Şuanda 162 konuk çevrimiçi
BugünBugün945
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14913
Bu ayBu ay14913
ToplamToplam10483337
Çıkmaz bir sokak: aydınlanma PDF Yazdır e-Posta


Aydınlanma denilince akla gelen 200 yıldan daha eski olan Voltaire aydınlanmasıdır. Varolan her şeyin aklın süzgecinden geçirilmesi, başta din olmak üzere boş inançların etkinliğine bu bağlamda kiliseye karşı çıkmak, fikir özgürlüğü, bilime saygı ve sürekli öğrenmek…

Aydınlanmayı bugüne kadar uzatanlar da bulunmaktadır ve dönemimizde dinin artan etkinliğine karşı savunulmaktadır aydınlanma…

Bu yazıda iki görüş savunulacaktır: Voltaire aydınlanması geçmişte kalmıştır ya da aşılmıştır ve aydınlanmanın ilk tanımı da önemli oranda eksiktir.

Aklın egemenliğinin savunulması kendi başına anlam taşımıyor. Üretici güçlerin hızlı geliştirilmesinin, rasyonelliğin önemli sonuçlarından bir tanesi silahlanma ve savaş ise, diğeri de doğanın tahribidir. 200 yıldan fazla zaman önce ilerleme ve rasyonelliğin bu sonuçları görülemeyebilirdi ama pek de kısa olmayan bir zamandan beri bunları görmemek mümkün değildir.

Voltaire aydınlanmasının dine karşı yapabileceği bir şey uzun zamandan beri bulunmuyor. Bazı kapitalist ülkelerde dinin işlevi önemli oranda kaybolmuştur, mesela Hollanda’da ilgisizlik nedeniyle kapanan kiliseler vardır. Kiliseler konumlarını dinden aldıkları güçle değil, sosyal işler yaparak korumaya çalışmaktadır.

Din, Polonya gibi ülkelerde ulusal kimliğin ayrılmaz bileşeni durumundadır. Yıllarca Rusya ve Almanya’nın işgali altında kalmış Polonya’da Katolik olmak, Protestan Almanya’ya ve Ortodoks Rusya’ya karşı direnişin bileşenlerinden birisi olmuştur.

Bize göre bağnaz Müslümanlık olan bazı akımlar –mesela Selefilik- çok sayıda tahsilli kadın için kimlik sorunlarının önemli bir parçası olabilmektedir. (Kadın Cihatçılar başlıklı yazıda bunu açıklamıştım, devamını da yazacağım.)

Dine karşı mücadele fikir alanından çok politik ve sosyal alanda yürütülmek zorundadır. Bu özellikle de İslami akımlar için geçerlidir. Humeyni’nin “İslam politika demektir, bunu anlamayan hiçbir şey anlamamıştır” sözü yeterince açıktır.

Cumhuriyet tarihi bağlamında “Atatürk aydınlanmasından” söz etmek yanıltıcıdır. Ülkemiz hiçbir zaman batılı anlamda laik olmadı, din her zaman devlet denetiminde kaldı. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın devamı oldu. En yüksek dini otoriteler- Şeyhülislam veya Diyanet İşleri Başkanı, padişaha ya da hükümete bağlıdır. Dini kurumların kendi finansmanlarını sağlaması tarihimizde hiçbir zaman gerçekleşmedi. Yıllarca süren laik eğitim dinin geriletilmesi anlamına gelmedi, bunun böyle olmadığını da pratikte gördük.

Cumhuriyet projesinin ve bu bağlamda Atatürk aydınlanmasının iflası yeni değildir, ilk kez 1960’lı yılların ikinci yarısında görüldü. Türkiye’nin “çağdaş muasır medeniyet seviyesine ulaşamayacağı” açık olarak ortaya çıkınca, Türkiye 1968’inin asıl amacı da Cumhuriyet projesini sosyalist yoldan tamamlamaya yönelmek oldu. (68’den Ne Kaldı? kitabında bunu açıklamıştım.)

