Şuanda 460 konuk çevrimiçi
BugünBugün2762
DünDün3402
Bu haftaBu hafta10486
Bu ayBu ay10486
ToplamToplam10478910
Jigololar kahvesi PDF Yazdır e-Posta


Dünya Öykü Günü’nde yayınlanmamış bir öykümü paylaşıyorum. Edebiyatı seviyorum ve ilgim epeyce eskidir. Sosyal bilimlerde eriştiğim düzeye çıkamayacağımı biliyorum ama yazmak istiyorum ve yazıyorum.

Bu tür öykülerde çok kişi “gerçeği” merak eder. Paris’te böyle bir kahve vardı. Edebiyat kurgu olduğuna göre olmayabilirdi de ama vardı. Gerisi kurgudur.

JİGOLOLAR KAHVESİ

I

Paris’te Cumhuriyet Meydanı’ndan başlayan Saint Martin caddesi yukarıya Strasbourg Saint-Denis’ye gider. Solda, caddenin başında ve biraz yüksek yerde dışarıdan bakınca sıradan olmayan görünümlü bir kahveyim ben. Paris’in ucuz olmayan kahvelerinden bir tanesi diyebilirsiniz. Kapıda asılı ve her gün yenilenen günlük menü listesine bakmak gerekmez, görünümüm burasının ucuz olmadığını söyler. Sabah fazla müşteri olmaz, kahvelerini ayakta içip giderler. Öğleyin dolar masalarım, çevrede çalışanlar yemek için gelirler. Sonra akşama kadar uğrayan olmaz denilebilir, gece de birkaç kişi işte…

Önceden görmediğim bir kadın ve erkek aralarında aşk yeni başlamış gibi davranırken birbirine birkaç kadeh kırmızı şarap içip giderler. Bunlar geçici müşterilerdir, bir daha görüşmeyeceğimizi tahmin ederim.

Öğleden sonra arada bir yaşlı görünümlü ama yaşını tahmin edemediğim o adam gelir. Camdan bakılınca görülemeyecek kadar arkada oturur, başını avucuna yaslayıp önündeki kırmızı şarap kadehine bakar. Duymuyorum ama konuşuyorlar sanırım. Kıpırdamadan ısrarla bakar. Sonra bir dikişte içer, hesabı öder ve dolgun bahşişten memnun garsonun uğurlama sözlerine aldırmadan gider.

Ayda bir dışarıdan görünmeyecek kadar arkada toplanan müşterilerim de vardır. Onları bir arada başka yerde göremezsiniz. Hepsi gençtir, erkektir, iyi giyimlidir, aralarında bazen aksanlı Fransızca konuşurlar.

Kente çok sayıda yeni insan geliyor, hepsi aynı dili konuşuyor ve saatlerce önümdeki caddede dolaşıyorlar ama bana uğramıyorlar. Çevredeki benzerlerim onlarla dolu ve belki de o gençler bu nedenle seçtiler beni. Hem herkesin günde en az birkaç saatini geçirdiği yere, derneklerin olduğu sokaklara yakın, hem de özellikle akşamları tenha bir kahve. Toplanmadan önce garsonlarla konuştuklarını hatırlıyorum; hayır, burada Türk çalışmıyor ve sadece Fransızlar gelir. Neden, ben de bilmiyorum, öyle alışmış insanlar.

Şaraplarım güzel, servisim hızlı ve fiyatlarım biraz pahalıdır; parası az olanlar gelmez buraya.

İlk toplantıda herkes tedirgindi, endişeli bakışlarla çevreye bakarak fazla oturmadılar, sonra alıştılar; buraya tanıdık kimse gelmez. O görmek istemediklerinden gelmez.

Konuşmalarından hepsinin politik mülteci olduklarını anlıyorum. Gariptir, para sıkıntıları yok, Fransızlar gibi kırmızı şarap içiyorlar ve adlarıyla ısmarlıyorlar. Devletin açtığı Fransızca dil kursuna gitmişler ama bu markaları nasıl öğrendiler? Pahalı markalar bazen bulunmuyor, patron koşup geliyor ve yüklü hesap ödeyen bu gençlerin istediklerini hemen ısmarlayacağını söylüyor.

Garip, neden ısrarla bu markaları içiyorlar?

II

- Nasıl bu kadar hızlı Fransızca öğrendin?

- Kursa gittim.

- Herkes gitti.

