Engin Erkiner
Bolivya ve uzun ikili iktidar (263) | |
Diğer Yazıları |
En yeni yazılar
Bugün | 1686 | |
Dün | 3402 | |
Bu hafta | 9410 | |
Bu ay | 9410 | |
Toplam | 10477834 |
Konuk Yazılar
Sürgünde mücadeleci kadın olmak | |
Bütün Yazılar |
hapishane günlüğü 20: hasdal askeri cezaevi |
12 Eylül döneminde, polis sorgusundan sonra mahkemeye çıkmak ve tutuklanmak o kadar kolay(!) değildi. Gayrettepe’de, siyasi şube sorgusundan sonra, Selimiye kışlasına getirileceksin. Kocaman demir kapılardan girişten hemen sonra, sol tarafa dönecek, çay ocağının yanında, giriş-kayıt bölümü bekleme odasında ‘’hoş geldin dayağı ‘’yiyecek, kaydolacak ve 100 – 150 metre uzunluğunda, geniş bir koridorun sol tarafında sıra sıra dizili, 7 tane koğuş’tan birine, bekleme odasında yediğin dayağın dozuna göre, ya ağır aksak topallayarak, yada sırtına rastgele vurulmuş bir sopanın sızısıyla kapağı atacaksın Osmanlı döneminde, süvari atları’nın tımar yeri olarak kullanılan, eni-boyu on metre civarında olan koğuşlar; Işıksızdır., ince, uzun pencereleri ve kalın taş duvarlarıyla insanın içini ürpertiyordu. Koğuşlarında ranza yok, yere serili döşekler birbirleine bitişiktir.. Yataklar arasında, ayak basacak bir boşluk bile yoktur Aralık1979 yılında tahliye olduğum bu kapıdan, bir sene sonra, bir kez daha tutuklu olarak girmiştim. Kayıt odasında bizi karşılayan yüzbaşı, 1979 yılındaki güvenlik komutanı olan aynı kişiydi. Yüzbaşı’yı gördüğüme sevinmiş, beni tanıyacağını sanmıştım. Tanıdı. Tanıdı ama 79’un çiftliği(!) Selimiye, aynı Selimiye değildi. ‘’ ooo yine mi sen geldin’’ diye sert bir sesle, ‘’ burayı bir sene önceki Selimiye’ye benzetme’’ der gibiydi. Bekleme ve kayıt odasında, ‘’ dik durun ulan, ellerinizi birleştirin, er ve er başlara komutanım diyeceksiniz’’ diye talimatlar peş peşe sıralanıyordu. Çevremizi saran askerler, insan değil, sanki canavar kesilmişti. Hepsinin Ellerinde birer cop vardı ve her an saldırmak için ‘’göz üstünde kaş ‘’arıyorlardı. Şükrü Selim Soylu yoldaşımız, ne kadar dik dur deseler de, bir omzunu eğik tutuyordu, Aslında normal hali böyle olmasına rağmen, illa dik durması için vuruyorlar ve her vurduklarında Selim biraz daha yamuluyor bir türlü dik duramıyordu. Sonunda anladılar da vazgeçtiler. Sabahları saat 06’da kalkılacak, gündüzleri döşekler üzerinde oturulacak( ayakta duracak yer yoktu zaten) kesinlikle yataklara uzanılmayacaktı. Sabah ve akşam sayımlarında hazır ol da durulacak, ismi okunan, burdayım komutanım diyecek, yemeklerde sofra duası okunacak ve akşam saat 8’de herkes yatmış olacak. Talimatlar şimdilik bu kadardı ve herkes bu talimatlara uymak zorundaydı. Toplam 20 kişiydik. İbrahim Büyüker’in dışındaki yoldaşların büyük bir bölümü ile aynı verilmiştik.. Bir buçuk ay sonra ilk kez bir araya gelmiştik. Askeri savcılıkta ifadelerimizin alınması için sıranın bize gelmesi için 15-20 gün kadar burada, Selimiye kışlasının zenin kat koğuşlarında Osmanlı süvari atlarının tımar edildiği ahırlarda kaldık. KADİR TANDOGAN - AHMET SANER 25 haziran 1981 tarihinde idam edilen Kadir TANDOGAN ile yıllar sonra burada tekrar karşılaştım. 