Şuanda 150 konuk çevrimiçi
BugünBugün4078
DünDün3402
Bu haftaBu hafta11802
Bu ayBu ay11802
ToplamToplam10480226
Önderlik fenomeni PDF Yazdır e-Posta


Bir önderin ya da önderler grubunun önemli özelliklerinden birisi değişen şartları iyi değerlendirmektir. Öyle durumlar olur ki, mücadele şartları büyük oranda değişir. Önder ya da önder grubu bu değişen şartları iyi değerlendirmek, bu değerlendirmeyi yeni görevlere yansıtmakla öncelikle yükümlüdür.

Değişen örgütlenme tarzı, kadroların yeni duruma göre eğitilmesi ve benzeri konular bunun ardından gelir.

Bu konuda en bilinen örnek Rusya’daki Şubat devrimidir. Bu devrim kendiliğinden gerçekleşmiş ve mücadele şartları büyük oranda değişmişti. Bu değişim farklı örgütler ve hatta aynı örgüt içindeki insanlar tarafından farklı değerlendiriliyordu.

Mesela Bolşeviklerin bir bölümüne göre toprak devriminin bel kemiğini oluşturduğu demokratik devrim tamamlanmadığı için burjuvazinin desteklenmesi gerekiyordu.

Lenin ise bambaşka bir değerlendirme yaparak, “Bütün iktidar Sovyetlere” diyerek sosyalist devrim çağrısı yapacaktı.

Şubat devrimi kendiliğindendir ama Ekim devrimi Lenin olmasaydı olmazdı.

Lenin’in yaptığı büyük oranda değişen şartların yerinde değerlendirilmesi ve değişen hedeflerin formüle edilmesidir.

12 Eylül 1980 sonrasında örgütlerin merkezi kadrolarının büyük bölümü ülke dışına çıkmak zorunda kaldı. Bu çıkış merkezi düzeyde bazı örgütlerde az bazılarında çok olabilir ama sonuçta ülke dışına çıkan merkezi kadro sayısı az değildi.

12 Mart 1971 darbesinden sonra THKO ve THKP-C’nin merkez kadroları ya uzun hapis cezalarına mahkum edilir ya da öldürülürken, 1980 sonrasında yaşanan ağır kayıplara rağmen aynısı gerçekleşmedi.

Ülke dışına çıkmak zorunda kalan merkezi kadrolar (esas olarak Fransa ve Almanya, daha az oranda Hollanda ve Belçika, çok az oranda Suriye ve diğer ülkeler) önemli oranda değişen mücadele şartlarında ne yaptılar? Ne oranda buna ayak uydurabildiler, yeni görevleri ne oranda belirleyebildiler?

Çok sayıda kadronun geldiği Almanya’da (o sırada iki Almanya olduğu için Batı Almanya’da) yıllar önce gelmiş olan çoğunluğu işçi yaklaşık iki milyonluk kitle vardı. Bu kitle içinde değişik sol örgütlerin (öncelikle TKP, ardından diğerleri geliyordu) çalışması vardı. Bu merkez kadrolar boş bir alana gelmediler. Diğer ülkeler de boş değildi ama Almanya ile karşılaştırılamayacak kadar az doluydular.

Lenin on yıllık mülteci yaşamında mülteci hayatına yönelik hiçbir şey yapmadı. Bolşevikler kongre yaptılar, kendi aralarındaki ilişkileri sürdürdüler, Lenin Materyalizm ve Ampiriokritisizm’i yazdı.

O zamanki doluluk 1980 sonrasında Türkiye devrimcilerin durumuyla karşılaştırılamaz. Çok sayıda değişik tarihlerde Avrupa ülkelerine gelmiş Rus sürgünler vardı ama geniş bir işçi kitlesinden söz edilemezdi. Bu nedenle de ilişkileri dolaşmaktan ve Rusya’daki durumu tartışmaktan daha ileride yapılabilecek şey de yoktu.

Türkiyeli devrimciler ve merkezi kadrolar ise boş bir alana gelmediler. Sadece Türkiye’ye yönelik olarak değil bulundukları alanla ilgili olarak da görevler saptamaları gerekiyordu. Bir bölümü, özellikle TKP’liler bunu hazır buldu çünkü kendilerinden önce bu alanda yıllardan beri çalışan kadroları bulunuyordu.

Önderlik fenomeni denildiğinde bu önder kadroların kişi olarak yeni şartlara ne kadar uyabildikleri kastedilmektedir.

RSDİP’nin merkez kadrolarının kişi olarak yeni şartlara uyması bilebildiğim kadarıyla büyük sorunlar yaşanmadan gerçekleşti. Bunun için ilk şart, geldikleri ülkede kalabilmekti. Çoğunlukla İsviçre’ye geldiler ve kaldılar.

İkinci şart, ekonomik sorundu. Bunu değişik şekillerde çözebildiler.

Üçüncü şart dil öğrenmekti ki çoğu zaten Rusçadan başka dil biliyordu. Kimisi Fransızca kimisi Almanca biliyordu. Merkezi kadro olmamakla birlikte onlara yakın olan Inesse Armand birkaç dil biliyordu.

Bizim insanlara gelince…

İlticaları kabul olunca yasal kalma imkanına kavuştular.

Ekonomik sorunu hem tabandaki ilişkilerle ve hem de devletin ilticacılara verdiği yardımla çözdüler.

