Şuanda 262 konuk çevrimiçi
BugünBugün1872
DünDün6244
Bu haftaBu hafta15840
Bu ayBu ay15840
ToplamToplam10484264
Yeni kavramlar neler olabilir? PDF Yazdır e-Posta


 

 

Bu yazı “Geleceğe Dönüş” kitabında savunduğum görüşlerin ek yapılmış özetidir denilebilir. Öncelikle genel geçer kabul edilen bazı belirlemelere karşı çıkmak gerekir.

Birincisi: Marx-Engels’in dünya devrimi anlayışıdır. Burada “dünya” denildiğinde neresi kastedilmektedir? Soru önemlidir çünkü “dünya” belirlemesi zamana göre değişir. Shekaespare’nin milattan önce bir zamanı konu alan Sezar ve Cleopatra yapıtında Roma ile Mısır arasındaki savaşa “dünya savaşı” denir ki, doğrudur. O zamanki dünyanın merkezi Akdeniz’dir ve bu alanın iki büyük gücü arasındaki savaş da dünya savaşı olarak adlandırılabilir. Afrika’nın içleri, Amerika kıtası, Uzak Doğu’nun bazı bölgeleri henüz bilinmemektedir.

Marx-Engels için o zamanın “dünya”sı, İngiltere, Almanya, Fransa ve bunların çevresindeki ülkelerdir; kısaca Batı ve Orta Avrupadır denilebilir. İddiaya göre bu ülkelerde tek ülkeyle sınırlı kalmayacak olan devrimle insanlık sosyalizme geçecektir.

Bu belirleme epeyce sorunludur çünkü bu alanda insanlığın onda biri bile yaşamamaktadır. Dünyanın büyük iki sömürgeci gücü, İngiltere ve Fransa, insanlığın en az yarısını sömürgelerinde barındırmaktadır. Metropollerde devrim olunca bu sömürgeler de kurtulmuş olacaktır ama bir bölümü daha feodalizmi bile yaşamamış buradaki insanların sosyalizme yöneleceği neye dayanılarak savunulmaktadır?

Marx-Engels’in devrim anlayışı insanlığın küçük bir bölümünü kapsadığı gibi önemli kendiliğindenci motiflere de sahiptir. İnsanlığın büyük bölümü sömürgecilikten kurtulsa bile bu onun sosyalizme yöneleceği anlamına gelmez.

İkincisi: Marx-Engels’in sosyalizm anlayışında, sosyalizmin güçlü bir kapitalizmle birlikte yaşaması söz konusu değildir. Sosyalizm tektir, rakipsizdir.

Sosyalizm 20. yüzyıldaki tarihi boyunca güçlü bir kapitalizmle birlikte yaşamak zorunda kaldı. İki sistemin birbirlerinin iç dinamiklerini etkilemesi kaçınılmaz olarak söz konusudur.

Buradan çıkan sonuç; Marx-Engels’teki sosyalizm-komünizm ilişkisinin, sosyalizmin özelliklerinin ancak rakipsizlik durumunda geçerli olabileceğidir. İhtimalli bir cümle kurdum çünkü uygulanamadıkları için sosyalizm rakipsiz olsaydı bile onların belirlediği gibi mi olurdu, bilinemez. Ama her durumda güçlü bir kapitalizmle birlikte yaşamak zorunda kalan sosyalizmin iç işleyişi ve gelişme yasaları, rakipsiz olması durumundan değişik olacaktır.

1970’lerin başlarında bunu ilk kez, aynen bu şekilde olmasa bile, Demokratik Almanya Cumhuriyeti Sosyalist Birlik Partisi Genel Sekreteri Walter Ulbricht belirtmişti ve marksizmden saptığı için eleştirilmişti. O sadece sosyalizmin ayrı bir toplumsal-ekonomik sistem olarak düşünülmesi gerektiğini belirtmişti.

Reel sosyalist toplumları Marx-Engels’in belirlemelerine göre eleştirmek anlamsızdır çünkü Marx-Engels’in sosyalist toplumla ilgili saptamaları sosyalizmin rakipsiz olacağı varsayımı üzerinde formüle edilmiştir.

