Şuanda 376 konuk çevrimiçi
BugünBugün2199
DünDün2340
Bu haftaBu hafta6521
Bu ayBu ay6521
ToplamToplam10474945
Hiç kimse seni bilmiyor ya da az biliyor PDF Yazdır e-Posta


İlk gençlik rüyamdı diyebilirim. Öyle bir yer olsun ki, kimse beni tanımasın ya da bazen zorunlu oluyor az tanısın. Tek başınasın ya da çok az insan var. Aşağıdan başla ve yukarı çık!

Bu amaca yüzde yüz anlamında sadece ODTÜ Hazırlık Sınıfında ulaşabildim. Zor bir okul, kimseyi tanımıyorum ve başlangıç da iyi değildi. Her hafta neredeyse iki küçük sınav var, sonra aylık sınav, ardından yarı yıl sınavı; sınavdan başını kaldıramıyorsun.

İlk aydan sonra istikrarlı yükseliş…

O kadar ki yıl sonu bitirme sınavına girmesem yani sıfır bile alsam 100 üzerinden 70 ortalamayı tutturuyordum (geçer not 70 idi). Birkaç kişi gidip müdüre sorduk, girmesek ne olur diye. “Girmek zorundasınız, isterseniz boş kağıt verin ama gireceksiniz” dedi. Biz de girdik. Girince de boş kağıt vermiyorsunuz doğal olarak…

Sonra geldi birinci sınıf… İsabet, Hazırlık’tan hiç kimseyle aynı sınıfta değilim. En iyi değilim, olmak da istemem zaten ama iyi öğrenciyim.

Sonraki yıllarda sürekli tanıdıklarla birlikte oluyorsunuz.

İkinci örnek Paris’tir. İsim olarak beni biliyorlardı ama o kadar. Paris gibi değişik bir kentte ne yaparsın, bilinmez.

Paris ev işgalleri yeterli oldu. Türkiye ve Fransa basınında, bu ülkenin televizyonunda çıktı. Gazetelerde söyleşiler yayınlandı. 12 Eylül 1980’den sonra hem de ülke dışında yapılan en önemli eylemdi.

Geçen yıl Paris’teki bir toplantıya gittiğimde insanların ev işgallerini hala hatırlamasına hem şaşırdım hem de sevindim. Aradan 41 yıl geçmişti çünkü…

Sonraki yer Almanya idi. Burada isim olarak daha çok biliniyordum ama Fransa’ya benzemeyen bu ülkede ne yapabilirdim, ben de bilmiyordum.

Esaslı işler yaptık. Sadece Yazın dergisi örneği bile yeterlidir.

Eğer teori ve pratikte üretebiliyorsanız, insanları etkilemek için propaganda yapmak gerekmez. Onlar anlıyorlar.

Paris’te iken Ağustos 1982’de kurucusu olduğum örgütten ayrıldım. Hapiste olduğum yıllarda örgüt, örgüt olmaktan çıkmıştı. Bunu Suriye’de açık olarak gördüm. Paris’e gelince ayaklarımı yere bastım, ardından bu insanlarla yürümemeye karar verdim.

Ayrılmadan iki ay kadar önce Paris’te gece yapmıştık. 12 Eylül’ü anlatan kısa bir tiyatro oyunu yazmıştım, arkadaşlar çok iyi oynadılar. Hamburg’dan da Ozan Şafak gelmişti. İki gün kaldı, gitti. Bir şey konuşmadık, zaten zaman da yoktu.

Ayrılığımız duyulur duyulmaz Şafak da aynı yönde tavrını koymuş. O zaman Almanya sorumlusu olan Hanna, “yoldaş, oraya gidince etkilenmişsin” demiş.

Şafak’ın cevabı: “sizlerle iki yıl aynı evde kaldım. Sizler iki yılda etkileyemeyip, o adam iki günde etkilediyse, bunu düşünmeniz gerekir.”

İnsanlar görüyorlar, değerlendiriyorlar, anlıyorlar. Bunu yapamayandan zaten bir şey olmaz.

Bilmediğiniz ve yalnız olduğunuz durumlarda bütün yetenekleriniz teyakkuza geçiyor. Acayip geriliyorsunuz ve ya gelişirsiniz ya da düşersiniz.

Zorlanmadan bir şey olmuyor.

Bu kadar pratiğin ardından kendini zorlamak içselleşiyor.

Sürekli olarak “biraz dinlen” denir.

“Yorulmuyorum ki dinleneyim” derim.

İnsan hayat tarzı haline getirdiği tempodan yorulmaz.

Hayatta fırsatları değerlendirmek önemlidir. 68’li olmak ve ODTÜ gibi bir okulda bulunmak önemlidir. Bazen “keşke 1947 ya da 1948’de doğsaydım” diye düşünürüm. O dönemi daha iyi değerlendirirdim.

Bu ülkenin en güzel yılları 1960’lar ve 1970’lerin başıdır.

Bu nedenle olsa gerek insanlar anlata anlata o güzelliği bitiremediler.

Devrimci harekette eksiklikler, yetersizlikler, çocukluklar fazlasıyla vardı ama insan ilişkileri gerçekten daha farklıydı.

O dönemi yaşamış olmak büyük şanstır.