Şuanda 36 konuk çevrimiçi
BugünBugün1920
DünDün2340
Bu haftaBu hafta6242
Bu ayBu ay6242
ToplamToplam10474666
Konular... Konular... PDF Yazdır e-Posta


Sürekli savunurum; çok sayıda konuya dağılmak yerine az sayıda konuda iyi araştırma ve üretim yapmak tercih edilmelidir. Yoğunlaşmak önemlidir ama bu yoğunlaşma iyi bir genel kültür temelinde yükselmelidir. Aksi durumda Almancadaki deyimle Fachidiot olursunuz. Kelime çevirisi yapılırsa “uzman aptal” anlamına gelir; konusunda iyidir ama bunun dışındaki konulardan ya hiç anlamaz ya da çok geridedir.

ODTÜ’deki eğitimim sırasında öğretim üyesi olmak kararımdan vazgeçmemin nedeni de bu duruma düşmeyi istememekti diyebilirim. 20 yaşındaki bilgi ve bilinç seviyemle bile öğretim üyelerimizin ne kadar geri insanlar olduklarını anlayabiliyordum. Konularında iyiydiler ama genel kültür düzeyi neredeyse yoktu. Kimsenin sosyalist olması gerekmiyordu ama bu insanların sosyal konularda bu kadar boş olması da hayret vericiydi. Yaşım ilerledikçe bunun normal olduğunu anlamaya başladım.

Kimyayı bitirdim, 12 Mart’ın ardından bu bölümde bana yüksek lisans yaptırmayacaklardı, bu nedenle bölüm değiştirip teorik kimyaya geçtim. Tez hocam Deniz Gezmiş’in yumrukladığı İskender Öksüz’dü. Oktay Sinanoğlu’nun talebesiydi ve alanında iyiydi. Gerisini arama… İnsan sağcı da olabilir ama sosyal konularda bu kadar da geri olunmaz ki…

Bölümün diğer öğretim üyeleri de benzerdi ve iyice aptal sağcılardan bıktıkları için bana hiç zorluk çıkarmadılar.

Aramızın özellikle iyi olduğu spektroskopi hocası vardı, Fuat Bayrakçeken. Bu adam 12 Eylül’den sonra ODTÜ’de bir dönem, tam hatırlamıyorum ama galiba rektör olacaktı. Doktorasını ABD’de yapmış, Türkiye’de girdiği doçentlik sınavında ise başarılı olamamıştı. Nedeni insanı güldürüyordu: tez konusu ışık kimyası. Sınav heyeti “ışığın fiziği olur kimyası olmaz” diye tezi reddetmiş. Yeni bir konu… Yıldızların yaydıkları ışığın analiziyle içlerinde hangi elementten ne kadar bulunduğu hesaplanabilir. Burada ışığın kimyası vardır.

Bakmışlar konuyu bilmiyorlar adamı İngilizceden bırakmışlar.

Sağcının kafası çalışanıyla aptalı arasındaki farkı ilk olarak burada görmüştüm.

Çok sayıda Müslüman bilim insanı da benzer durumdadır.

Her konuya Müslümanlıktan yaklaşınca daha iyi bilim insanı olmuyorsunuz.

Aynısı sosyalistler için geçerlidir. İlgilendiği alanlardaki bilgisi sığ ama sanıyor ki sürekli olarak Marx ve Lenin’den alıntı yapınca bir şey oyacaktır.

Konulara dönersek…

Eskiden beri yoğun olarak beni ilgilendiren konu emperyalizmdir.

1974-1975’te yazdığım Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nın (TDAS) emperyalizmle ilgili ilk bölümünün aradan elli yıl geçtikten sonra bile okunabilir olması, bu alanda iyi bir üretim yapılabilmiş olduğunu gösterir.

O yıllardan beri konu çok gelişti, bunu 40 Yıl Sonra TDAS’ta anlatmaya çalışmıştım.

Buradan Lenin’in emperyalizm tahliline geçebiliriz.

Bu tahlil önemli eksikliği nedeniyle eleştirilir: devlet tahlili olmadan emperyalizm anlatılamaz. Anlatılırsa da eksik kalır.

1990 sonrasının Türkiye alt emperyalizmiyle, Türkiye’nin giderek dünyanın en yayılmacı ülkelerinden birisi olmasıyla, devletin dönüşümü arasındaki ilişkiyi inceleyerek de bunu görebilmek mümkündür.

Devlet yeniden örgütlendi, iyice merkezileşti. Profesyonel orduya geçiş bu örgütlenmenin önemli basamaklarından birisidir. Silah sanayisinin kurulması ve silah ihracatında sürekli artış da devletteki değişim dikkate alınmadan yeterince anlaşılamaz.

