Şuanda 390 konuk çevrimiçi
BugünBugün1830
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9554
Bu ayBu ay9554
ToplamToplam10477978
12 Eylül ve Acilciler PDF Yazdır e-Posta


 

12 Eylül’ün 30. yılında devrimci harekette değişen fazla bir şey bulunmuyor. Bu yıl 12 Eylül, Referandum tartışmalarının gölgesinde kaldı. Arada bir “sol kendisiyle yüzleşmelidir” sesleri duyuldu. Bu sesi önceki yıllarda da duymuştuk. Söylenilip geçildi. Herhalde bir dahaki yıla kadar da yeniden hatırlanmaz.

Aradan geçen 30 yılın da fazlasıyla gösterdiği gibi, “sol kendi geçmişiyle, sol 12 Eylül ile yüzleşmelidir” söylemi, kendi başına boş bir söylemdir.

Neden boş bir söylemdir?

İçeriği belli değildir.

Ne demek yüzleşmek ya da kendi geçmişiyle hesaplaşmak?

Ve ikincisi, bu nasıl yapılacak?

Bu iki soruya somut cevaplar verilmeden yapılabilecek tek şey yıllardan beri süre giden boş konuşmaya devam etmektir.

Bir şeyi istemek yetmez. Bunu nasıl yapacaksın, aşağı yukarı bilmen gerekir.

Bunu bilmiyorsan, istemekle yetinirsin ve seneler de böyle akıp gider.

Burada bazı okurların şöyle dediğini duyar gibiyim: “İyi ama yüzleşme burada fazlasıyla yapılmadı mı?”

Haklısınız, biz bu işi yaptık.

Yapmak sadece cesaret ya da niyet işi değildir. Belirli önkoşulları vardır.

Bunların başta geleni, kişiler olarak 12 Eylül’ü ve daha öncesini geride bırakmış olmaktır.

İnsan, eskinin yerine yeni bir şey koyabildiğinde, eskiyi rahat değerlendirir.

Eğer 12 Eylül öncesindeki büyük Acilciler adını aşamamış iseniz, devrimci hayatınız boyunca yaptığınız en büyük işler 12 Eylül öncesinde kalmış ise, o günlerle hesaplaşmanız zordur.

Kişi olarak konuşayım:

Hem TDAS’ı yazmış hem de adımızı tüm ülkeye duyuran 1977 atılımının önde gelen kişisi olarak o günlerde kalmış olsa idim, aşamamış olsaydım, gerçekçi bir değerlendirme yapmak benim için de zor olurdu.

Acilciler’in 12 Eylül 1980 sonrasında adlarını geniş bir çevrede yeniden duyuran iki büyük performansları vardır:

Birincisi: Cezaevleri direnişlerinde aktif rol oynamak… Burada Mamak ve Haydar Yılmaz’ın adı daha ön plana çıkmakla birlikte, adlarını herkesin bildiği sapı silik bir takım tiplerin dışında bütün Acilciler cezaevlerindeki direnişlere katıldılar.

İkincisi: 1982 yılındaki Paris ev işgalleridir. Bu eylem Hürriyet ve Tercüman gazetelerinde geniş olarak yer aldığı için sadece Avrupa’da değil, Türkiye’de de duyulmuştu.

1982’de Filistin direnişinde de yer alındı ama burada özel bir rolümüz olmadı. Çok sayıda devrimci bu direnişe katıldı.

Bu kadar!

Acilcilerin 12 Eylül 1980 sonrası tarihi 1982’de biter.

12 Eylül 1980 sonrası sol içindeki ilk cinayet bize aittir:

Oligarşi devrimcileri kovalarken Adana’da Mihrac Ural’ın adamları infaz etmek için Ali Çakmaklı’nın peşinde dolaşıyordu.

12 Eylül 1980 sonrasının bir başka ilk sol cinayetlerinden bir tanesi de Suriye’de Müntecep Kesici’nin hazırlanmış bir provokasyon sonucu öldürülmesidir.

