklayıcı değiller. Esas ilgilenilmesi gereken devrim nasıl oldu, hızlı sanayileşme nasıl gerçekleşti değildir. Sonra ne oldu ve 1985’e nasıl gelindi? Bu konuda epeyce bilgim var ve yazdım da… Brejnev kitabı bu nedenle hiç bilmediğim şeylerden söz edemez ama bu dönemle ilgili yine de bilgi boşluğu bulunuyor.

Ömür biter kitaplar bitmez, bu iş böyle…