Şuanda 149 konuk çevrimiçi
BugünBugün1657
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9381
Bu ayBu ay9381
ToplamToplam10477805
hapishane günlüğü 26: sultanahmet cezaevi ve sürgün PDF Yazdır e-Posta


(Sultanahmet cezaevi, yoldaşlar ve Sürgün)

Hep söylenir. Amerika Birleşik Devletleri, 12 eylül darbesinden haberdardı. Darbe gecesi ABD başkanı Jimmy Carter’a, ‘’bizim çocuklar işi bitirdi’’ mesajının (siz bunu müjdesi olarak okuyun) bir toplantı anında iletildigi söylenir durur. Bu iddiayı ilk ortaya atan, Mehmet Ali Birand’dır. Birand’ın, ’’12 eylül 04.00’’ adlı kitabında, ’ ABD Ulusal Güvenlik konseyi Türkiye masası sorumlusu Paul Henze’den aktardığı bu haber, daha sonra Paul Henze tarafından ‘’uydurmadır’’ diye yalanlanmasına rağmen, Mehmet Ali Birand 2007’de Henze ile yaptığı görüşmenin ses kaydı ve görüntülü yayınını deşifre ederek, ‘’uydurma’’olmadığını belgelemiştir.

ABD’nin ‘’çocukları’’işi bitirdikten sonra, her biri, birer ‘’demir kıran baş kesen’’ oldular. ‘’Terör’’ batağından kurtardıkları ülkeyi Terör deryasına attılar. Eee olacağı buydu elbette, kuduz it’in n tasmayı çıkartır sokağa salarsan, önüne geleni ısıracağını bilmemek olmaz. ABD bunu bilmez mi? elbette biliyordu.

MHP lideri Alpaslan Türkeş’in, ‘’fikrimiz iktidarda biz içerdeyiz’’diye yakınırken anlamadığı şey de zaten bu olsa gerek. Kullanıldıktan sonra işe yaramayan, kullanım değeri biten bir malın korunmasına ne gerek... Lüzüm hasıl olursa paketler depoya koyarsın, lüzum hasıl olmazsa, kaldırır sokağa atarsın. Lüzum hasıl olmadığından MHP’nin sokağa atılmasını,Türkeş anlayamadı ama, onun devamcılarının en azından bir kısmı bir süre sonra kullanıldıklarını ve sokağa atıldıklarını anlamakta gecikmediler. 12 Eylül döneminde uzun süre hapis yatan bir faşist’in, TV ekranlarında, ‘’ hapishaneden çıkar çıkmaz doğruca Deniz Gezmiş’in mezarına gittim, ruhuna fatiha okudum’’ demesi bundandır.

12 Eylül döneminde  Kürtler "Dağ Türkleri"  ilan edilmişti. Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayınlanan  "Beyaz Kitap"'a  göre

"Dağların yüksek kısımlarında, tepelerde yaz kış erimeyen karlar vardı. Güneş açınca üzerleri buzlaşan camsı parlak bir tabaka ile örtülürdü karın yüzü. Üstü sert altı yumuşak olurdu. Bu karın üstünde yürününce, ayağın bastığı yer içeriye çöker, 'kırt-kurt' diye ses çıkarırdı. Doğulu Türkmenlere, Kürt denmesinin nedeni buydu. Bölücülerin Kürt dedikleri, yüksek yaylalarda, karlık bölgelerde yaşayan Türklerin karda yürürken ayaklarından çıkardıkları sesin adıydı aslında."

Belediye otobüsünde arkadaşına, ‘’roj baş’’diye hitap eden bir Kürt’ün günlerce işkence gördüğü ve 3 yıl hapis yattığını biliyorum. Kürt halkının özgürlük mücadelesi binlerce militanının kanlarıyla sulandı ve bugün gelinen noktada, nevroz ateşinin en başında, zılgıt çekerek koşar adım zıplayan generaller görmeye başladık. Haklı mücadelelerinde kararlılıkla duranların siyasal üstünlüğü ele geçirdikleri bir sürecin içersinde bulunuyoruz. Eylül darbesinin başı bile, bugün, Kürt halkının haklarından bahseder oldu. ‘’Kırt-kurt’’soytarılıkları bitti. Tarih yeniden yazılıyor. ‘’asmayalım da besleyelim mi?’’ diyenlerin, Resim yaptığı, beslediklerinin iktidar olduğu, astıkları’nın da, hesaplarının sorulmaya başlandığı günleri yaşıyoruz. Hapishanelerde zulüm görenler, işkence görenler, sakat bırakılanlar, gaz bombalarıyla zehirlenenler, aç bırakılanlar, açlıktan öldürülenler, kitapları yakılan, işsiz bırakılan, işlerinden atılanların onbinleri bulduğu  bu ülkenin insanları, aradan 30 yıl geçmesine rağmen hala o günlerin travmasını yaşamaktadır.

