Şuanda 143 konuk çevrimiçi
BugünBugün106
DünDün3402
Bu haftaBu hafta7830
Bu ayBu ay7830
ToplamToplam10476254
MAO PDF Yazdır e-Posta


20. yüzyıl Çin tarihiyle yoğun olarak meşgul olmam nedeniyle karşılaştığım bazı arkadaşlar, “aman Maocu olma!” diye takılıyorlar. Şaka tabii… Sürekli olarak Sovyetçi oldum ama bu Sovyetçilik TKP-TİP-TSİP ve hatta TKEP’teki gibi değildi. Vahim bazı gelişmeleri görünce buna gerekçe aramıyordum, açıkça söylüyordum.

Moskova’ya ilk kez 1985’te gittim. 60 kişilik bir grup olarak gittik. Dört görevli hepimizin fotoğrafını çekip bize kimlik yaptı. Bunun için saatlerce bekledik. Anlaşılan SSCB’deki çalışma tarzı buydu; iki kişinin işini dört kişi yapıyordu. Almanya’da aynı işi iki kişi daha hızlı yapardı.

SSCB üretici güçlerin geliştirilmesinde kapitalist sistemi geçeceği iddiasındaydı ama bu çalışma hızıyla bu mümkün değildi. Bunu yayınlanmasını üstlendiğim partinin Avrupa yayın organı Emek’te yazdım. Küçük bir kıyamet koptu denilebilir. SSCB’nin resmi görüşünün gerçekleşemeyeceğini söylüyordum. Ben gidip görmüşüm, bu çalışma hızıyla üretimde ABD ve Almanya’ya yetişemezler diyorum; karşımdakiler bir şey getiremiyor ama türlü çeşitli gerekçeler buluyorlardı. Sonuçta hepimiz Sovyetçiydik ama biraz farklıydık.

Moskova’daki işleyişi sadece ben değil TKP-TİP-TSİP’ten insanlar da gördü ama kimse böyle bir değerlendirme yapmayacaktı. Bunlar olağan aksaklıklardı, öyle bakılıyordu.

İnsanın kafası görmeye hazırsa görüyor, yoksa görmek yerine gerekçeler buluyorsunuz.

1975’te Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nda adını koymadan açıkladığım emperyalizmin dördüncü bunalım dönemiyle ilgili bölümde, “dünya pazarının genişlemesi” başlığı altında SSCB ile ABD arasındaki ticareti kısaca incelemiştim. SSCB hammadde ihraç ediyor, karşılığında imalat sanayisi ürünleri alıyordu. O zamanki anlayışımla bunun geçici bir durum olduğuna inanmıştım ama gerçek böyle değildi.

Çin’de 1980 sonrasındaki büyük değişim beni yakından ilgilendiriyor çünkü “Modern Çin Tarihi” başlıklı kalın kitabını bitirmek üzere olduğum yazar ilk sayfalarda doğru bir tespit yapıyor: Çin’in nereye gideceğiyle insanlığın nereye gideceği birlikte düşünülmelidir.

Doğru! Dünya nüfusunun beşte birini barındıran Çin’deki gelişme dünya kapitalizminde değişmeye neden oldu. ABD ve Almanya gibi ülkeler imalat sanayilerinin bir bölümünü Çin’e kaydırdılar. 2000’li yıllarda Çin çok sayıda ülkede yatırım yapar duruma geldi.

Bu gelişme bir çeşit kapitalizm olarak adlandırılamaz. Dünya kapitalizminin en büyükleri bellidir ve o çerçeve içinde kalarak böyle bir gelişmeyi gösteremezsiniz, yaptırmazlar.

Çin, sosyalizmi yeniden tanımlamaya çalışıyor.

Bu tanımlamanın esası şudur: sosyalizm üretici güçleri hızlı geliştiremezse yaşayamaz.

Çin Komünist Partisi bu sonuca Mao döneminde farklı gelişme yolları denendikten ve başarısızlıklar yaşandıktan sonra ulaşabildi.

Konuyla ilgili 11 video yaptım, birkaç tane daha yaparım. Sonra Çin ile ilgili kitabı da bitireceğim ama konu bitmeyecek.

Yaklaşık on yıldan beri tek merkezli dünya düzeninin yerini çok merkezlilik almışsa –gerçekte iki merkezlilik de denilebilir- ikinci merkezin ekseni Rusya Federasyonu-Çin ittifakıdır. Askeri yön Rusya, ekonomik yön Çin ağırlıklıdır. Burada stratejik bir başka ülke bu ittifakın yanında olan Hindistan’dır.

Hindistan ile ilgili biraz okudum ama çok eksiğim var, umarım artık dünya çapında bir güç durumuna gelen bu ülkeyi de inceleyebilecek fırsatı bulurum.

Bu arada Brezilya tarihini de okumak gerek tabii çünkü Brezilya da bu eksende yer alıyor, en azından buraya daha yakın; tıpkı Güney Afrika gibi…

Türkiye’yi anlamak istiyorsanız öncelikle bu iki kutup arasında nasıl oynadığını görmeniz gerekir.

Bu benim TDAS’ta neredeyse 50 yıl önce savunduğum anlayıştır: emperyalizmin içinde bulunduğu aşamanın özelliklerini anlamadan, Türkiye’yi anlayamazsınız.

Birkaç gün sonraki seçim sonucu ne olursa olsun Türkiye iki güç merkezini de idare ederek arada kendine yol açan politikadan vazgeçmeyecektir.

Küçük değişiklikler olabilir ama esas aynı kalacaktır.

 

Bu bir devlet politikasıdır.