Açıklama yapmadan gülümsüyor ve kırmızı şarap ısmarlıyor, ben de ister miyim, olur. Duymadığım bir markadan istiyor ben bu kadar Fransız olmasına hayretle bakarken. Güzel bir kaban, altında Lacoste marka kazakla gülümseyerek ve mutlu oturuyor karşımda.

Çalışıyor musun diye soruyorum, Fransızca ile karışık anlamadığım bir şeyler söylüyor, çalışmadığını anlıyorum. Şaraplar kadehlerle geliyor, üstelemenin anlamı yok. İki yıl önce Metris hapishanesinden tanışıyoruz ve Strasbourg Saint-Denis’de karşılaşıyoruz. Paris aylardan beri Türkiye’den gelen mültecilerle dolu. İstanbul’da göremediğini burada görebilirsin. Önce öylece durmuştuk birbirimize bakarak, hatırladık ama iki yıl gibi uzun zaman geçmişti aradan. Çöken örgütler, bitmez tükenmez operasyonlar, yakalanmalar, infazlar, kaçarken vuruldular ve gazetelerde işkenceden mahvolmuş bedenlerin yorgun yüzlerinin fotoğrafları…

Tanıdıklarımızı soruyoruz birbirimize; öldü, hapiste, öldü, kayboldu, itirafçı oldu. İnanmaz gözlerle bakıyorum yüzüne; Turgut itirafçı olamaz! İyi biliyorum, diyor, oldu. Birkaç kişiden duydum.

Başlıca militanlarımızdan Turgut! İşgalde, faşistlerle çatışmada, başka fraksiyonlardan insanlarla ateşli tartışmalarda en önde olan Turgut! Konuşamıyorum, o da susuyor. Önümdeki dolu kadehe bakıyorum biraz ileride oturan o adam gibi. Nasıl oldu, diye sormak isterken vazgeçiyorum. Mutlaka televizyona çıkarırlar, diyorum mırıldanarak. Onaylıyor. İnsanlarda iyice azalan moral hiç kalmaz artık. Turgut bile…

Bakışlarımı kadehten ayırıyorum, ikimiz de birkaç yudum içiyoruz. Paris’e nasıl geldiğini soruyorum. Ben ve birçok başkası gibi aynı yoldan: sahte pasaportla Almanya’ya dönen bir işçinin arabasıyla. Benim gibi o da sorun yaşamamış. Ben Köln’e gelmiştim, o Hannover’e… Sonrası da aynı; geçici olarak bir evde kalıyoruz, andından Almanya’nın iltica konusunda zor bir ülke olduğunu, Paris’e gitmemizin daha iyi olacağını öğreniyoruz. Yeni bir sorun çıkıyor: Fransa Türk pasaportlarına vize istiyor. Sınırı kaçak geçtikten sonra Paris trenine bindiriliyoruz ve inince karşılanıyoruz. Örgüt böyle bir şey işte! Kendi başımıza bunları asla yapamazdık.

İltica durumumu soruyor; kabul edildi ve zaten şu sıralar çabuk kabul ediliyormuş, taşımaya alışamadığım kendi ismimle kimliğimi bile aldım. Gülüp, zamanla alışırsın, diyor; burada herkes kendi adıyla yaşıyor. Ardından kimliğimi naylonla kaplatacaksam eğer Bone Nouvelle postanesi önünde küçük tezgahıyla bekleyen adama yaptırmamamı söylüyor. Türk polisiyle çalışır yıllardan beri. Herkes bilir bunu ama onlar bilmiyorlar herkesin bildiğini.

Fransızca adını unuttuğum iltica dairesindeki kadını soruyor. O da aynı kadına vermiş aranmasıyla ilgili belgeleri. İyi Türkçe biliyor ve bana yardımcı oldu, diyorum. Gülüyor. O kadın Ermeni ve Türk devrimcilerine özellikle yardım eder, diyor.

Bir şarap daha içer miydim, yok, o zaman kahve içip kalkalım. Garson bu güzel Fransızca konuşan adamın istediğini hemen getiriyor. Ekonomik durumumu soruyor, ben de bilmiyor musun der gibi bakıyorum. Herkes parasız ve bu oturduğumuz yerde başka Türk yok çünkü herkes ilerdeki ucuz kahvelerde. Birden burasının pahalı olduğunu bilerek girdiğimizi düşünüyorum. Ucuzdan ve tanıdıklardan uzak, hapishane arkadaşına yakın olmak istedi.