Gelenlerin yüzde 90’ından fazlası –belki de birkaç istisna dışında tamamı- dil bilmiyordu. İlticaları kabul edilince devletin parasız kurslarına gittiler ve dil öğrenmeye çalıştılar.

Fenomen olayı da burada ortaya çıktı.

Kendini Türkiye proletaryasının önderi olarak gören büyük sendikaların başkanları aylarca gittikleri kursların ardından bulundukları ülkenin dilinde birkaç cümle kurmakta bile zorlanıyorlardı. Çok sayıda kadro da onlardan farklı durumda değildi.

İlk yabancı dili öğrenmek zordur, bunun dikkate alınması gerekir ama yeniyi, mesela yeni bir dili öğrenmekteki yetersizlikleri inanılmaz düzeydeydi.

Ciddiye almıyorlardı desek, kendileri tersini iddia ediyordu; ciddiye alıyorlardı, kurslara devam ediyorlardı ama olmuyordu işte.

İsim vermeden bir olay anlatayım.

DİSK’teki büyük bir sendikanın başkanı aylardır Fransızca kursuna gitmesine rağmen az buçuk bile konuşamamaya sinirlenmiş. Bunun nedeninin pratik eksikliği olduğunu düşünmüş. Fransızlarla konuşmak gerekir, diye düşünerek tren garına gitmiş. İlk rastladığı kişiye,

“Monsieur, parle vous française?” (Fransızca konuşuyor musunuz, diye sormuş)

Kişi de,

“Mais Qui, nous sommes en France, n’est ce pas? (Herhalde, Fransa’dayız öyle değil mi, diye cevap vermiş).

Sendika başkanı bu konuşmadan sonra Fransızca öğrenmekten vazgeçmiş.

Fransızca ile yıllardır uğraşmadığım için Fransızca yazılım konusunda iddialı değilim ama anlaşılıyor.

Bu insanlar 1991’de 141. ve 142. maddelerin kalkmasından sonra geri döndüler. 10-12 yıl yaşadıkları ülkelerin dilinde hemen hiçbir şey öğrenmeyerek bunu yaptılar.

Az buçuk öğrendiklerini de çabucak unutmuşlardır.

Bildiğiniz gibi değil, dil öğrenmemenin teorileri bile yapıldı.

“Bunlar dil öğreniyor, anlaşılan dönmeye niyetleri yok!” bunlardan en bilinenidir.

Sanki kişi Fransızca, Almanca gibi dünya çapında geçerli dillerden birisini öğrenirse Türkiye sosyalist hareketine zarar verecekti…

Dil öğrenmiş olarak dönse fena mı olacaktı?

Bazılarının ise hiç vakti yoktu…

Bu vakitsizlik bazı insanlar için doğru olabilir ama çoğunluk için geçerli değildir. Ne kadar işiniz olursa olsun haftada diyelim iki defa ikişer saatlik kursa gidebilirsiniz.

Benzer durumla ben karşılaştım. Almanca kursuna başkasının yerine gidip (Grundstufe ya da temel Almanca), ardından da kendi adımla dışarıdan sınava girip geçtim. Orta derece Almanca için yeniden kursa yazıldım (Mittelstufe) ama işim çok olmasına rağmen gidebilirdim, ihmal ettim demeyeceğim, iyi İngilizce bildiğim ve bu dil her yerde geçerli olduğu için Almancayı önemsemedim. Günlük Almancam var, televizyonda haberleri, gazetelerin başlıklarını anlıyordum; gerisi gerekmez, diye düşünmüştüm. Hata tabii ki…

Gerçekten çok işim vardı. Avrupa sorumlusuydum. Bir kentten ötekine, bir ülkeden ötekine koşturuyordum. Türkiye’de çıkan iki dergiye, Emek Dünyası ve Emek aylık olarak iki yazı yazmam gerekiyordu (ikincisine uzun teorik yazı). Almanya’da Emek dergisinin, Yazın dergisinin yayınlanmalarında yazıların toplanması ve dizilmesi işi benim üzerimdeydi. Kafamı kaşıyacak vaktim yoktu ama yine de haftada birkaç saat kursa gidebilirdim. Gitmemiş olmak benim hatamdır.

Tanıdığım bütün insanları dil öğrenme konusunda teşvik ettim. Dil öğrenmeyi savsaklayan saçma gerekçelerle de dalga geçtim ama insanların büyük bölümü öğrenmediler.

Bambaşka bir ortama uymakta ciddi olarak zorlanan, kursa düzenli gitmesine rağmen dil öğrenemeyen, en basit işi yapmakta dil bilenlerin varlığına ihtiyaç duyan proletarya önderlerine ve genel olarak örgüt yöneticilerine pek iyi gözle bakılmazdı. Açıkça konuşulmazdı ama haklı olarak biraz dalga geçilirdi.

Bugün bile 20-25 yıldır yaşadıkları ülkelerin dilini gazete makalesi ve kitap okuyacak kadar öğrenememiş o kadar çok Türkiyeli sosyalist var ki…

Bu durumda ülkede ne oluyor, yeterince bilmiyorlar ya da dil bilenlerden ne kadar duyarlarsa o kadarını biliyorlar.

Uzaktan bakıldığında inanılmaz gibi görünebilir ama durum böyledir.

Fenomen resmen…