Yaşananların unutulmaması bu anlamda önemlidir. Unutanları kınamadan ama önemsemeden, Unutmayanlara da kızmadan, kırıcı olmadan ama mutlaka yazmalarını öğütleyerek, gelecek kuşakların ön hazırlıklı olmalarına katkı sunmaları gerektiğini hatırlatmak bu bakımdan önemlidir.

Yaşananlar içersinde hiçbir izi ve esamesi olmayan sahtekarların, yüz kızartıcı geçmişlerini örtbas edebilmek için önüne gelene çamur atarak, herkesi kendi ihanet bataklığına batmış gibi göstermelerine de aldırmadan,’’ sıranı bekle’’ diyerek unutulmadıklarını hatırlatarak yola devam etmek gerekiyor.

‘’Hapishane günlüğü’’ derken amacım budur. Onun dışında, hapis yattım, işkence gördüm acı çektim edebiyatı yaparak bedel ödedim karşılık beklerim anlayışına asla düşmedim, böyle bir anlayışında sürekli karşısında oldum. Örgütlü yaşamım boyunca, elimden geldiğince yapabildiklerimi yapmaya çalıştım, kapasitem neyse onunla orantılı olarak birşeyler yaptım. Yazdıklarım; yaptıklarım ve yapmaya çalıştıklarımla ilgilidir. Güzel şeylerde yaptım, hatalarda yaptım. Miro, yalan yazdığımı söylüyor. 30 sene önce, kahraman yoldaş diyordu, şimdi yalan diyor. Cephe dergilerini açın okuyun, ‘’ başta İstanbul cezaevleri olmak üzere, yoldaşlarımız kahramanca direniyorlar.... Sultanahmet cezaevinde, cezaevi komutanı yüzbaşı, Ben acilciler’den başka mahkum tanımam diyor’’ diye yazan ben değilim, bunu yazan Mihrac Ural’ın kendisidir. Utanmıyor. Cephe dergilerini açın bakın, hala resimlerimiz duruyor...Şimdi ne diyor, ‘’yalan’’diyor. Birimize Mit ajanı, diğerimize coker diyor. Önemi yoktur. İt ürür kervan yürür.  Mehmet Yavuz adlı ne idiği belirsiz bir soytarıya bakın hele, yazdıklarıma o da inanıyormuş, ‘’işkence gördüğünü söylüyor ama, işkence görürken yanında kim vardı?’’ diye soruyor. Akılsız herif, hiç utanma yok, hala yalakalık yapıyor, kimsin sen desen, kamyoncu olduğunu söyler, Benim yaşadıklarımı anlattığım tarihte sen nerdeydin diye sorsam, güvenlik soruşturmasından anlının akıyla çıkıp bankada çalıştığını söyler. Kim bu adam peki? Pezavenk desem. Dilim varmıyor. Eşşek kadar adam..En iyisi aldırmadan kaldığım yerden devam etmek...

SULTANAHMET...

Benim yazdıklarımı doğrulayacak olanda, yalanlayacak olanda birlikte olduğum, beraber direndiğimiz yoldaşlarımdır. Önce onlar konuşmalıdır. Anlatılanların tanıgı olanlar dururken, başkalarının doğrulaması  yada yalanlaması, çamur atması, karanlıkta ıslık çalmaktan başka ne ifade eder ki...

Doğan TAN adlı bir yoldaşımız vardı. Eskiden tanırdım. 1 Mayıs Mahallesinin kuruluşundan beri mücadele içersinde yer almış, hanımı ve çocuklarıyla birlikte her türlü fedakarlıklar içersinde örgütümüze lojistik destek sunmuş yaşlı bir ileri taraftarımızdı. Haydar Yılmaz’dan, İrfan Dayıoğlu’na kadar örgütümüzün ileri unsurlarıyla birlikte çalışmış, 1 mayıs mahallesinde örgütümüz adına komitelerde yer almıştı. Sultanahmet’te karşılaştık. Partizan davasında yargılanıyordu. Karşılaşır karşılaşmaz doğruca bizim bulunduğumuz koğuşa geldi. Partizan davasıyla hiçbir ilgisi olmamasına rağmen uzun süredir içerde olduğunu anlattı. Davanın başlamasını bekliyordu. Dava başladıktan hemen sonra da, ( açlık grevinin başlamasından bir kaç gün sonra tahliye oldu)

