Şuanda 490 konuk çevrimiçi
BugünBugün2781
DünDün3402
Bu haftaBu hafta10505
Bu ayBu ay10505
ToplamToplam10478929
Hüdai Arıkan'ın yaşamı ve mücadelesi PDF Yazdır e-Posta


Şaban İba’nın Hüdai adlı kitabını bir günde okudum ve açıkçası hayal kırıklığına uğradım. Daha iyi bir içerik beklerdim.

Öncelikle belirteyim, Hüdai ile ilgili olarak, Şaban İba’nın kitabın başındaki iddiasının aksine, kendisinden başkasının yazması neredeyse mümkün değildir. Hüdai’yi tanımayan birisi onun hayatıyla ilgili bazı ayrıntıları bulabilir; doğumu, çocukluğu, ailesi gibi… Bunun ilerisini bulması çok zordur. Mesela Şaban İba ile Filistin’e giderken yakalanmaları; sadece ikisi yaşamış, başka kim bilecek? Ya da Hüdai’nin altı bardak greyfurt suyu içmesi gibi…

Bazı insanların, kitapta belirtildiğine göre, Hüdai ile ilgili bilgi vermek istememesinin biyografiyi önemli oranda etkileyeceğini sanmıyorum. Şu veya bu münferit olayın kitapta yer almaması önemli eksiklik sayılmaz. Ek olarak aradan elli yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra Hüdai ile ilgili olarak aynı konuda farklı kişiler farklı bilgiler de verebilirler. Şaban bu konuya kısaca değinmiş ve orada bırakmış.

Geçmiş yaşanan değil hatırlanandır.

Bu belirlemeyi Latin Amerikalı bir yazar yapmıştı, Marquez miydi, emin değilim. Böyle belirlemeler öncelikle yazarların işidir; belirlemenin teorisini ise sosyologlar ve psikologlar daha sonra yapacaktır.

Çözüm, hatırlama gruplarıdır. Nazilerin aynı toplama kampından kurtulan bir grup insanın oradaki önemli bir olayı farklı anlattıkları görülmüş ve çözüm için böyle bir grup kurulmuştur. Kişiler saatlerce konuşarak ve birbirlerini düzelterek hatırlananı değil gerçekten olanı ortaya çıkarmaya çalışırlar.

Kişiler yalan söylemiyorlar, farklı hatırlıyorlar. Hatırlamanın zihinsel mekanizması geçmişi saf olarak akılda tutmaz, zaman geçtikçe onu daha sonra yaşanılanlarla ve hatta olması gerektiğine inanılanlarla karıştırarak hatırlar. Konunun geniş bir teorisi vardır ve biyografi kitabında kullanılmak üzere söyleşiler yapanların bu teoriyi öğrenmelerinde yarar bulunmaktadır.

Tıpkı sözlü tarih gibi… Sözlü tarih çalışması kişilerin önüne teyp koyup “anlat bakalım” demek değildir. Bunun da geniş bir teorisi vardır.

Yazarın bu teorileri bilip bilmediği hemen anlaşılır.

Kitapta özellikle canımı sıkan konu, çok kişinin bildiklerinin tekrarlanmasıdır. THKP-C İddianamesi’nden uzun alıntılara ne gerek vardı? Birkaç cümleyle özetlersiniz, referans verirsiniz, daha ayrıntılı bilgiyi merak eden de oraya bakabilir.

Keza THKP-C içindeki Mahir ile Yusuf ve Münir arasında simgelenen ayrılığın bilinmeyen yanı mı kaldı? Bu konuda ayrıntılı bilgiye ne gerek vardı?

Şaban önemli bir konuyu ima etmekle yetinmiş ama açıkça belirtmemiş: büyük bölümü ilk kez askeri eyleme giren bu kadar çok kişinin Kızıldere’de toplanmasına gerek yoktu. Eğer gerçekten İngiliz teknisyenlerin hayatı karşılığında devletin Denizlerin idamı konusunda ödün vereceğine inanılmıyor idiyse ama bu amaçla eylem yapılması da gerekiyor ise, o zaman olabildiğince az kayıpla yapılması planlanır. O kadar insanı bir arada yakalayan devletin ne yapacağını bu devleti biraz tanıyan bilir.

Ömer Ayna’nın daha önceki bir eylemle ilgili olarak Cihan Alptekin’e yönelttiği itiraz mantıklıdır: ikimiz birden eyleme girmeyelim. THKO’dan başka kimse kalmadı, ikimize de bir şey olursa kim toparlayacak?

Mahir Çayan’ın bu konuda hiç de rasyonel, uzun vadeli düşünmediğini belirtmek gerekir. “Devrim yolu uzundur, sarptır, dolambaçlıdır” ise, ilk virajda uçuruma atlamayacaksın. Kaçınılmaz bir durum varsa mümkün olduğu kadar az kayıp vermeye bakacaksın.

Bunları açıkça yazabilmek gerekir. Kimin ne diyeceği önemli değildir. Mahir ölmemeliydi… Bunu kendisi düşünemiyorsa –ki o yaşta düşünmek zordur, ek olarak Mahir kendisiyle ilgili yapılan yoğun dedikodulara karşı fazlasıyla hassastı- yanındakilerin dayatması gerekirdi.

Geleceğe sonuna kadar savaşmak özelliğini bırakmak yetmez, insan da bırakmak gerekir.

Geniş bir kadro yok oldu ve böyle olmayabilirdi.

Yine ağır kayıp verilecekti ve bir oranda da verilmişti zaten ama Kızıldere daha küçük boyutta olabilirdi.

İsteyen istediğini konuşsun, 10-15 yıl sonrasını düşünebilmek gerekirdi.

Bunların açıkça yazılabilmesi gerekir Şaban ve bu iş de bizlere düşer.

Ajitatif gevezelik yapacak olanların yüzde 90’dan fazlasının devrimcilikle ilgisi kalmadığını biliyoruz. Bunlar devrimci rantiye durumundadırlar; süsleyip sattıkları –ve gerçeğe de pek uymayan- uzak geçmişlerinden başka şeyleri yoktur.

İnsan kendisinin değerini bilmeli ama bunu öğrenmek için maalesef önemli bir pratiği geride bırakıp 35-40 yaşına ulaşmak gerekiyor.

O zaman bazı tipleri dikkate bile almamak daha kolay oluyor…

Hiç olmazsa buraya kadar gelebilenlerin ve hala devam edebilenlerin açık konuşmasında yarar bulunuyor.