Örgütün kurulduğu 1974 yılından 12 Eylül 1980’e kadar geçen altı yıl değerlendirilecek olursa…

1976’daki Beylerderesi katliamı örgüt tarihinde dönüm noktasıdır. Çok erken darbe yedik ve büyük kayıp verdik. Geniş bir bölgeyle olan ilişkimiz tümüyle koptu.

1976 yılı yaz aylarında bir ajan örgüte sızdı.

Polis değişik örgütlere adam sokmuştur, bu bilinen bir şeydir. Bizdeki farklılık, ajanın (Mihrac Ural’ın) yabancı bir istihbarat servisinden (Muhabarat) olmasıdır. Bu, değişik bir durumdur ve değişik bir örgüt olan Acilciler’in ajanı bile değişiktir de denilebilir.

Bu ajan, en geç Mart 1978’den itibaren MİT ile de işbirliğine girer.

Bize büyük zarar verdi.

1978 Mart operasyonunun hala birçok yanı karanlıktadır. Karanlığın başında da polis ifadesi ortadan kaybedilmiş olan Mihrac Ural bulunmaktadır.

Keza 1979 Aralık operasyonunun da Niğde Cezaevi’nde bulunan Mihrac Ural’ı sürekli ziyaret edenlerin takibiyle Kayseri’den başladığı açığa çıkmış durumdadır.

1979 başında gerçekleşen HDÖ-Acilciler ayrılığı gereksiz bir ayrılıktı. Bunu daha önce de yazmıştım. İlerde belirsiz bir tarihte gerçekleşecek ayaklanma ya da halk savaşı temelinde bir ayrılık anlamsızdı.

Bu ayrılık örgütü bölmedi, var olan bölünmenin üzerine teorik kılıf geçirdi.

Ağustos 1977’de benim yakalanmamdan sonra örgüt içinde dükalıklar oluşmuş, merkezi bir otorite kalmamıştı.

12 Eylül 1980’e bu durumda gelen bir örgütün kayda değer bir direniş göstermesi söz konusu olamazdı. Biz de gösteremedik, devrimci hareketin öteki bileşenleri de gösteremediler. Yapılan direnişler de küçük ve koordinesiz oldukları için herhangi bir sonuca ulaşamadılar.

Kendini “örgütün önderi” zanneden Mihrac Ural, 12 Eylül’den 1,5 ay önce hapisten arkasından iteklenerek kaçırıldıktan sonra, tabanları yağlayıp hemen Suriye’ye gitmişti.

“12 Eylül’ün geleceğini bilseydim ülkede kalırdım” açıklaması zırvadan ibarettir.

Nerede kalırdın mesela?

12 Eylül’den sonra sadece biz değil, öteki siyasetler de hızlı bir şekilde küçük yerleşim birimlerini boşaltıyorlardı. Herkes İstanbul’a doluyordu.

Aralık 1980 ortalarında Adana’da idim. Güney bölgesinin bu büyük kentinde bile durumumuz hiç iyi değildi.

Sadece bizim mi!

Adana’nın en büyük örgütü olan Devrimci Yol’dan Mustafa Özenç, darbeden kısa süre sonra iki bekçi ve iki jandarmayı öldürüp kaçtı ve abisinin evinde yakalandı.

Neden, çünkü gidecek başka yer bulamamıştı!

Aynı yılın Aralık ayı sonunda Lazkiye’ye geldiğimde Adana’nın ve Antakya’nın çok sayıda kadrosunun burada bulunduğunu gördüm.

Nedeni basit… Anlı şanlı Güney örgütlenmemiz darbeden sonra birkaç kişiyi bile saklayabilecek durumda değildi.

Ben Adana’da iken İstanbul’da operasyon oldu…

Suriye’ye geldikten kısa süre sonra beş kişilik komik bir politik büro kuruldu. Komik diyorum çünkü merkez komitesi olmayan politik büroya ancak komik denilebilir.