Dolayısıyla karşımızdaki soru şudur: bundan sonra da ister tek ülkede ister bölgesel olarak gerçekleşsin, güçlü bir kapitalizmle birlikte yaşamak zorunda kalacak olan yaşayabilir bir  sosyalist toplum nasıl  gerçekleştirilebilir?

Üçüncüsü: 20. yüzyıl pratiği bize bu işi işçilerin yapamayacağını gösterdi. Bırakın sosyalizmi, sosyalist devrimi bile köylülerle birlikte yaptılar. Kitapta Ekim devrimini buna örnek olarak verdim. Petograd ve Moskova’da sosyalist devrim işçiler ve asker elbisesi içindeki köylüler tarafından yapıldı.

Çin’de demokratik ve sosyalist devrimleri yapan köylülerdir, işçilerin rolü yok denilecek kadar azdır.

Küba devriminde aydınlar, küçük köylüler belirleyicidir; işçilerin katılımı daha sonra gelir.

Buradan sosyalizmin ancak işçiler (tarım işçileri dahil) yoksul ve küçük köylülük ile ilerici aydınlar ve kent küçük üreticiliği ittifakı temelinde kurulabileceği sonucu çıkar. Bu kesimler sadece ittifak gücü değil, iktidar ortağı olmalıdır. Kır ve kent küçük üreticiliği sosyalizmde iktidarda bulunan güçlerden birisi olmalıdır.

Burada, dikkat ederseniz, küçük burjuvazi terimini kullanmıyorum. Bu terimin tarihsel olarak artık geçerli olmadığını düşünüyorum. 500 uluslararası tekelin dünyayı paylaştığı bir dönemde küçük burjuvazi değil küçük üreticilik vardır. Küçük burjuvazi, adı üzerinde burjuva olmayı hedefleyen –ve bir bölümü de olabilecek- kesimi ifade eder. Böyle bir şans artık yoktur ya da yok denilebilecek kadar azdır.

Dördüncüsü: Lenin döneminde sosyalizmde küçük burjuvazinin zamanla burjuvalaşabileceği düşünülürdü. Sosyalizmin 20. yüzyıl tarihi tersini gösterdi. Tarımda küçük üreticiliğe izin verilen ülkelerde –mesela Macaristan- burjuvazi bu kesimin büyümesiyle ortaya çıkmadı, komünist partisinden çıktı.

Reel sosyalist ülkelerde burjuvazinin komünist partilerinden çıktığı gerçeği önce inkar edildi ama artık mümkün değildir. Marksist-Leninistlerden bunun nasıl gerçekleştiği konusunda açıklama bekliyoruz ve herhalde daha çok bekleyeceğiz.

Beşincisi: Marksist sosyalizm anlayışı insanı tıpkı kapitalizmde olduğu gibi tüketim temelinde tanımlar. Kapitalizmle olan farklılık üretim araçlarının kolektif mülkiyetinde ve eşit bir toplumda kendisini gösterir. İnsanın sürekli daha fazla, eşit ve daha iyi tüketmesini sağlamak sosyalizmin önde gelen hedefidir. Bunu komünizm anlayışında görmek de mümkündür. Komünizm herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar ilkesine ulaşılmasıdır. Ne ki, ihtiyaç bitmez; bir ihtiyaç biter, başkaları başlar. Bu anlamda komünizm sınırsız bir tüketim toplumudur denilebilir. Sınırsız tüketim, sınırsız üretim demektir ve bunu da dünya kaldırmaz; bu işin bir yanıdır. Önemli ikinci yanı ise, bu anlayışın sonuçta kapitalizmde sahip olunandan farklı olmadığıdır. Kapitalizm de sürekli olarak insanları tüketim temelinde tanımlar.

Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DAC) tarihi bu konuda aydınlatıcıdır. Birleşmiş Milletler’e göre bu ülke 1980’li yıllarda dünyanın 10. gelişmiş ülkesiydi, Yunanistan’dan daha fazla gelişmişti ama halkı ilgilendiren bu değildi; Batı’daki diğer Almanya’daki insanlara göre daha az tüketiyor olmalarıydı.  DAC televizyonları Batı Almanya televizyonlarını çekiyordu ve orada çıkan yeni bir araba modeli DAC’de hemen talep yaratıyordu ve tabii bulunmuyordu.