İmam Hatip okullarını kapatmakla ve başörtüsünü yasaklamakla dini düşüncenin etkinliğine karşı mücadele yürütülemiyor. Yasaklar temelinde bu mücadele yürütülmez. AKP’nin ve cemaatlerin sosyal alandaki etkinliklerine bakın, mahalle çalışmalarına bakın; dini etkinliğin bu temeller üzerinde yükseldiğini göreceksiniz.

Voltaire aydınlanmasının ve bu anlayışın uzantılarının işlevi çoktan sona ermiş durumdadır.

Voltaire aydınlanmasının tanımında önemli bir eksiklik bulunuyor. Aydınlanma aynı zamanda modernleşme demektir. Feodal ilişkilerin tasfiyesi, aklın egemenliği, ilerleme ve bu bağlamda sanayi kapitalizmi demektir. Bütün bunlar sömürgecilik temelinde yükselir.

Aydınlanmanın önde gelen iki ülkesi, İngiltere ve Fransa, dönemlerinin iki büyük sömürge imparatorluğunun temsilcileridir.

Sömürgecilik olmadan ilerleme anlayışı, modernizm, aklın egemenliği, sanayi kapitalizmi düşünülemez. Bunlar sömürge ülkelerden metropollere aktarılan zenginlikler temelinde ortaya çıkmıştır.

Marx ve Engels bunu gördüler ama eksik değerlendirdiler.

Kapital’in birinci cildinde yeni bulunan kıta Amerika’dan Avrupa’ya akan büyük zenginliğin –özellikle altın- sanayi devriminin önemli itici gücünü oluşturduğu anlatılır. (Buna Asya ve Afrika’dan gelen zinginliğin de eklenmesi gerekir.) Marx ve Engels buna rağmen sömürgeciliğe ilerici bir işlev yüklediler. Marx Hindistan’da İngiltere sömürgeciliğinin eski ilişkileri çözdüğünü ve bu büyük ülkeyi tarih sahnesine çektiğini belirtirken, Engels 1848’de yazdığı “Cezayir’de İlerici Fransız Emperyalizminin Savunulması” (In Defence of the progressive imperialism in Algeria) makalesinde, Cezayir’i yeni sömürgeleştiren Fransa’nın böylece bu ülkedeki ataerkil ilişkileri tasfiye ederek onu tarih sahnesine çekeceğinden söz eder.

Marx-Engels’in sömürgeciliğe ilerici bir tarihsel misyon yüklerken savundukları devrim anlayışı yönünden haklı sayılırlardı. Devrim gelişmiş kapitalist ülkelerde (İngiltere, Fransa, Almanya ve çevrelerindeki ülkeler) zamandaş olacaktı. Buna “dünya devrimi” diyorlardı çünkü o zamanki dünya bu kadardı. Dünya devrimi kavramını başka bir dönemde kullanmanın yanlışlığını Geleceğe Dönüş kitabında açıklamıştım. Marx-Engels’in dünyasında insanlığın onda biri bile yaşamıyordu, 20. yüzyılın dünyası ise çok daha geniştir.

Marx-Engels şunu düşünüyordu: diyelim ki yukarda belirtilen ülkelerde devrim oldu… Bu devrim insanlığın yüzde 90’ı içinde küçük bir ada gibi kalacaktı. O insanlık ki genellikle daha feodal döneme bile gelmemişti. Bir bölümünde yarı feodalizm vardı, büyük bölümünde bu bile yoktu. Sömürge ülkeler tarihin dışındaydılar. Sömürgecilik kötüydü ama sömürgecilik öncesi ilişkiler daha da kötüydü ve dış kapitalizm ülkeleri işgal edip sömürgeleştirirken orada kapitalizmi de geliştiriyor, işçi sınıfının ortaya çıkmasına neden oluyordu. Marx-Engels bu gerçekleştiği oranda olası devrimin insanlığın yüzde 10’u ile sınırlı kalmayacağını düşünüyordu.

Böyle bile olsa insanlığın kalan yüzde 90’ı nasıl sosyalist olacaktı, cevapsız bir soru olarak duruyordu.