Elimi tutup avucuma bükülmüş yüz frank koyuyor. Al bunu ve kimseye söyleme. Biliyor musun, bu bölgeye ender gelirim ve ne iyi oldu seni gördüm.

Konuşmadan parayı alıyorum. Bilmediğim başka bir hayatta eskiyi düşünmek bile istemiyor ama özlem giderecek birini görmekten fazlasıyla mutlu olarak.  Kahveden çıkınca hemen ayrılıyoruz; o Cumhuriyet Meydanı’na doğru yürürken ben akşam karanlığında ne yapacağımı düşünüyorum.

Kimseye söyleme! Parası az değil, belli ve bunu parasızlara duyurmamak gerek…

Strasbourg St. Denis’ye geldim, yan yana ucuz konfeksiyoncu kahveleri nasıl zaman geçireceklerini bilmeyen mültecilerle dolu. Çalışanlar gelir, hızla kahvelerini içip, biraz konuşup giderler. Patronun birisi atölyesini iflas etmiş göstererek çalışanların birikmiş parasını ödemeden kaçmış, , işçileri birkaç gündür onu arıyor. Ben de iş aramaya başlasam iyi olacak. Cebimdeki yüz franga dokunuyorum, nereden buldu parayı?

III

Pahalı oldu ama gerekliydi, akşam onu gördüğümü de söylerim. Arkadaşlar görmeden ondan söz edilmesine sevinirler, kiminin yüzü gerginleşir. Kimse öncekileri görmek istemiyor, ilişki olmasın ama haber alalım yeterlidir.

Fransızca bilmediği için benim iyi konuştuğumu düşündü. Cümle kurabiliyorum, Türkçe konuşurken araya Fransızca kelimeler karıştırmak da iyi oluyor ama yetmiyor. Türkçe gibi konuşabilmem gerek ama olmuyor. Neden öğrenemiyorum bu dili? Hızlı dil öğrenmenin en iyi yolu dili dile değdirmektir denir. Hepimiz aylardan beri yapıyoruz ama tek ben iyi öğrenemedim, anlaşılır gibi değil.

Ne oldu, hiç anlamadım. Gidiverdi kadın, başladığı gibi birden bitti. Öfkeyle kalın kazağını çekiştiriyor; o almıştı çok yakıştı deyip öperek ve daha iki gün önceydi, gitti. İfadesiz bir yüzle, bitti, demişti, bitti. Bir şey söyleyemeden öylece bakmıştı kendini çaresiz hissederek. Normalde bağırıp hakaret etmesi gerekirdi ama o kadar Fransızcası yoktu. Sonra belli mi olur, bakarsın düzelir. Bu Fransız kadınları böyledir; orta yaşlı, güzel olduğuna inanan, bakımlı, ekonomik durumu iyi, yaşadıklarından sıkılmış ve değişiklik arayan kadınlar. Canı iyice sıkılıyor, kahveye de gidilmez artık. Bu akşam toplanacaktık ama gidilmez. Herkes yeni eşyalarını gösterir birbirine, hele birimiz resmen köşeyi döndü. Nasıl yaptı anlamadım, anlatmıyor da. Kadın onu iki yıllık meslek kursuna yazdırmış, masrafı ödeyecekmiş. Gülerek, belli mi olur, diyordu, belki evleniriz. O da konuyu çıtlatmayı düşünüyordu ama ne olduğunu anlamadan bitivermişti.

Kahveye bakmadan önünden geçti, her yol Strasbourg Saint-Denis’ye çıkıyor. Bütün mülteciler orada, ucuz kahvelerde oturuyor. Başvuru kabul edildi, mülteci pasaportunu aldık, ya sonra? Para yok, dil yok, ev yok, iş yok meslek yok; ya sonra? Bir süre konfeksiyon atölyelerinde makinelerin altında yatmıştı, burada bile yer bulmak zordu. Sonra, rastlantı işte, kadın hoşlandığını belli etmiş ve ne kadar çabuk oluyordu birlikte yaşamaya başlamak. Memnundu ama bir türlü alışamamıştı bu çabukluğa ve daha birkaç ay dolmadan, alışırken, bitmişti.

