Şuanda 170 konuk çevrimiçi
BugünBugün1830
DünDün6244
Bu haftaBu hafta15798
Bu ayBu ay15798
ToplamToplam10484222
Sosyalizasyon ve insan hayatı PDF Yazdır e-Posta


Sosyalizasyon kaba hatlarıyla birinci ve ikinci olmak üzere ikiye ayrılabilir. İlki aile sosyalizasyonudur, ikincisi okul ve arkadaş çevresini içerir. İkinci sosyalizasyonun da farklı aşamaları bulunur.

İnsanların büyük çoğunluğu ilk sosyalizasyonu yaşar denilebilir. Toplumda o dönemde hakim olan değerler aile aracılığıyla bebeklikten başlayarak çocuğa aktarılır. Değerlerin içselleştirilmesi bilinçsiz gerçekleşir. Bebeklikten başlanarak bunlar alınır, karşı konulması ya da sorgulanması o yaşlarda mümkün değildir.

Bu değerler gelecekte –belki- sorgulanır ve bir oranda değiştirilir.

Kişi hangi çevrede doğacağını kendisi seçmediği gibi yaşadığı ilk sosyalizasyonu ve hatta ikinci sosyalizasyonun bir bölümünü de kendisi seçmez. İçselleştirdiği değerler hayatı boyunca ona eşlik edecek, değişik nedenlerle değiştirmek istedikleri konusunda da zorlanacaktır.

Birkaç örnek vereyim:

1980 sonrasında Kaktüs isimli bir kadın dergisi çıkıyordu. Yeni her yayına meraklı olduğum için alır bakarım. Daha önce de şimdi adını hatırlamadığım bir gazetede kadın özgürlüğüyle ilgili yazılar yayınlanırdı, bu çevre daha sonra Kaktüs’e yönelecekti. Garip gelebilir ama dergiyi okuduğumda anlamıyordum. Kadınların neden feminizme ihtiyacı var sorusuna cevabım yoktu. Olmaması gerekirdi…

Bu düşünce çocukluğun yaşandığı çevreden kaynaklanıyordu. 1950’li ve 1960’lı yılların ilk yarısında annem dahil bildiğim kadınların yüzde 80’i çalışıyordu. Ezilme gibi bir durumları yoktu ya da en azından o yaşlarda görebileceğim derecede yoktu. Genellikle lise öğretmeniydiler ve toplumsal durumları iyiydi.

Bu kadınlardan bazıları –mesela annem- açık olarak feminizme karşıydı. Karşı olmaktan öteye kızıyordu. Bir telefon konuşmasında Kaktüs dergisinden söz etmiş ve kızgınlığını şöyle anlatmıştı: “Ne istiyor bu feministler? Erkeklerle eşit olmak! Biz o kadar düştük mü?”

Lise mezunu erkeğin zor bulunduğu 1940’lı yıllarda üniversite bitiren kadınlarda bu düşünce normal sayılabilir tabii…

Sonraki yıllarda kadınların durumunu daha iyi anlamam mümkün oldu. Haklı gördüm ama destek olmadım. Bu onların işi, erkeklerin yeterince kendi sorunları bulunuyor.

Değişik yerlerde hayretle karşılanan bir davranış tarzım vardır; ev işi yaparım. Gittiğim yerde yemek yediysek sofrayı toplamaya yardım ederim ama genellikle “elleme sen” denilerek yerime oturtulurum.

Bu ilk sosyalizasyondan gelen bir özellik, sonradan öğrenmedim. ODTÜ’ye gittiğim yıllarda sabah 6’da kalkar, kendime kahvaltı hazırlar ve uzaktaki üniversiteye giderdim. Her işinizi kendiniz yapabiliyorsanız bunun kazandırdığı başına buyrukluk duygusu müthiş bir şeydir.

Yıl 1983, Suriye’de bir kamptayız. TKEP’in üçüncü kongresi var. Akşam yemeği yendi, gece oldu, herkes gruplar halinde hararetli tartışıyor. Hangi nedenle hatırlamıyorum yolum mutfağa düştü. Bulaşık yığınının yüksekliği boyumdan uzun ve bir kadın bunları yıkamaya çalışıyor. Yardım ettim. Bir saat kadar sonra kadın hayretle, “Senin elin bu işe yatkın!” diyecekti.