16 nisan 1980 tarihinde, İstanbul’da Amerikalı subay, Sam Novello ve CIA adına faaliyet gösteren Ali Sabri Bayta’nın cezalandırılması eyleminden hemen sonra, Ahmet SANER adlı yoldaşıyla birlikte, silahlı çatışma sonucu yakalanmış ve idam cezasına çarptırılmıştı. Kadir, İstanbul Tozkoparan bölgesinde Acilciler örgütü taraftarı iken MLSPB örgütüne geçmişti. Acilciler taraftarı olduğu dönemde birkaç kez görüşmüş olmamıza rağmen, yıllar sonra karşı karşıya gelir gelmez birbirimizi tanıdık. Savcılık sorgusunda döndüğüm bir gün, bizim kaldığımız koğuşların baş tarafında bulunan demir parmaklıklı hücrelerden birinde kalıyordu. Kadir’in hücresi önünde bir süre bekletildiğim sırada, Nasılsın diye sorma fırsatım oldu. İyiyim sen nasılsın demesine karşın daha fazla konuşmamıza müsaade etmediler. Kadir ve Ahmet’in hücrelerin yanında bir başka idam hükümlüsü daha vardı. İsmini şu an hatırlamıyorum ama, birden fazla devrimcinin katili bir Faşistti. O da idam cezası almış, yargıtay kararını bekliyordu. Akşama kadar askerlere bağırır, yalvarır yada sesli sesli dua okurdu. Aşırı gürültü yapması nedeniyle askerleri bezdirmişti. İdam cezası almış olanlara genellikle ses çıkartmayan askerler, bu kişiye karşı bazen sertce bagırır,’’ ulan utanmıyor musun bak bunlar da seninle aynı konumda hiç gürültü yapıyor, bağırıyorlar mı ‘’ diye çıkışırlardı.Ben duymadım ama, Kadir’lerin hücreleriyle bitişik koğuşta olan arkadaşlar anlattılar. Kadir’in hücresinde bir radyo varmış, yandaki faşist, her gün Kadir’e, durumuyla ilgili bir yargıtay haberinin söylenip söylenmediğini soruyor. Kadir’de her gün,’’ evet, senin davan yargıtay’da onaylandı hazırlığını yap bu gece seni asacaklar’’ diyor. Bunu duyan Faşist, ‘’ doğru mu söylüyorsun Kadirrrr..’’ diye sabaha kadar Kadir’e bağırıyor. Kadir dalgasını geçiyor tabi. Selimiye’den ayrıldıktan sonra orada bulunan arkadaşların daha sonra anlattığına göre, Faşist’in idam kararı onaylanıyor ve idam edilmesi için hücresine almaya gelen askerler tarafından zorla çıkartılıyor ve bağırarak gidiyor. Ahmet ve Kadir ise aynı durumda hücrelerinden alınıp götürülürken, koğuşlarda kalan arkadaşlara seslenerek,’’ hoşça kalın arkadaşlar’’ diye dimdik gidiyorlar. Selimiye kışlasında bulunan nöbetçi askerler özel olarak seçilmişlerdi. Cahil oldukları her hallerinden belliydi. Ne kadar ezilmiş, sivilde hakarete uğramış ve hani derler ya, adam yerine konmayarak horlanmış kişi varsa hepsi de sanki özel olarak seçilmiş ve buraya getirilmişti. Kendilerine komutanım denilmesi için her türlü pisliği yapmaya hazırdılar. Komutanım olarak hitap edilmesi, sivildeki horlanmışlıklarının intikamını almak anlamına geliyordu ve bu bakımdan komutanım sözü onlar için kişilik sorunu olarak görülüyordu. Her davranışları, tutuklulara karşı gösterdikleri her tepkiden bunu anlamak mümkündü. İlginçtir. aynı koğuşta, dönemin ünlü MAFİA baba’ları da vardı. Bunlar her önüne gelene ‘’kendilerine birşey yapılamayacağını, kaçakcılık işlerinde, ünlü generaller ve ünlü polis şefleriyle birlikte iş yaptıklarını, yapılan tüm işlerde bu kişilerin haberdar olduklarını, pay aldıklarını ve gemilerle getirilen kaçak malların, sahillerde rahatlıkla boşaltılabilmesi için askerlerin kendilerine