Şek şakrar ve keyifli bir yoldaştı. Eskide bazı filmlerde figüranlık yaptığını orada öğrendik. TV’de Cüneyt Arkın filmleri oynadığı zaman,’’durun, durun ben bu filmde varım’’diye hepimizin dikkatini filme çeker, zorla(!) filmi seyrettirmesine rağmen kendisini göremezdik, ‘’hani, nerdesin sen’’diye sorduğumuz zaman bizlere kızar görmediniz mi? Çüneyt’in dövdüğü adamlar arasında uzun saçlı olan benim işte der ve hepimizi güldürürdü. Havalandırma sırasında askerleri başına toplar, ellerinde koğuş anahtarlarını alır onlara’’ okus-pokus’’ yaparak, anahtarları bir çırpıda kaybederdi. Dakikalarca askerler peşinde koşar ver şu anahtarı diye yalvarırlardı. Askerlere ‘’yeğenlerim’ der, askerlerde, amca diye hitap ettikleri, Doğan amca’nın peşi sıra dolaşır dururlardı.

Alaettin ÖZDEN, Örgütümüzün emektar yoldaşlarından Alaettin’i Sultanahmet cezaevinde tanıdım. Orta-Doğu’da gelmiş ve İstanbul’da yakalanmıştı. Hapishane hayatına alışkın bir yoldaştı.  1979 Bursa operasyonunda yakalanmış ve bir süre yattıktan sonra tahliye olmuş, mücadeleye aralıksız devam eden yoldaşlardan biriydi. Orta-Doğu’da  neler olup bittiğini ondan öğreniyorduk. TKEP- ACİL arasında kurulan ittifak’ın içeriği ve bu ittifakın geçici değil,  siyasal birliği hedef alan kalıcı ve ciddi bir ittifak olduğunu Alaettin’in anlatımlarıyla Sultanahmet’te öğrendik. Metris’te bulunduğumuz süre içersinde, yeni yakalanan kimi devrimcilerden duyum olarak aldığımız haberlerin detaylarını öğrendikten sonra orada bulunan TKEP’li arkadaşlarla ortak bir komünde yer aldık. Bu nedenle, Örgütler arası siyasi temsilciliği ACİL ve TKEP adına ben yürütmeye başladım. Yalçın KÜÇÜK’ün de içinde bulunduğu TKEP’le olan ortak komün’ün bütçesi Alaettin’in elindeydi ve sınırlı imkanlarımızla, ziyaretçilerimizden gelen paralar bu yoldaş tarafından gerektiği biçimde kullanılıyordu. Diğer yoldaşlar gibi Alaettin yoldaş da cezaevinde yapılan her eyleme, daha önce başka cezaevlerinde katıldığı gibi Sultanahmet cezaevinde de katıldı ve en küçük bir zaaf göstermedi.

Alaettin Özden’in ne zaman tahliye olduğunu bilmiyorum, Ben Sultanahmet’ten, yeni açılan Sağmalcılar özel tip cezaevine sürgün edildikten sonra bir daha haber alamadım. 1986 tarihinde Suriye’de karşılaştık. 1. Kongre’den sonra Mihrac Ural tarafından, bir başka ülkeye gönderilmek isteniyordu. Neden ve hangi amaçla gönderileceği konusu kendisinden gizlendiği için buna karşı çıkarak, ‘’uzun yıllar hapishane yatmış bir yoldaşa yalan söyleyerek gittiği ülkede neyle karşılaşacağını bilmeden gönderilmesinin doğru olmadığını, yoldaşı bu konuda uyaracağımı’’ bildirerek Mihrac Ural ile tartıştım ve Alaettin’i de bu konuda uyardım. 1988 tarihinde örgütten ayrıldığım zaman, Mihrac Ural ile birlikte bana ve ayrılan arkadaşlara tavır alan Alaettin Özden, bir süre sonra kendiside örgütten ayrıldığı için Mihrac Ural tarafından Mit ajanı(!) olmakla suçlandı.(Suriye’yi anlatacağım bölümde bu konuyu daha teferruatlı bir şekilde anlatacağım)