Buradan hareketle “kadın hakları” söylemine girmedim. Onlar kendi haklarını savunsunlar. Konunun diğer yönü daha da önemli; sosyalistlerin büyük çoğunluğu başka bir sosyal çevreden gelir. Bu çevrede kadın –anneleri ve kızkardeşleri- bütün günlük işleri yapar. Doğdukları günden beri böyle görmüşler ve buna alışmışlardır. Teorik olarak anlatıldığında hak verirler, böyle olmaması gerektiğini söylerler ama kısa sürede unuturlar. Bu onların sosyalizasyonundan gelen bir özelliktir, çocukluktan beri böyle görmüşlerdir.

Böyle bir çevrede büyümüş olsaydım bende de herhalde aynısı olurdu.

Kadınlara yönelik herhangi bir önyargısı bulunmayan erkeklerde bile bazı özellikler çocukluktan yerleşiyor. İlker (Akman) ile 1974’te tanıştık. Küçükesat’ta kaldığı eve birkaç kere erken gittim, yeni kalkmış olurdu ve kahvaltı yapmazdı. Birkaç kere sordum, boşver gibisinden bir işaret yapmıştı. Sonra anladım; birisinin hazırlaması gerek… Balıkesir’deki evde anne çalışmıyor, kızkardeş ise çalışmasına rağmen aynı şekilde yetiştirilmiş… Erkek kardeşlerin bütün işleri yapılıyor.

Ben de böyle bir çevrede büyüsem aynı alışkanlıklara sahip olurdum. Eleştiri gelirse hak verirdim ama yapmakta zorlanırdım. Çocukluktan beri böyle alışınca zor tabii…

1970’li yıllarda gittiğim yerlerde doğal bir davranış olarak ev işine yardımcı olduğumda büyük bir hayretle bakılmasına şaşırırdım. Sonra anladım ki benimki anormal, onların hayreti normalmiş.

Buradan hareketle şunu belirtebilirim: devrimci erkeklerle ilgili uzun şikayetlerle ilgilenmedim. Eleştiri yapanlar haklılar ama bu erkekler ayrıcalıklı konumlarını öncelikle ailede ya da ilk sosyalizasyonda öğrendiler, bunu içselleştirdiler. İleri yaşlarda değişmeleri hayli zordur. Günlük hayatı paylaşmayı doğal bir durum gibi değil de görev icabı benimsemeleri bile büyük adım sayılır. İnsanın küçük yaşlarda içselleştirdiklerinden ileriki yaşlarda kurtulması imkansız değildir ama büyük çaba gerektirir.

Bir erkek toplumundan bundan çok farklı bir sosyalist hareket çıkmaz. Yansıma bire bir olmaz ama sonuçta bu insanlar bu toplumda sosyalize olduktan sonra devrimci harekete katılmışlar ve özelliklerini de birlikte getirmişlerdir. Değişmeleri gerektiğinin bilincine vardıktan sonra da epeyce çaba harcamaları gerekir.

Teorik olarak doğru olanı bilirsiniz ama pratikte yapmak genellikle aklınıza gelmez.

Alışkanlık tabii, kolay değil…

Son olarak bir olay anlatayım…

Bir eve gittik; büyük bir salonda yaklaşık 30 erkek var, herkes bir tarafta genellikle de yerde oturuyor. Kapı açılıyor, birkaç tepsi lahmacun geliyor. O bitiyor, çiğ köfte geliyor… Çaylar sürekli olarak geliyor. Mutfakta nasıl bir faaliyet olduğunu tahmin edebiliyorum. Birazdan bambaşka bir konuda konuşma yapacağım…

Daha sonra ortalığı toplamaya yardım etmek istesem bırakmazlar, biliyorum. Üstelik de kötü örnek filan olurum…

Bir de oturmam için başka yer göstermezler mi…

Yerim rahat aslında ama oturduğum yerde küçük görünüyormuşum…

Ne söylenir bu durumda…