Mihrac, Salih, Ali, ben ve kısa süre sonra Suriye’ye gelecek olan Zafer’den oluşuyordu.

Bu ülkedeki durumumuzdan (Cemil Esad ilişkisi) hoşlanmadığım için çıkacak ilk fırsatta gitmeyi kafama koymuştum. Bu nedenle Arapça öğrenmedim ve beklediğim fırsat da geldikten üç ay sonra çıktı.

Dört ay sonra artık Suriye’de değildim.

Şansa bakın, Fransa’ya geldim. İyi ki de Almanya’ya gelmemişim.

Almanya’ya gelseydim, o yılların atmosferi beni de içine çekecek ve bütün faaliyetim Türkiye’ye yönelik olacaktı. Paris’te ise bir yıl içinde Avrupa’da nasıl çalışılmalı konusunda çok şey öğrendim. Almanya’da kısa sürede bu kadar öğrenemeyeceğim gibi, ev işgalleri gibi büyük bir çıkışın mimarı da olamazdım.

Mihrac Ural’ın sürekli olarak 12 Eylül öncesi hakkında efsaneler anlatması normal… Suriye’de 30 yıl boyunca yaptığı bir şey olmadı ki… Anlatabileceği bir şey yok… Varsa yoksa örgüt parasını cebine atmak ve Muhabarat ile çalışmak…

Yok başka bir şey…

30 yıldır bulunduğun ülkede politik olarak ne yaptın? Diye sorulsa, cevap yok…

Zorunlu olarak 12 Eylül öncesine sığınmaya çalışıyordu, ama yapamadı.

12 Eylül öncesinde Türkiye’deki faaliyetleriyle ilgili yalanlarını ve pisliklerini de önemli oranda ortaya çıkardık.

12 Eylül öncesinde bu örgütün yükselişi 1977 yılı içinde sona erdi. 1974-1977 arası bizi biz yapan sürecin ana bölümüdür.

Daha sonra da çok çaba harcandı ve faaliyet gösterildi ama devrimci hareket içindeki önceki konumumuza bir daha ulaşamadık.

Biz de geliştik ama devrimci hareketin ivmesi bizden hızlıydı.

Bu nedenle de eskiden tanınmış olan adımızın gölgesinde yürüdük.

Bizi biz yapan özellikler önemli oranda ilk çıkış yapan örgüt olmamızda yatar. THKP-C’den sonra ilk çıkış yapan örgüt…

Politikada ne yaptığınız kadar onu ne zaman yaptığınız da önemlidir.

Zamanlamayı iyi yapmışız…

1976 sonlarında olan Devrimci Savaş ayrılığı bu bakımdan stratejik bir ayrılıktır.

Şimdi geriye bakılınca görülüyor ki, 1977 başlarında harekete geçmemiş olsaydık, treni kaçırmış olacaktık.

Hem devrimci hareketin gelişme ivmesi arttığı için biz arada kaybolacaktık, hem de o sıralarda henüz yeni olduğu için etkili olamayan içimize sızmış ajanın zarar verici faaliyeti daha etkili olacaktı.

1978 yılı yaz aylarında MLSPB’nin önemli askeri eylemleri gerçekleşti.

O zamana kadar zaten isim yapmış bir örgüt olmasaydık, bundan sonra işimiz oldukça daha zor olurdu.

TDAS 1975’te değil de iki yıl sonra yayınlansaydı…

Beylerderesi 1976’da değil de polisle çatışmaların ve devrimci ölümlerinin yaygınlaştığı 1978’de olsaydı…

1977’de değil de 1979’da harekete geçseydik…

Acilciler gibi bugün bile hatırlanan bir ad da olmazdı…

Gelecek yazıda önce dünyada sonra da bizde öncü savaşına dayanan silahlı mücadele hareketinin ağır yenilgisi üzerinde duracağım.

 

Sürecek…