Niyazi BAYSAN

Metris cezaevinde de birlikte olduğum ve aynı davada yargılandığım Niyazi Baysan ile Sultanahmet’te de beraberdik. Niyazi, her zamanki serinkanlılığıyla güvenilir bir yoldaşımızdı. Uzun süredir haber alamadığı Fatoş’un, konumu konusunda kimi söylentiler duymamıza karşın ciddi bir haber alamamıştık. Bir gün Fatoş’dan bir mektup geldi. Görünürde mektupta hiç birşey yoktu. İlgisiz şeyler yazıyor ve ne yazdığı belli olmuyordu. Koğuş’un tuvaletinde Gelen mektubu  kibrit yakarak ısıttığımız zaman sütle yazılmış gizli yazı açığa çıktı. Kağıdı aceleyle ısıttığımız için önemli bir kısmı yanmış olmasına rağmen okuduğumuz bölümlerde, ‘’ Suriye’deki durumlardan şikayet ediyor ve kendisi  hakkımda ne söylenirse söylensin inanılmamasını istiyordu. Ne olup bittiğini yıllar sonra öğrenebildik. Niyazi Baysan, buna rağmen kararlılığından hiçbir şey yitirmeden dimdik durmasını bildi ve öyle de tahliye oldu.

Dursun DEMİRKOL.

Sevgili Dursun, Metris cezaevindeki açlık grevlerinde Bir çok devrimcinin mide kanaması geçirdiği bir dönemde,  kendi midesinde daha önce var olan yaranın, grev sırasında iyileşerek turp gibi sapasağlam olan yoldaş..

Sultanahmet’in orta katında, Kürt İdris’le aynı koğuşta kalıyordu. Cezaevi kapıları kapanıp da dışarıyla ilişkinin  kesildiği bir saatte, askerler ve cezaevi güvenlik komutanının bizzat koğuşa gelerek,’’ Bir isteğinin olup olmadığını’’ sordukları Kürt İdris’e, istediği her türlü yiyeceği ve her türlü meyve ve sebzeyi kasa kasa getirdikleri için,   içimizde en iyi beslenen(!) yoldaştı. Zaman zaman, ‘’sizlerin yiyemediği şeyleri yerken boğazımdan aşmıyor’’ diye şaka yapar, arada bir, bizleri de ihmal etmezdi.

Açlık grevi  sırasında, şimdi tam olarak bilemediğim bir nedenden dolayı, Dev-Sol’dan arkadaşlar Kürt İdris’e tavır almışlardı. ‘’Kürt İdris’in, açlık grevini kırmaya çalıştığı’’ söyleniyordu. Dursun Demirkol aracılığıyla Kürt İdris bana haber gönderdi ve konuşmak istediğini bildirdi. Çok üzgündü. Bedri Yağan vasıtasıyla Dev-Sol tarafından tehdit edildiğini söyledi. Korkuyordu. Aynı cezaevinde, konuşmadığı başka Mafya babaları ( sanıyorum Fevzi Bir ve adamları) vardı. Dev-Sol’dan kendisine yönelik fiili bir tavrın, bütün kariyerini(!) altüst edeceğinden çekiniyordu. Araya girmemi ve Bedri ile konuşmamı rica etti. Bedri’nin iddialarını kesinlikle kabul etmiyor ve Açlık grevine ilişkin en küçük bir tavrının olmadığını söylüyordu. Açlık grevi bitirildikten sonra, Kürt İdris tek başına üç gün açlık grevi yaptı ve Açlık grevine karşı olmadığını kendince ispatlamış(!) oldu.

Biz, içerde ve dışarda olsun, birbirini seven birbirine güvenen ve birbiri için her türlü fedakarlığa katlanabilen bir anlayışın militanlarıydık. İnsanları birbirine karşı kullanarak, onlar hakkında raporlar tutarak, sırası geldiğinde en aşağılık yöntemlerle kullanmayı düşünmedik. Örgütlü mücadelenin görevli militanları olarak elimizden geleni ardımıza koymadan ve yaptıklarımızı abartarak bir şeyler kotarmanın ahlaksızlığı ile hareket etmedik. Bugün, olmayan bir örgütün, 25-30 milyon dolarlık servetinin üzerine konarak, utanmadan başkalarını para hırsı içersinde hareket ettiler diye suçlamaya kalkan bir aşağılık serseri ile görülecek hesabımızın olduğunu söylerken, susmak ve konuşmadan seyirci kalarak ‘’neme lazım’’cılık yapmanın    utancını taşımak istemiyoruz.

Sultanahmet...

Yüzlerce devrimciyle beraber olduğumuz zindan...Bizden önce, Selimiye’den gelen yoldaşlarımızın ( Haydar Yılmaz ve diğer yoldaşlar) 12 eylül sonrası yaptırımlara karşı ilk kez direniş başlatarak, İstanbul cezaevlerindeki direnişlerin fitiline ateşledikleri zindan...

 tüm siyasi gruplar tarafından da kabul edilen tavırlarıyla saygıyla anılan yoldaşlarımızın direniş destanları cümle alem tarafından kabul edilmişken, Mihrac Ural adlı soytarı tarafından bugün karalanarak yok sayılmak isteniyor. Güneş balçıkla sıvanmıyor elbette. Sultanahmet cezaevinde yatanlar bilirler. Yoldaşlarımızın, Sultanahmet cezaevinin zemin katında, yaptırımlara uyan devrimcileri bağırarak ‘’uymayın, direnin’’ diye uyardıkları cezaevi...