korumacılık bile yaptıklarını’’ anlatıyorlardı. Dedikleri gibi de oldu, bu kişiler, sansasyonel haberlerle yakalandılar ve kısa zamanda sessiz sedasız tahliye edildiler. HASDAL ASKERİ CEZAEVİ’NE SEVK EDİLİYORUZ. Savcılık sorgularımız tamamlanmış, içimizden bazı arkadaşlar serbest bırakılmış, benimle beraber, tam hatırlamamakla beraber, 11-12 kişi tutuklanmıştık. Ben, İbrahim Büyüker, Fikret Öztürk ve Niyazi Baysan dışındaki arkadaşlar için örgüt üyeliği dışında başkaca bir iddia bulunmuyordu. Polis’te üzerimize ifade veren arkadaşlar bu iddialarını reddederek, işkence altında verdikleri ifadelerini ( İbrahim Büyüker’in dışındakiler) kabul etmediler.. Eylem kadrosunda yer alan yoldaşlardan ikisi, savcılık tarafından serbest bırakılırken, tutuklanan arkadaşların içersinde bulunan eylem kadrosundan sadece, İbrahim Büyüker ve Fikret Öztürk açığa çıkmış, diğerleri bilinmiyordu. Daha sonra anlatacagım gibi, Mahkeme sonunda, Fikret Öztürk’ün, 26 sene ceza almasına rağmen, bu ceza, yargıtay tarafından bozuldu., Böylece, Fikret de, diğer arkadaşlar gibi tahliye oldu. Selimiye’den Hasdal’a doğru yola çıktığımız zaman, önümüzde uzun ve zorlu yıllar olduğunu tahmin edebiliyorduk. Hasdal askeri cezaevine geldiğimiz zanan, daha kapıdan adımımızı içeriye atar atmaz, bizi nelerin karşılayacağını anlamıştık. Fiziki işkenceleri saymıyorum. Bu cezaevinde aklımda kalan tek şey, Tuvalet(!) işkencesiydi. Yüzlerce devrimcinin üst üste konulduğu Hasdal kışlasında, tutuklular için ayrılmış sadece iki tane tuvalet vardı. İnsanlar, tuvalet sırasının kendilerine gelmesi için akşama kadar koğuşların içersinde acıdan kıvranıyor, zaman zaman pantolonuna işeyenler bile oluyordu. İşkence’den yeni çıkmıştık. Vücudum, elektrik deposu haline gelmişti, ne zaman su içsem elektrik çarpmış gibi sarsılıyordum.. Geceleri, birden bire yataktan fırladığım bile oluyordu. Bu durum bir seneye yakın devam etti. Nebil RAHUMA yoldaş’ın öldürüldüğü haberini ben bu cezaevinde öğrendim. Cezaevine ilk girdiğimiz günlerde koğuşlarda televizyon vardı ve her akşam haberleri dinleyebiliyorduk( sonradan herşey yasaklandı ve yıllarca televizyon ve radyo dinleyemedik) Bir akşam, haber saatinde, İzmir bölgesinde, HDÖ operasyonunda yakalanan, Bölge sorumlularından, Gözlük kod adlı TEVFİK, itirafçı olarak konuşuyordu. Habere dikkat kesilmiştim, ‘’ Bunlar, kariyer uğruna Nebil RAHUMA’yı öldürdüler’’ dedi. Donmuştum. Duyduklarıma inanamadım, yanımdaki arkadaşlara sordum, Doğru mu duymuştum. Nebil Rahuma’yı nasıl öldürebilirler? Mutlaka bir yanlışlık olmalı diye düşündüm. Bir gün sonra, Birlikte tutuklandığımız arkadaşlardan Muzaffer ERDOĞAN’ın hanımı ve annesi ziyarete gelmişti. Muzaffer, ziyaret dönüşünde haberi doğruladı. Evet Nebil Rahuma, arkadaşları tarafından, biz yakalanmadan iki ay kadar önce öldürülmüştü. Nebil Rahuma ile en son, Adana dönüşünde, Ali ÇAKMAKLI’nın öldürülmesinden bir kaç gün sonra görüşmüş, bir daha da görmemiştim. HDÖ örgütünden, en son görüştüğüm kişi S. Nazlıkaya, Nebil’le görüşme talebime, ‘’ Nebil Adana’da, döndüğünde söylerim’’ derken yalan söylemişti. Hasdal cezaevinde, ilginç bir uygulama vardı. İlke kez orada