Şuanda 381 konuk çevrimiçi
BugünBugün2724
DünDün3402
Bu haftaBu hafta10448
Bu ayBu ay10448
ToplamToplam10478872
Göç felsefesi PDF Yazdır e-Posta


Bu yazı Sürgün Dergisi'nin 3. sayısında yayınlanmıştır.

 

GÖÇ FELSEFESİ

Donatella Di Cesare’nin Philosophie der Migration kitabı alanında ilk yapıt sayılıyor. Çok sayıda alanda felsefi incelemeler bulunmakla birlikte göç konusunda bulunmuyordu. Cesare bunun önde gelen nedenlerini bu felsefenin en az iki ülkeyi kapsamak ya da kültürler arası bir özelliğe sahip olması ve disiplinler arası olması gerektiğine bağlıyor. Interkulturelle Philosophie görece yeni bir alandır.

Bu yazı tam anlamıyla kitap tanıtımı sayılmaz çünkü 343 sayfalık kitabın yavaş okunması gerekiyor, bu nedenle ancak ilk 80 sayfasının tanıtımını yapabileceğim.

Kitabın bu kadarlık bölümü bile önemli belirlemeler içeriyor.

İlk olarak göç, mültecilik ve sürgünlük felsefesinin ahlak ve politik felsefe kapsamında düşünülmesi gerektiği belirtiliyor.

Göçmenlerin/mültecilerin hakları, onlara nasıl davranılması gerektiği ahlak felsefesi kapsamındadır. Di Cesare “şu ülkelerden gelenleri isteriz, diğerlerini istemeyiz” tartışmasının yersizliğini belirtir.

Politik felsefe ise kaçınılmaz olarak hem ahlak ve hem de devletle ilgilidir.

İkinci belirleme şöyledir: göç üzerinde düşünmek, devlet üzerinde düşünmek demektir. Göç edenler; bunlar ister anlaşmalı işçi olarak başka ülkeye gitsinler, ister ekonomik mülteci, isterlerse politik mülteci ya da sürgün olsunlar iki devletle muhatap olmak zorundadırlar: ayrıldıkları ülkenin ve geldikleri ülkenin devletleri.

Mülteciler terk etmek zorunda kaldıkları ülkenin devleti için sakıncalı kişilerdir, yeni geldikleri ülkede de gerçekte istenmezler. İstenilir durumda iseler eğer, bu geçici bir olgudur. Yeni ülkelerinde yerleşik halk tarafından da hoşnutlukla karşılanmazlar.

Mültecilik, sürgünlük ve devletsizlik hakkında ilk yazan kişi 1940’lı yıllarda Hannah Arendt’tir. Yahudi kökenli bir Alman olarak ülkeden ülkeye sürgüne gitmek zorunda kalmıştır. Arendt devletsizliğin (hiçbir devletin vatandaşı olamamak) 20. yüzyılın büyük politik konularından birisi olacağını söylerken ileriyi görmüştür.

Sürgün, devletsizdir. Yıllarca yaşadığı ülkenin vatandaşlığından ya çıkarılmıştır ya da o devletle herhangi bir ilişkisi yoktur. Sıradan bir vatandaş gibi konsolosluğa gidip işlem yaptıramaz.

Yeni geldiği ülkenin vatandaşı da değildir ve bürokratik sorunları çok fazladır.

Arendt’in bunları 1940’lı yıllarda yazdığını unutmamak gerekir. O yıllarda Yahudiler istenmeyen insanlardı, Almanya’daki gibi öldürülmüyorlardı ama “gelmeseler iyi olur” olarak değerlendiriliyorlardı.

Yahudi bir Alman olmak ise hepten kötüydü çünkü kökeni ne olursa olsun Alman olmak kuşkulanılmak için yeterliydi.

Arendt’in “Wir Flüchtlinge” adlı ince broşürü sürgünler hakkında yazılmış ilk yapıt sayılır. O yılların sürgünü hayata baştan başlamak zorundaydı. Ev, iş, arkadaş çevresi ve bazen ailesini bile geride bırakarak kaçmak zorunda kalmış, bir anlamda her şeyini kaybetmişti. Sürgünler arasındaki yüksek intihar oranı kolayca anlaşılabilir. Farklı bir ülkeye uymak, burada kendini yeniden üretmek, uyum sağlamak ve bir yandan da o yılların olanakları çerçevesinde terk etmek zorunda kaldığı ülkede bıraktıklarından hemen hiç haber alamamak… Bunlara katlanmak kolay değildir.