Yoğunlaştığım başka bir alan sosyalist ülkeler tarihidir. Bu konuda dokuz ülkeyi inceleyen yedi kitap yazdım. Demokratik Almanya Cumhuriyeti tarihini inceleyen 1989 Berlin Duvarı alanındaki en iyi yapıt olarak kabul edildiği gibi bir dönem SBF’de yardımcı ders kitabı olarak da kabul edildi. Ardından Bulgaristan-Romanya, Arnavutluk, Çin, Vietnam-Laos ve Kamboçya kitapları geldi. Kuzey Kore ile devam edeceğim…

Bu alanda da devlet teorisi önemlidir. Apayrı ve büyük konu olduğu için kitaplarda özellikle üzerinde durulmamıştır.

Devletin yeniden örgütlenmesinden söz edilir ama bu olmuş mudur ve olmuşsa nasıl olmuştur, bilen yoktur. Burjuva devletin parçalanması ve devletin yeniden örgütlenmesi SSCB’de oldu mu, olduysa nasıl oldu?

Burada kilit konu SSCB’nin devrim sonrası tarihidir. Bu sonraki tarih en az öncesi kadar önemlidir. Lenin, Çarlık devletinin birçok alanda olduğu gibi alınmasından söz ederken, devletin yeniden örgütlenmediğini de söylüyordu. Devrim yalnız kaldı, iç savaş var; bu durumda devlet aygıtını büyük oranda korumak zorundasınız. Kızıl Ordu’nun çok sayıda subayının Çarlık ordusundan geldiğini değişik kereler belirtmiştim.

İncelenmesi gereken büyük bir konudur.

Çok sayıda Marksist-Leninistin (eklemek gerekir Maocunun) kafası uçuyor, konuları anlamadan tekrarlıyor.

Arnavutluk’ta Enver Hoca’dan sonra, Çin’de Mao’dan doğru içerik olarak farklı ama büyük değişimler yaşandı. Devlet yeniden örgütlendi mi, örgütlendiyse bu nasıl oldu; ana hatlarıyla nasıl oldu, anlatsanıza…

Buradan kaçınılmaz olarak marksist devlet teorisinin büyük yetersizliğine geçmek zorundasınız. Yine Marksistler ama farklı Marksistler bu konuda önemli adımlar attılar. Sivil toplumu devlet teorisine ekleyen Gramsci gibi, “ devlet bir ilişki tarzıdır” tanımıyla Poulantzas gibi… Teori geliştirilmeyi bekliyor. Yapanlar da oldu: Bob Jessop, Joachim Hirsch gibi… Bu insanlar materyalisttir ama marksist değildir. Foucault bu konuda başka bir önemli isimdir. Goethe Üniversitesi’nde politik bilim-sosyoloji bölümünü bitirirken bu alanda dersler almıştım ama yetmez. Hirsch zaten aynı üniversitede öğretim üyesiydi.

Genel olarak devlet teorisi son derece önemli aynı zamanda da ezberin çok olduğu, bilinenlerin sürekli tekrarlanmasıyla yetinilen önemli oranda boş kalmış bir alandır.

Son alan sürgünlük… İranlı kadının sürgün kadınlarla ilgili 150 sayfalık ince kitabı benim için öğretici oldu. Tezleri biliyordum ama kitap yine de ufuk açıcı oldu, bilgimdeki bazı boşlukları tamamladı.

Şimdi Türkiye’den gelen sürgün kadınlar üzerine broşür düzeyinde bir metin yazacağım ama konu daha geniştir, genel olarak sürgünlük teorisindeki değişimle ilgilidir. İranlı kadın –sosyolojide doktorası var- bunu “sürgün biyografileri” temelinde inceliyor ki, doğru bir yaklaşımdır.

Konuyu başka bir yazıda daha ayrıntılı inceleyeyim.

Vazgeçemediğim aşkım edebiyatı da eklerseniz, bu kadar konu yeterlidir.

Edebiyatta kötü değilim ama iddialı da değilim.

1985’te yayınlanan ilk öykü kitabım Bir İşçinin Dönüşü’nün edebiyatı bilenler –mesela Fakir Baykurt- tarafından değerlendirilmesi benim için önemliydi. “Bu hiç ilk kitaba benzemiyor, edebiyat üzerinde çalışmışsın, belli oluyor” diye yazıp ardasından da eklemişti: “korkum Erkiner’de politikanın ağır basması ve edebiyattan uzaklaşmasıdır.”

Edebiyattan kopmadım ama aynen böyle oldu.