Şuanda 196 konuk çevrimiçi
BugünBugün967
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14935
Bu ayBu ay14935
ToplamToplam10483359
Erdoğan ne yapmak istiyor? PDF Yazdır e-Posta


Soru kişiselmiş gibi görünüyor ama değil… Erdoğan iktidardaki bloğun ön plandaki ismidir ve arkada AKP-MHP’den açık ve gizli devletin önemli kesimine uzanan geniş bir güç bulunmaktadır.

Bu yazıda rejimin niteliğiyle ilgili herhangi bir belirlemeye girmeyeceğim ve bu konuda yapılan tartışmaları da anlamlı bulmuyorum. Fazlasıyla genel konuşulunca varılan sonuçların da anlamı bulunmuyor. Örnekleyecek olursam: diyelim ki rejime faşist ya da islamcı faşist dediniz. Bu belirleme fazlasıyla geneldir ve hiç açıklayıcı değildir. Nasıl bir faşizm? Almanya-İtalya-İspanya faşizmleri birbirine benzemezdi ve ayrı olarak analiz edilmeleri gerekirdi. Latin Amerika ülkelerindeki faşizmler de bunlardan farklıdır.

Sömürge tipi faşizm belirlemesi boş laftan ibarettir. Bu belirlemeyi yapanlar bu ülkeyi hala sömürge sanıyorlar anlaşılan…

Hangi belirlemeyi yaparsanız yapın somutlamak zorundasınız. Hangi sınıflara dayanıyor, nasıl işliyor, hedefleri nedir; bunlar açıklanmadan faşizm veya değildir demenin anlamı yoktur.

Mesela 12 Eylül faşizmi –faşist diyenler için belirtiyorum- 3. Enternasyonal’in faşizm tanımına uymaz. İkinci Dünya Savaşı sırasında yapılan bu tanıma göre tekelci burjuvazi faşist ve faşist olmayan olarak ikiye ayrılır. Böyle bir tanım o yıllarda zorunluluktu. Hem Almanya ve İtalya hem de bunların karşı cephesi İngiltere-Fransa ve ABD faşist olamazdı.

O yıllar çoktan geride kalmakla birlikte yapılan o tanımın tekrarlanması sürdü. 12 Eylül faşizmi bu tanıma uymaz çünkü tekelci burjuvazinin bir bölümü değil tamamı darbeyi desteklemişti. Ülkedeki rejimin karakteri saptanırken tarihsel analiz zorunludur. Bu aynı zamanda işleyiş tarzını ve hedefleri de açıklamak demektir. Bu konuda kafanız açık olmazsa genel belirlemelerle bir yere varamazsınız.

Bugünle ilgili üç belirleme yapacağım.

Birincisi: bizde devlet sadece burjuvazinin değişik fraksiyonları arasında değil, devrimcilerle burjuvazi arasında da önemli bir savaş alanıdır.

Nasıl olur, diye sorabilirsiniz. Devleti yıkmak gibi bir amacı olan devrimciler bunu o devletin değişik bileşenlerini ele geçirerek hızlandırmaya çalışırlar.

Devlet kurumları değişik sosyal güçlerin sürekli kavga alanıdır. Sadece burjuvazinin değişik fraksiyonları değil işçiler, memurlar, köylüler de bu kavganın aktörleri arasındadır.

Bu görüş ilk kez 1960’lı yıllarda Poulantzas tarafından ifade edilir. Almancada Staatstheorie (Devlet Teorisi) olarak yayınlanan bu önemli kitap bildiğim kadarıyla tamamıyla Türkçeye çevrilmedi. En az üçte ikisi satır satır okunması gereken çok önemli bir kitaptır. Kendisini marksist olarak tanımlayan Poulantzas devleti Marx-Engels-Lenin’deki gibi tanımlamaz. Onun tanımına göre devlet insanlar arasında bir ilişki biçimidir. Devlet kurumları da sürekli kavga alanıdır.

Tarihimiz bunun örnekleriyle doludur.

1960’lı yıllarda ordunun bir bölümü devrimcilere büyük sempati besliyordu. THKP-C iddianamesindeki yargılanan subayların sayısına bakarsanız bunu görebilirsiniz.

Devletin önemli bileşenlerinden birisi olan eğitimde devrimciler etkindi. TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) bir günlük öğretmen boykotu yapmıştı.

12 Mart darbesinin uygulamalarından bir tanesi de devlet içindeki sol görüşlüleri temizlemek olmuştu.

1970’li yıllarda sol bu kez daha etkin olarak devlet kurumlarında yer aldı.