Kim bilir kaçıncı kere gördüğü cadde değişmiş, ona yabancılaşmıştı. Zorluğunu unuttuğu bir hayata yeniden başlamak ihtimalinden ürperiyordu. Benim için önemini unutmaya başladığım kadın gidiverdi. Hayat böyle, beklemediğin anda değişebiliyor. Üç yıl önce İstanbul’daki gibi… Gece Şirinevler’de yazılama yaparken birden çatışma başladı. Kimlerdi göremedik, belki faşistler belki de rakip bir sol grup. Burası bölgemiz değildi ve her grup bölgesinde başkalarına yazılama yasağı getirmişti. Genellikle kavga çıkıyor bazen da silahlar konuşuyordu. Kalabalıktılar, kovaları ve fırçaları bırakıp kaçmak zorunda kalmıştık. Birden önümde koşan vuruldu, duramadım, kurşun yağıyordu. Biraz sağda ya da solda olursun, hayat bitiverir veya tanınmayacak kadar değişir. Yaralı yakalanıp hastaneye kaldırılırsan polis gözaltına alır; sorgu ve işkence, sonra tutuklanırsın ve ne kadar yatarsın bilinmez. Kötü aylardı, İstanbul’da faili meçhul çoktu, polis her yakaladığına birkaç eylem yüklüyordu. Mahkemede derdini anlatırsın artık!

Akşama az kalmıştı ve içini kalacak yer bulmanın sıkıntısı basıyordu, o hızla unuttuğu sıkıntı. Soğuk atölyeler, kumaş tozuyla yüklü hava, kirli yerde yatarken dikilmemiş kumaşlardan örtü yapmak kendine… Birkaç kahveye uğramalı ama ne yalan uydurmalı? Kaç aydır kayboldun, nereye gittin? Bitti, birden bitti işte ama anlatılmaz ki.

Canı birden kadınla ve biraz önce onunla içtiği şaraptan istiyor, sonra vazgeçiyor, pahalı, kadının son verdiği para da biter bir gün. Ne olacak, ne olacak?

Rüstem’i dinlemem gerekirdi. Mutluluktan başım dönmüştü, ciddiye almadım, halt ettim.

Rüstem arada bir toplantılarına katılır, konuşunca herkes susar ve dinlerdi. Bizden iki yıl önce gelmişti, tecrübesi fazlaydı ve anlattığına göre iki yılda birlikte yaşadığı üçüncü kadındı. Bununla uzun sürecek, demişti, yakında evleniriz. Kadının parasıyla Paris’in kenar bir mahallesinde kahve açmışlardı. Paris’te kahve açıp da geçim sıkıntısı yaşamak düşünülemez, Türkiye’dekilerden daha iyi çalışırlar. Her kahvenin değişik müşteri profili vardır, bazıları bizim kahve gibi oldukça özeldir. Bunları tanımak gerekir, gerisi kendiliğinden gelir.

Dikkatle dinler gibi yapıyordu ama duyduklarına inanmıyordu. Catherine ile mutluyum, birbirimizi seviyoruz, ilişkimiz neden bozulsun?

Rüstem ilişkiyi birdenbire bitiren kadın örnekleriyle felaket senaryoları anlatıyordu. Catherine farklı bir kadın, böyle yapmaz!

Hepiniz şunu iyi anlayın: burası Fransa, Türkiye değil; Fransız kadınları da Türk kadınlarına benzemez.

Kadınlar her yerde aynıdır diye düşünmüştü dinlediklerine inanmadan. Fakültede sınıf arkadaşı Gülnaz’dan yakasını zor kurtarmıştı. Başlangıçta güzeldi, sonra kendini birlikte gelecek planları yaparken bulunca sıkılmıştı: okulu bitir, iş bul, evlen, çocuk yap, ev al ve daha neler… Bunları düşünmek için erken, geleceğin sıkıntısına girmek gereksiz.

Okulda faşistlerle kavgalar, silahlı çatışmalar, nasıl olduğu bilinmeyen birkaç ölü, aranma, darbe, gizlenme ve ülke dışına çıkış… Okula devam etseydi Gülnaz’dan zor kurtulurdu.

İki yılda üç kadın, nasıl başardın bunu? Birisi herkesin merak ettiği soruyu soruyor. Gülmüştü Rüstem. Burası Fransa, Türkiye’deki gibi düşünmeyin. Kadınlar seni buluyor, sadece onların görebileceği yerlerde bulunmak gerek, zamanla öğrenilir.

Catherine onu görmüş, hoşlandığını hemen göstermiş ve gerisi hızla gelmişti. Beraberliklerinin ilk ayında şaşkınlıktan kurtulamamıştı. Türkiye’de aylar sürecek denemelerden, ısrarlardan sonra belki gerçekleşebilecek ilişki için burada birkaç gün yeterliydi.