Arendt 1951’de yazdığı ve 1955’te Almanca olarak da basılan Elemente und Ursprünge totaler Herrschaft kitabını dünyanın bütün sürgünlerine ithaf edecektir. (Totalitarizmin Kaynakları adıyla Türkçede yayınlandı.)

Kitlesel sürgünlük 20. yüzyılın önemli özelliklerinden birisidir ve Birinci Dünya Savaşı sırasında ve hemen ardından başlamıştır denilebilir (19. yüzyılın sonunda da bulunmakla birlikte yirmi yıl sonra yaygınlaşacaktı). Avusturya-Macaristan, Çarlık, Osmanlı gibi imparatorluklar dağılmış (sadece SSCB, Çarlık ile yaklaşık aynı sınırlar içinde yeni bir devlet olarak kurulacaktı), çok sayıda ulusal devlet kurulmuş ve her devlette çoğunluk olmayan halklar (azınlıklar) sorunu ortaya çıkmıştı. Yeni ulusal devletlerde halk homojenleştirilmeye çalışılmış ve azınlıklar ya asimile olmak ya da başka ülkelere sürülmek ikilemiyle karşılaşmıştı.

Kitlesel sürgünlük Nazilerin Almanya’da iktidara gelmesinin ardından yeniden yoğunlaşır. Arendt bu yıllardaki durumu, “bir ülkeyi terk etmek zorunda kalmaktan daha kötüsü gidecek ülke kalmamış olmasıdır” sözleriyle anlatır. Bu insanlar kısa süre içinde birkaç sürgünlük yaşayacaklar, gerek istenmediklerinden ve gerekse de yaklaşan Nazi işgali nedeniyle ülke değiştirmek zorunda kalacaklardır.

Nüfusun homojenleştirilmesi amacıyla azınlıkların tasfiyesi sömürgecilik sisteminin dağılması sonrasında yeni kurulan ulusal devletlerde de görülecektir.

Kitlesel sürgünlüğün son bilinen örnekleri Yugoslavya’nın farklı ulusal devletlere ayrılması sürecinde, ardından Irak ve Suriye’de yaşanmıştır. Sahra’nın güneyindeki siyah Afrika ülkelerinde eksik olmayan küçük çaplı savaşlar ve bir ülkeden diğerine gitmek zorunda kalan insanların durumu ise genellikle haber olmadığı için duyulmuyor.

Türkiye kitlesel sürgünlüğün gidenler ve gelenler olarak çift yönlü yaşandığı bir ülkedir.

20. yüzyılın önemli özelliklerinden birisi olan kitlesel sürgünlüğün göçmenlik/sürgünlük çerçevesinde felsefesinin bulunmaması, konuya içerden bakan Hannah Arendt’in öneminin bile görece yeni keşfedilmesi gariptir ama gerçektir.

Sürgünlük konusundaki araştırmaları asıl yapması gerekenler bunu içerden bilenlerdir ama bu konudaki çabalar henüz zayıftır.

Türkiye’de yaşanan sürgünlüğün tarihte benzerinin bulunduğu sanmıyorum. Sürgünler geliyorlar; sonra bir bölümü dönerken yenileri geliyor. Sürgünlük artıyor ve çeşitleniyor.

141. ve 142. maddeler kalktığında 12 Eylül sürgünlerinin bir bölümü geri dönecek, 1990’lı yıllarda yaşanan büyük Kürt sürgünü onların yerini alacaktı. Boşaltılan köylerden önce büyük kentlere giden insanların bir bölümü çareyi Avrupa ülkelerine gelmekte buluyordu.

Ardından islamcı sürgünler geldi (Fettullahçılar) ve hemen ardından ülkede ekonomik ve politik sorunu bulunmayan ama burada yaşamak istemeyen iyi eğitim görmüş kişiler –özellikle doktorlar- gelmeye başladı. Üniversitelerden ihraç edilen ve tutuklanma tehlikesi yaşayan akademisyenler de gelecekti.

Bu kadar uzun süren, sayıca sürekli artan ve çeşitlenen bir sürgünlüğün başka ülke tarihinde yaşandığını sanmıyorum.

ASM’liler oldukça geniş olan bu konuda araştırmalar yapmazlarsa, bunun Türkiye’de yaşayan, sürgünlüğü içerden bilmeyen arkadaşların söyleşiler yapmasıyla gerçekleşebileceğini düşünmüyorum.