gördüm. Başka cezaevlerinde oluyor muydu bilmiyorum, görmedim. Gündüzleri bazı tutuklular dışarı çıkartılıyor, akşam saatine kadar koğuşa getirilmiyorlardı. Bizimle birlikte tutuklanan ve Ayazaga bölgesinde, Engin ERKİNER’in hapiste kaçtıktan sonra bir kaç gün evinde kaldığı Ramazan adlı bir sempatizan da aynı durumdaydı. Sabah gidiyor, akşam geliyor ve kimseyle konuşmadan yatıp uyuyordu. Herkes gibi bizde şüphelenmeye başladık tabi. Nereye gidiyordu? Ramazan’ın verebileceği, dışarda takip ettirebileceği, ve birilerini yakalatabileceği bir ilişkisi yoktu. Buna rağmen haftanın belli günlerinde giderek akşama kadar dışarda kalması mide bulandırıcıydı. Bir gün kendisiyle konuştum ve durumu sordum. Ne yapıyorsun? Nereye gidiyorsun? Utanarak cevap verdi. Bir şey yaptığım falan yok dedi. Cezaevi komutanın emriyle askerler tarafından evine götürülüp, hanımıyla birlikte olması sağlanıyormuş. Şaşırmıştım. Utanmıyor musun? Bu yaptığın doğru mu peki? diye vazgeçirmeye çalışmama rağmen bir kaç kere daha gittiğini hatırlıyorum. Ramazan’ın bu tür gidişleri başladığı andan itibaren ilişkimizi kesmiş, zorunlu kalmadıkça zaten konuşmuyorduk. Sanırım bir kaç ay sürmedi tahliye oldu. ‘’İBRAHİM YALÇIN ZİYARETCİN VAR’’ Bir gün koğuşta, küçük tuvalet sıramın gelmesi için kıvranıp dururken, kapı açıldı. Nöbetçi asker,’’İbrahim Yalçın kim?’’ diye sordu. Zaten kapının hemen arkasında tuvalet kuyruğundaydım. Benim dedim. Çık dışarı ziyaretçin var dedi. Haydaa , ne ziyareti bu? Bugün ziyaret günü değil. Ben bilmem dedi Komutanım çağırdı. Önce tuvalete gitmek istedim kabul etti. Rahatlamıştım, bundan sonrası önemli degildi. İsterlerse yeniden şubeye götürsünler, kimin umurunda(!) Tuvalet sırasında kıvranarak saatlerce beklemekten daha ağır işkence olabilir mi? Nöbetci subayının odasında, orta yaşın üzerinde bir başçavuş ayağa kalktı ve ‘’hoşgeldin İbrahim, geçmiş olsun’’ diye elini uzattı. Gayri ihtiyari elimi uzattım, şaşkınlığımı anlamış olmalı ki? ‘’ Beni tanımadın değil mi?, Nerden tanıyacaksın’’ gibi bir takım söz ettikten sonra, Nöbetci subayına dönerek, ‘’ komutanım, İbrahim’in babasını tanımanızı isterdim, memlekette Mızrap ağa olarak bilinir. Çok değerli bir insandır. Evinde misafir, sofrasında rakı eksik olmaz’’dedi. Canım sıkılmıştı ama bir yandan da merak ediyordum. Kim bu adam?. Kendisini tanıttı. Bizim köylüymüş, Rıza hoca’dan benim burada olduğumu duymuş ve bir isteğimin olup olmadığımı sormak istemiş. Kendisi de Hasdal ‘da tümen’de görevliymiş. Nöbetci subayı asteğmen’le arasının iyi olduğu, senli benli konuşmalarından anlaşılıyordu. 5-10 dakıka oturduk, bu arada nöbetci subayı dışarı çıkmıştı. Bir isteğimin olup olmadığını sordu. ‘’ Fatoş diye bir arkadaşımızın olduğunu, onun mutlaka istanbul dışına, mümkünse yurt dışına çıkması gerektiğini’’ söyledim. Rıza hoca’ya bu haberi iletirse, Rıza hoca’nın hanımı vasıtasıyla, eşimin bu haberi gerekli yerlere aktaracağını bildirdim. Söylediğim gibi, haberin Fatoş’a kadar ulaştığını ve Fatoş’un, benim bir akrabam vasıtasıyla Karamürsel’de yine akrabalarımın evinde bir süre kaldıktan sonra yurt dışına çıktığını daha sonra öğrendim. Başçavuşu bir daha görmedim