Polis teşkilatı POL-DER ve POL-BİR olarak bölünmüştü. Adana Emniyet Müdürü –adını yanlış hatırlamıyorsam Cevat Yurdakul- MHP’liler tarafından öldürülünce bir bölüm polis Adana’daki MHP binasını kurşunlamıştı.

TÖB-DER öğretmenler arasında etkindi. Mimar ve mühendis odalarında sol görüşlüler hakimdi.

Belediyelerde de solun önemli etkinliği bulunuyordu.

12 Eylül bu kez daha geniş bir temizlik yaparak devlet kurumlarını arındırdı.

Erdoğan ve AKP’nin yaptığı bu temizliğin daha geniş bir uygulamasıdır. Sadece burjuvazinin bir fraksiyonu olan Fettullahçıları değil, kendilerinden olmayan hemen herkesi tasfiyeye yöneliyorlar. Devlet bir kere daha temizleniyor.

Bizde devletin “temiz” kalamamak gibi bir özelliği vardır. Bu toplumda devlet ekonomide ve toplumsal hayatta önemli yere sahiptir. Sürekli olarak içine sızılır, sürekli temizlik yapılır.

Bakmayın büyük temizlik yapıldığına, devleti “temiz” tutamayacaklar…

Ülkedeki yapının bu denli merkezileştirilmesinin önemli nedenlerinden birisi de devletin olabildiğince “temiz” tutulmasıdır ama yapamayacaklar. En başta her tarafı doldurabilecek kadroları bulunmuyor.

İkincisi: AKP silahlı sivil toplum örgütlenmesine yöneldi. Sivil toplum yekpare bir bütün değildir, farklı kesimleri bulunur (Bu konuda Gramsci’nin okunması iyi bir başlangıçtır.) AKP iktidara geldiğinden beri –askeri vesayeti kaldırmak görünümü altında- polisi ordulaştırmaya çalıştı. Silahlı sivil toplum örgütlenmesi de polisin üniformasız kesimidir denilebilir.

Üçüncüsü: önümüzdeki dönemdeki temel hedefleri kültürel değişikliktir. Esas olarak baskı ve korkuyla bu iş yürümez, bunu kendileri de biliyor. İslamcı ve milliyetçi kültürel bir temeli bugüne kadar istedikleri oranda oluşturamadılar. Bu doğrultuda önemli adımlar attılar ama Erdoğan bile kültürel konuda ciddi eksikleri olduğunu ifade etti. Özellikle bu alana yükleneceklerini tahmin ediyorum.

Yapabilselerdi sol ya da solumsu aydınları satın almaya yönelirlerdi. Mutlaka denemişlerdir ama çok zor… Atatürkçülüğü bayrak yapmış bir faşizm bu kesimden insan transfer edebilir ve geçmişte etmiştir de, ama bu insanların İslamcıların safına geçmesi çok zordur. Geçtiklerinde de komik oluyorlar ve etkileri kalmıyor.

Yazıyı çok uzatmadan bitirip gelecek yazıda Erdoğan ve AKP’nin yönetim tarzı üzerinde durmak istiyorum. Yönetim tarzının anlaşılması faşizm mi, değil mi tartışmasından çok daha önemlidir çünkü somuttur.

Minyatür bir örnek olarak yönetim tarzı konusunda bir gemi kaptanını inceleyelim…

Bir gemi bir limandan yük almıştır ve kaptan gemiyi başka bir limana götürecektir…

Ama iş bundan ibaret değildir…

Gemide mürettebat vardır, hepsinin değişik görevi bulunur, bu insanlar arasında düzenleme yapmak, çıkabilecek sorunları çözmek kaptanın işidir.

Kaptan denize dikkat etmek, fırtına çıkıp çıkmayacağını izlemek zorundadır.

Gemide yüke zarar verecek herhangi bir kazaya karşı –tankerlerde olduğu gibi- dikkatli olmak zorundadır.

Bunların hepsine birden yönetim tarzı deniliyor, Almancasıyla Gouvernemenalität. Fransızcadan gelen bir terimdir ve yönetme sanatını anlatır.

Yönetimde bizde olduğu gibi aşırı merkezileşme zayıflık göstergesidir. Gücü kendinizin ve yakından tanıdıklarınızın elinde toplamaya çalışıyorsanız, bu sizin başkalarına güvenemediğinizi gösterir. Başka bir deyişle her taraf düşman doludur.

Aşırı merkezileşmeye başvurmak zorunda kalan zayıflık, karşısında onu en azından zorlayabilecek bir güç varsa gerçekten zayıftır. Aksi durumda karşı tarafın zayıflığına umut bağlamamak gerekir…

Sürecek…