Bu kadınlar, Rüstem’in devamlı tekrarladığı gibi gelir, sıkılır ve giderdi. Bu nedenle sürekli olarak ilginç bir adam olmak zorundaydılar. Yaşadıklarınızı anlatın; silahlı çatışmalar, baskınlar, işkence, ölümün kıyısında yaşamak… Tümünün doğru olması gerekmez ama inandırıcı olun ve anlatacaklarınız hiç bitmesin. Tekrarlıyor, birdenbire gidiverirler. Anlatmıyor ama yaşamış anlaşılan, Catherine gitmez.

Rüstem anlattıklarını ciddiye almadığını yüz ifadesinden anlayıp ona bakarak konuşuyor: İşiniz zor, sakın gevşemeyin, bir gün ortalıkta kalabilir insan. Hem onu kaybetmemeye çalışın hem de yedeklere yatırım yapın ama o anlamasın.

Catherine’in kadın arkadaşlarıyla tanışmıştı ama bunu hiç düşünmemişti. Onu beğenmişlerdi, bakışlardan anlamıştı.

Birlikte yaşarken mutlaka ev işleri yapın, bu kadınlar tipik Türk erkeklerinden hoşlanmazlar.

Bunu duyduğuma sevindim, Catherine’in söylemesine gerek kalmadan yapıyorum. Onu seviyorum, o da beni seviyor. Yedek medek, ne gerek var bunlara?

Sıkıntıyla geri dönüyor, yeniden kahvenin önü. Akşam onlara anlatmalı en iyisi; ikisini hapishaneden, birisini gözaltından tanıyor. Kadınlar gelir ve gider, eskiler kalır. Yine de önce kalacak yer bulmalıyım, tek gece için de olsa. Nasıl olacağını bilmiyor ama birden onların sorunu çözebileceğini düşünüyor. Daha tecrübeliler, mutlaka bunu da yaşamışlardır, yol gösterirler.

Birden kadınların birbirini tanıyabileceğini düşünüyor. Metris’ten arkadaşı bir kadın toplantısına götürüldüğünü, diğerlerine gururla gösterildiğini anlatmıştı. İçimizde en yakışıklısı o. Fransız kadınları esmer erkeklerden hoşlanırmış, Benimki sarışındı, esmer birini mi buldu acaba? Canı sıkılıyor; ne yapayım, esmer değilim. Yaza kadar sürseydi ilişkileri, Cote D’Azur’e birlikte tatile gidip güneşte iyice yanardı. Olmadı, olmadı işte.

Kahveye giderim, şarabımı içerim, parasını sormadan onlar verir, çözüm ararlar ve bulurlar.

Sayım düzenine uymadık diye hepimiz askerlerden dayak yemiş, sonra yaralarımızı karşılıklı pansuman yapmıştık. Ne günlerdi ama! Her toplantıda şaraplarını içip yeni kazak, kaban ve pahalı ayakkabılarını birbirlerine gösterirlerken açlık grevini, her bahaneyle yedikleri dayakları, tahliye beklerken açılan yeni soruşturmaları ve hepsinden nasıl kurtulduklarını gururla anlatırlardı birbirlerine. Beklenmedik bir tahliyeye de ne kadar sevinmişlerdi.

Neler yaşadık, unutulmaz bunlar, onlar bir yolunu bulur…

Kızıyor kendine. Kendi kafana göre gitmenin sonu budur işte. Kaç kere söylediler sana Fransızca öğrenmeyi ciddiye al diye. Bu kadınlar yanlarında cümle bile kuramayan adamla dolaşmaktan hoşlanmazmış. Seni arkadaşlarıyla tanıştıracak, güzel giyimli hoş bir adam ama konuşmuyor, konuşamıyor, olmaz ki!

Catherine ile başlangıçtan beri ilişkilerinin cinsellik temelinde yürüdüğünü sıkıntıyla düşünüyor. Birlikte sinemaya gittik, hızlı Fransızca konuşmaları zor da olsa anladım ama filmden sonra sorduklarına cevap veremedim. Türkçe olsa anlatırdım!

Ortak yanımız kalmadı artık, sıkıldı benden ve gitti…

Gidene de kızıyor kendine de. Aptallık bende, akıcı konuşmayı öğrenmeliydim, hiç susmamalıydım, çözüm bu kadar kolay ama yapamadım işte…

Bir yolunu bulur onlar. Bundan sonra bana söylenenleri yapacağım, hepsini yapacağım.