ama, bazen askerlerle haber göndererek bir istegimin olup olmadığını sordurur, ben de selam söyle bir isteğim yok derdim. MEHMET AVAN’I YAKALAYAN DS’Lİ JANDARMA ERİ ... Hasdal cezaevinde, Aklımda kalan tek şey, sadece tuvalet kuyruğunda beklemek değil elbette. Akşam olup ta ortalık da el ayak çekildiğinde, koğuşumuzda şamata gırgır yapmayı da ihmal etmezdik. Bizden kısa bir süre sonra, koğuşumuza, Devrimci-SOL davasından 7-8 kişilik bir grup getirildi. İçlerinde NARD diye garip isimli bir arkadaş vardı. Cezaevinde sözleşmeli olmayan bir kural vardır. Adet’tendir. İçeri düşen herkese, hangi bölgeden olduğu, hangi davadan dolayı tutuklandığı sorulur. Nard ile aramızda iki ranza vardı, o da, ben de üst ranzalarda karşı karşıya oturuyorduk. Hangi operasyondan geldiğini sordum. Sormaz olaydım(!) dizlerinin üzerinde doğrularak hemen yanında ki ranzada oturan aynı operasyonda birlikte yakalanan arkadaşına dönerek, tüm koğuşun duyabileceği yüksek bir sesle BÜLBÜL DERESİ(!) OPERASYONUNDAN GELDİM ABİ diye bağırdı. Nard, samimi sıcak kanlı bir arkadaştı. Bizim ACİLCİ olduğumuzu öğrenince, Mehmet AVAN diye bir Acilci arkadaş’ın otobüste yakalandığı operasyonda asker olarak kendisinin de bulunduğunu anlattı. Ondan sonra kendisiyle hep dalga geçerdik, ‘’sen bülbül deresi operasyonunda geldin ha.. eee Acilci yakalamanın sonu bu olur işte ‘’diye şamata yapardık. Arkadaşlarıyla konuşmazdı. Arada bir bana rica ederdi.’’ İlla bana hangi operasyonda geldiğimi tekrar sor ‘’derdi. Ne zaman sorsan, bağırarak ve kendisini yakalatan kişiye dönüp eliyle göstererek ‘’BÜLBÜL DERESİ BÜLBÜLL’’ der dururdu. Arkadaşına olan kızgınlığını bu şekilde, onu deşifre ederek aldığını sanır rahatlardı. Aynı örgüt içersinde yer almış insanların, polis sorgusundan sonra aralarına husumet girmeye başlamıştı. Birbirleriyle konuşmama, konuşsa bile, sırf zorunlu kaldığı için laf olsun diye konuşma taa o dönemden kalmadır. 30 sene sonra bile, yan yana gelmeme, birbirinden uzak durma, selamlaşmamanın önemli bir nedeni, belki de esas nedeni, 12 eylül öncesi dönemin, aşırı güven duygusunun yerle bir olması, yerini kuşku ve güvensizliğe terk bırakmasıdır. Hasdal cezaevinin, güvenlik komutanı olan Albay’ın, daha sonra, devrimci tutuklu bayanlardan biriyle evlendiğini ve bir süre sonra’da öldürüldüğünü duydum. Bu duyumun ne kadar doğru olup olmadığını bilemem. İstanbul Siyasi Şubenin İşkencecileri: Bu isim listesi, dönemin azılı işkencecileri listesidir. Unutulmaması gereken isimlerdir. Bunlar, devrimci katilleri ve işkencecidirler. Bunlar insanlık suçu işlemiş katillerden sadece bir kaçıdır. Şimdi nerdeler, ne yaparlar bilmiyorum. Bilenler mutlaka vardır. Ne kılıkla dolaşırlarsa dolaşsınlar, ne işle meşgul olurlarsa olsunlar, içlerinde pişmanlık duyanları da olabilir, fark etmiyor. Bunlar, binlerce devrimciye aklın alamayacağı acıları zevk alarak yaşatan, insani hiç bir özellik taşımaya, tırnak içinde İNSAN’dırlar. Bunlar, 1980-1985 arası İstanbul’da ‘’ görev’’yapmış olan İŞKENCECİ KATİLLER’dir. Fikret ALTUN : Ortaköy Emniyet Amiri Ferruh TOP İstanbul II. Şube'de Görevli İşkenceciler: Hasan ÖZ : Komiser ( 21.bölüm METRİS’le devam edecek)
|