 Mihrac Ural adlı sahtekarın, bugün  yapayalnız kalmasının nedenleri vardır..Direnenlere değil, teslim olan tacizci pisliklere sahip çıkarak herkesin gözüne baka baka yalan söylemesi, yalnızlığının en önemli nedenidir. Tıpkı kendisi gibi bir pislik olan Ali Fuat Çiler gibi ahlaksızlara sarılması ve onları ‘’temel kadro’’lar olarak lanse etmesi, elbette gözden kaçmıyor.

Bu soysuz soytarı hiçbir zaman samimi olmamış, zengin olma hırsıyla yetiştirilmiş ve bu amaçla her yolu mübah gören ahlaksız bir anlayışın esiri olarak büyümüştür. Kişisel çıkarı uğruna herşeyini satabilme potansiyeli taşıyan bir pisliğin, Acilciler adını kullanmak şöyle dursun bu adı, ağzına alması bile suçtur ve işlediği bu suçların hesabını mutlaka ama mutlaka verecektir.

 Sağmalcılar Özel tip cezaevine sürgün...

1983 açlık grevinden  bir süre sonra, havalandırmada, askerlerle devrimci tutuklular arasında kavga çıkmış ve her iki taraftan da yaralananlar olmuştu. Kavganın olduğu saatlerde ben yoldaşlarla beraber cezaevinin en üst katında sağ üst köşede, penceresinde deniz gören koğuşta oturuyordum. Havalandırmada meydana gelen kavgadan habersizdim.

Açlık grevi sırasında üzüm hoşafından yaptığımız şarabın(!) kıvama geldiğini düşünerek açmaya çalıştığım anda, şişenin tıpası fırlayarak kaşımı yaralamıştı. Tam da bu sırada, kısa süre önce açılan Sağmalcılar özel tip cezaevine yeni sevkler yapılıyordu ve askerler koğuşları arıyor, havalandırmada kavga eden tutukluları tespit etmeye çalışıyorlardı. Sıra bizim koğuşa geldiği zaman, kaşımdaki yarayı gören askerler, ‘’komutanım, kavga edenlerden birisi de buydu’’ diye beni gösterdiler., Yalçın Küçük olaya müdahale etti. ‘’hayır yanılıyorsunuz İbrahim koğuştan dışarı çıkmadı’’dese de dinleyen kim.  Eşyalarımı toplayarak dışarıya çıkmam istendi. Havalandırmaya indiğim zaman, benimle birlikte bir kaç kişinin daha dışarıya çıkartılmış olduğunu gördüm.

Sağmalcılar özel tip cezaevine sevk edileceğimiz söylenerek, kapı altında, doktor muayenesinden geçirileceğimiz için soyunmamız istendi. Soyunmayacağımızı, ve muayene edileceksek böylede edilebileceğimizi bildirdik. Zorla, üsteğmen doktorun odasına sokularak soyunmamız için ısrar etmeye başladılar. İtiraz ettikçe etrafımızı saran askerler tarafından coplanmaya başlandık. Yanımda bulunan arkadaşı yere düşürmüşler copluyorlardı. Ben kendimi üsteğmen doktorun muayene masasının arkasına atarak sırtımı duvara verip masayı ileri geri oynatarak kendimi savunmaya çalışıyordum. Üzerime gelemeyen askerler, masanın karşı tarafında coplarıyla kafama vuruyorlardı. Yere düşmemiş olduğum için tüm darbeleri kafama almaya başladım. Bir süre sonra doktorun uyarısı üzerine saldırı durmuş olmasına rağen ayakta duramaz hale gelmiş, alnım basbayağı şişmiş gözlerim kararıyor başım dönüyordu. Sersemlediğimi anlayan doktor, askerlere bir kova su getirterek başımdan aşağıya dökmemi, kesinlikle vurmamalarını ve benim kusmamı istiyordu. Bir süre oturmamı istediler ve ardından ellerimi kelepçeleyerek ring arabasına bindirdiler.  Araba doluydu ve hep birlikte Sağmalcılar özel tip cezaevine sürgüne gidiyorduk. Yoldaşlarımdan ilk defa ayrılmıştım ve tek başınaydım.

(27.bölüm, Sağmalcılar Özel tip cezaevi ve Tek Tip elbise ile devam edecek.)