Marx, Hindistan’ın gelecekte İngiliz kapitalizminin yolunu izleyeceğini öngörür ki, bu ciddi bir yanılgıdır. Sömürge ülkelerde gelişen kapitalizm, başka bir kapitalizmdir. Burada ortaya çıkan işçi sınıfı da metropollerdeki işçi sınıfı olmayacaktır.

1960’lı yıllardaki sömürge kurtuluş savaşlarında bu durum açık olarak görülür. Sömürge ülkelerdeki kapitalizm, metropollerdeki kapitalizm değildir. Milli burjuvazi zayıftır, komprador burjuvazi vardır. İşçi sınıfı ise hem sayıca azdır hem de emperyalist ülkeyle iyi bağları olan imtiyazlı bir sınıftır.

Frantz Fanon Cezayir ulusal kurtuluş savaşıyla ilgili yazılarında bunu açıkta belirtir. Sadece Cezayir’de değil Afrika’daki sömürgelerde işçi sınıfının gerici hatta karşı devrimci olduğunu, en ilerici olanların köylüler olduğunu belirtir.

Marksizmi “Avrupa Marksizmi” olarak görürken haklıdır. Doğum yeri Avrupa’dır ve dayandığı asıl sınıf, proletarya, sömürgelerden getirilen büyük zenginlik temeli üzerinde gelişen sanayi kapitalizmi çerçevesinde şekillenmiştir.

Öncelikle Marx-Engels’in ve daha az oranda Lenin’in sömürge ülkelerin yapısını, buradaki mücadeleyi ve sınıf güçlerini yeterince anlayabildiği söylenemez. Avrupa sömürge imparatorlukları kıtasıyken, Çarlık Rusya’sı da yarı feodal karakterine rağmen başka bir sömürge imparatorluğuydu.

Doğu Halkları Kurultayı’nda Lenin sömürge ülkelerde milli burjuvazinin sınırlı da olsa ilerici rolüne işaret ederken, Hindistan gibi İngiltere sömürgesi bir ülkeden gelen Roy buna itiraz etmiş, bu sınıfın kaypaklığına dikkat çekmişti.

III. Enternasyonal Çin Komünist Partisi’nin milli burjuvazinin temsilcisi Çan Kay Şek önderliğindeki Kuomintang ile işbirliği yapması için ısrar etmiş, sonuç özellikle Şanghay’da yaşanan büyük katliam olmuştur. ÇKP, III. Enternasyonal çizgisinden ayrıldığı oranda devrimde başarılı olmuştur.

Sömürgecilik sadece sömürge ülkelerdeki halkı değil, sömürgeci ülkedeki halkı da derinden etkiler. Bu ülkelerde bilimden sanata kadar her tarafa kolayca görülmeyen sömürgeci izler siner. Bu konuda 30 yıl kadar önce kurulan yeni bilim dalı, Postkolonial Studies bu izleri ortaya çıkarmayı ve temizlemeyi amaçlar. Bu bilim dalının temel çıkış noktası; modernizm, aydınlanma, sanayi kapitalizmi, ilerlemecilik vb. kavramların ancak sömürgecilik temelinde anlaşılabileceğidir.

İşçi sınıfının sanayileşmiş Avrupa ülkelerinde yeni ve devrimci bir sınıf olarak ortaya çıkışı da sömürgecilik olmadan anlaşılamaz. Burada söz konusu olan sömürgelerden gelen zenginlikten daha önemli olarak sömürgeci ülke insanındaki zihniyettir.

Sömürgecilik sadece sömürgeyi değil sömürgeci ülkeyi ve onun insanını da değiştirir.

Sosyal bilimlerdeki büyük gelişmeyi görmeden ve hele de sömürgecilik sonrası çalışmaları (Postkolonial Studies) dikkate almadan, yıllar öncesinin kavramlarıyla konuşmak çıkışsızlıktan başka yere götürmez.

Çok devrimci ve sosyalist gibi görünebilirsiniz ama işin içinden çıkamazsınız…