Son olarak: Güçlü bir kapitalizmle birlikte yaşayan ve tüketimde eşitliği temel alan sosyalist bir anlayışın varacağı yer kapitalizmdir. 20. yüzyılda yaşanılan deney bunu yeterince gösterdi. Sadece SSCB ile Doğu ve Orta Avrupa’nın sosyalist ülkelerinde değil, Çin Halk Cumhuriyeti’nde (ÇHC) de gösterdi. ÇHC’de komünist partisinin yönetici durumda olması bu ülkenin sosyalist olduğu anlamına gelmez. Milyonerlerin de KP’ye üye olabildiği, büyük eşitsizliğin yaşandığı bu ülke sosyalist ise, o zaman kapitalizm nedir diye sormak gerekir.

Arnavutluk hakkında konuşmasak daha iyi olur.

On yıl kadar önce sosyalizm ve komünizm gibi kavramların kirlendiğini, kullanılmamaları gerektiğini, bunların yerine anti-kapitalizmin daha uygun olacağını savundum. O zamandan beri bu kavram biraz yaygınlaştı.

Unutmayalım, komünistler 20. yüzyıl başında sosyal demokrat adını kullanırdı. Bütün sosyal demokrat partiler Birinci Dünya Savaşı’nda kendi burjuvazilerini destekleyince, Lenin bu ismin kirlendiğini ve kullanılmaması gerektiğini savunmuştu.

1989-1991’de sosyalizmin yaşadığı rezalet 20. yüzyıl başındakini geride bıraktı. Komünist partilerinden çıkan burjuvaziler, daha ne olsun!

Küba’da neden böyle olmadığını Che Guevara-Kısa Uzun Bir Hayat kitabında açıkladım. Küba’da tüketimden daha fazla devrim öncesinden gelen kültürel birikim önemlidir.

Yazıyı Teslim Töre’nin bir toplantıda söyledikleriyle bitirmek istiyorum: “Geleceğe Dönüş önemli bir kitap, ama devamını getirmelisin. Aynı belirlemeyi birkaç kişi daha yapmıştı.

Ne demek, devamını getirmek?

Bundan sonra da güçlü bir kapitalizmle birlikte yaşamak zorunda olacağı ortada olan yaşayabilir bir sosyalizm nasıl kurulabilir? Hangi özelliklere sahip olacaktır? Bunların açıklanması bekleniyor.

Kitap ağırlıkla “neyin olmaması gerektiği” temelinde yazılmıştır. Ne olmalıdır konusu yok değildir ama geri plandadır.

Ne olmalıdır konusu ancak dünyanın değişik yerlerinde yaşanılan kapitalizme alternatif hareketlerin üretimi incelenerek anlaşılabilir. Tabii genelleme yaparken dikkatli olmak gerekir. Marx, sonuçta önemli bir kentte dünya geneline göre küçük bir insan kitlesinin katıldığı Paris Komünü’nden büyük dersler çıkardı. Burada doğa bilimi anlayışını toplum bilimine uygulama örneğini açık olarak görebiliriz. Doğa biliminde tek örnek her yerde geçerlidir ama toplum biliminde böyle değildir. Genelleme yarken dikkatli olmak gerekir.

Dünya genelinde bakıldığında kapitalizme karşı oldukları söyleyen ve alternatif bir toplum kurmaya çalışan iki örnek bulunuyor: Zapatistalar ve Rojava. Bunların dışında işgal hareketleri, ATTAC gibi çok sayıda eylemci grup örneği bulunuyor. Aslında her taraf kaynıyor ve hepsini bildiğimi de iddia edecek değilim. Mesela Arjantin’de bölgenin yerlilerinden olan ve sömürgeciliğe karşı uzun mücadeleleriyle tanınan Mapucheler var. Karakol basıyorlar, işgal eylemleri yapıyorlar ve alınan topraklarını geri istiyorlar.

Son derece hareketli bir dünyadayız, somut sonuçlar az olmakla birlikte her tarafta mücadele var. Şimdilik herkes kendi anlayışı doğrultusunda hareket ediyor.

Bakalım biz ne yaparız?

Pratiği ihmal etmeden teoride daha fazla açıklığa kavuşmamız gerekiyor.