Şuanda 200 konuk çevrimiçi
BugünBugün4475
DünDün3402
Bu haftaBu hafta12199
Bu ayBu ay12199
ToplamToplam10480623
Kızıldere büyük bir felaketti! PDF Yazdır e-Posta


Kızıldere neydi, sorusuna değişik cevaplar verilebilir. Sonuna kadar savaşma kararlılığı denilebilir, devrimci dayanışma örneği denilebilir ama onun en önemli özelliğini belirten cevap: büyük bir felakettir.

Devrimci hareket tarihinde silahlı mücadeleye ilk başlayan THKO ve ardından THKP-C’nin hapiste olmayan önde gelen kadroları yok edildi.

Bazen “Kızıldere katliamı” gibi belirleme yapılır, anlamsız bir belirlemedir.

Devletin Kızıldere’deki evi çevirip bekleyebileceği ama bunu yapmadığı belirtilir. Nasılsa kaçmaları mümkün değildi, o halde neden beklemediler, gibi devleti hiç tanımamış bir soru sorulur.

Bu kadar insanı bir arada bulan devlet tamamını yok etmeyi tercih edecekti. Üç İngiliz teknisyeninin hayatı da umurunda değildi.

Saffet Alp yaralı olarak yakalanacak ve orada infaz edilecekti. Ertuğrul Kürkçü kontr gerilla elamanları olay yerinden gittikten sonra yakalandığı için sağ kalacaktı.

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını önlemek için eylem yapılmak zorundaydı. Bu idam 12 Mart cuntası ve Erim Hükümeti ile devrimci hareket arasındaki mücadelede önemli bir kilometre taşıydı. Serbest bırakılmasalar bile idamların gündemden düşürülmesi zamanın devrimci hareketi için büyük başarı olacaktı.

“Devlet anarşistlerle (o zamanki deyim böyleydi) pazarlık yapmaz” diye burnundan kıl aldırmayan cunta ve hükümet politik olarak önemli darbe yiyecekti.

Mahir Çayan’ın “psikolojik yıpratma” tezi için daha iyi örnek bulmak zordur.

Üç İngiliz teknisyeninin rehin alınmasının iyi olmayan bir eylem olduğunun belirtilmesi gerekir. Elrom konusunda bile karşısındaki örgütü muhatap almayan devletin üç teknisyenin hayatını kolayca hiçe sayacağı baştan belliydi denilebilir.

Dönemi bilmeyen arkadaşlar, “neden böyle yapıldı?” diye sorabilir.

Eylem yapılması gerekiyordu ve başka hedef bulunamadı.

İstanbul barınılamaz duruma gelmişti; Ulaş Bardakçı ölmüş, Ziya Yılmaz yakalanmıştı.

Hapishaneden kaçan kadrolar Ankara’ya geldiler ve 1971’in yaz aylarında kent boşaldığı, arananlar genellikle İstanbul’a gittikleri için burada azalan polis baskısı birden şiddetlendi.

Ankara elçilikler kentiydi ama sıkı önlem alınmıştı. Ek olarak, kentte ciddi barınma sorunu vardı. THKO bir yıl önce dört ABD’li eri kaçırdığında bir süre barınabilmiş, ardından kenti terk etmek zorunda kalmışlardı. Nitekim Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan kent dışında motosikletle yakalanacaktı.

Kızıldere’nin ardından idamların önlenmesi için iki sonuçsuz eylem daha yapılacaktı: Ankara’da Jandarma Genel Komutanı Kemalettin Eken’i rehin alma teşebbüsü başarısız olacak, bir jandarma eri ve Niyazi Yıldızhan ölecekti.

Ardından THY’nin Ankara-İstanbul seferini yapan uçağı Sofya’ya kaçırılacaktı.

Uçağı kaçıranlardan Sefer Şimşek’in yıllar sonra Frankfurt’ta bana anlattığına göre, Türkiye uçağa operasyon için tim göndermeyi öneriyor, Bulgaristan reddediyor.

Bundan sonrası biraz belirsizdir. Bir görüşe göre, Türkiye uçaktakilerin bırakılması karşılığında infazların durdurulacağı sözünü veriyor; uçaktakiler bırakılıyor, kaçıranlar teslim oluyor, ardından infazlar yapılıyor.

O günlerde Türkçe yayın yapan Sofya radyosu olayı böyle duyurmuştu.

Her ne ise, idamların durdurulmasında bu eylemle de sonuç alınamıyor.

Kızıldere’den sonra da idamların durdurulması için iki büyük eylem yapılıyor ama başarılı olunamıyor.

Bu kadar insanın bir arada bulunması şart mıydı, diye sorulabilir.

Değildi, aynı eylemi daha az kişi yapabilirdi.

Başta Mahir Çayan olmak üzere şiddetle arananların ülke içinde bir yerlerde barınması hayli zordu. İstanbul’da bile barınamıyorsanız, başka yerde bunu yapabilmek epeyce zordur.

Mahir dahil birkaç kişinin ama özellikle Mahir’in bir süreliğine ülke dışına çıkması –mesela Filistin’e gitmesi- tek çözümdü. Filistin’e gitmek kolay değildi ama öyle zor da değildi.

Mahir’in bunu kesinlikle reddettiğini biliyorum.

Böyle yapsaydı, ardından neler söyleneceği açıktı: arkadaşlarını ölüme terk etti, kendisi kaçtı ve benzeri belirlemeler…

Mahir ile ilgili zaten bir sürü laf vardı: Hüseyin Cevahir’in öldürüldüğü Maltepe’deki operasyonda yakalanmasının ardından polis ifadesi büyük spekülasyon konusuydu… Yargılandıkları davadaki savcı iddianamesinin bir bölümü Mahir’i küçümsemek üzerine kurulmuştu (ters yönden psikolojik yıpratma): “kendini öldürmeyi bile beceremeyen savaşçı” deniliyordu.

26 yaşındaki bir insanın bunlara aldırmadan, biraz uzun vadeli düşünerek gitmek kararı vermesi zor iştir.

Böyle yapsaydı bir dönem türlü çeşitli söylemlerle ve devletin de katkısıyla prestij kaybı olacaktı ama daha sonra bunu pekala telafi edebilirdi.

Mahir kendisi hakkında söylenenleri fazla ciddiye alan birisiydi, bunu da eklemek gerekir. Dönemin Ankara’sında Mahir için söylenenleri biliyorum.

Önce THKO’lular tarafından “kalem efendisi” olarak görülürdü: “O sadece yazar ama bir şey yapamaz.”

Mahir’in de içinde olduğu THKP-C eylemlerinin ardından bu düşünce değişti, yerini başka “saptamalar” aldı.

Bu adam yaşamalıydı. Devrimci harekette ender rastlanan bir entelektüel düzeye sahipti, özellikle O’nun ölümü büyük kayıp oldu.

Kaybedileceği belli ise eğer, gerçekçi bir bakışla belli oluyorsa eğer, yapılması gereken yenilmenin zararını azaltmaya çalışmaktır.

Bu ise biraz daha uzun vadeli düşünmeyi gerektirir.

 

26 yaşında bunu düşünmek çok zor tabii…