Şuanda 219 konuk çevrimiçi
BugünBugün1704
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9428
Bu ayBu ay9428
ToplamToplam10477852
40 yıllık devrimci yaşamımın muhasebesi 9 PDF Yazdır e-Posta


7 kişinin tutuklu  yargılandığı 12 Mart 1970 sonrasının ilk Merkezi  örgüt  davası  19 Ağustos 77’de örgütümüz THKP-C Acilciler/HDÖ’ye karşı açılmıştı. Sol’un daha ideolojik karmaşa içinde el yordamıyla yol aradığı bir süreçte, biz yaklaşık bir yıl öncesinden ülke  çapında, birçok şehirde başlattığımız silahlı eylemler sonucu tanınır hale gelmiştik. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, Beylerderesinde yitirdiğimiz Merkezi kadroların ardında, tam hazırlanmadan eyleme geçen örgüt, onlarca bombalı eylem ve silahlı soygunlar yanında, 1 Mayıs 77 katliamının hemen ardında Katliamda üs olarak kullanılan İnterkontinantal Oteline yönelik gündüz gözüyle uzun namlulu silahlarla yapılan kurşunlama eylemi sonrası tüm gözler örgütümüze çevrildi.

Sonradan işittiğimiz duyumlara göre, eylemin yapıldığı anda tesadüf olarak otelde Genelkurmay mensuplarının da katıldığı önemli bir toplantı olmuş ve eylemin kendilerine yönelik olduğunu düşünmüşler. Bu yüzden emniyete ültimatom verilmiş ve kısa sürede Acilciler örgütüne büyük bir darbe vurulması istenmiş. Nitekim Ağustos operasyonu takip sonucu Banka Soygunu olacak güne denk getirilmiş ve operasyona bankayı soyan yoldaşları olay yerinde katlederek başlatma kararı alınmış, ancak yoldaşların Bankaya yarım saat önce girmeleri planı bozmuştur.

Soygun sırasında operasyon başlatamayan polis hemen harekete geçmiş ve öğle saatlerinden itibaren baskınlara başlamıştır. 7 yoldaşın tutuklanmasından hemen sonra, ertesi gün  Ali Çakmaklı, Cumali ve Neşe Çakmaklı, Alişan Özdemir ve Benim hakkında giyabi tutuklama kararı çıkmıştı. Yapılan ilk duruşmaya katılan 4 arkadaş tahliye edilirken, ben mahkemeye katılmadığım için giyabi tutuklu idim. Bu açıdan izlenebilirim endişesiyle örgüt militanları ile görüşmeye zorunlu kalmadıkça gitmiyordum.

Cezaevlerini ziyarete de, operasyonda adı geçmeyen arkadaşlar gidip geliyordu. Bir süre böyle geçtikten sonra  sanırım Ekim ya da Kasım ayında Boğaziçinden bir bayan yoldaş evimize gelerek İstanbul  örgütlenmesini yeniden koordine etmek için Güney Bölgesinden bir kaç yoldaşın geldiğini ve bizimle de görüşmek istediklerini belirtti. Biz üç kişi hemen gelen yoldaşlarla görüşmek heyecanıyla  görüşme yapılacak eve gittik. Gittiğimiz ev sevgili Günay Karaca ve Alaettin Özden yoldaşların birlikte kaldıkları evdi. Burada görüştüğümüz arkadaşlardan  Mihraç Ural, A.F,Ç ve Nebil Rahuma’yı ilk defa görüyordum. Gerçi daha önceden İstanbul’da faaliyet gösteren Nebil yoldaşla zaman zaman aynı evlerde bulunmamıza rağmen ilk defa yüz yüze karşılaşıyorduk. Bu üç yoldaşla birlikte F.Ç ile evlenen Boğaziçinden arkadaşımız M.Ç’de bulunmaktaydı.

M.Ç’nin gelen grupla birlikte olması bize güven vermişti. Çünkü en azından bu arkadaşı tanıyorduk. Günay vasıtasıyla şehirde barınma olanağı bulmuşlardı. Anlatımlardan arkadaşlar  Güney bölgesinden aranır duruma düşünce oradan zahmetli bir biçimde kaçarak, uzun bir yolculuktan sonra M.Ç vasıtasıyla Günay yoldaşı bulmuş ve eve yerleşmişlerdi. Burada Boğaziçi Üniversitesinden bir kaç arkadaşla ve doktor ve Nebil ile ilişkiye geçerek, İstanbul’da kalmaya karar verdikten sonra, benim ile de  ilişkiye geçtiklerini belirten Mihraç, bana « yoldaş biliyorsun merkezi bir darbe yedik, örgütü İstanbul’da yeniden toparlamak  gerekiyor, esasen Engin yoldaşın İstanbul sorumluluğu için beni önerdiğini, ancak şu an hakkımda giyabi tutuklama kararı olduğu için, geçici olarak bu işi A.F.Ç’nin yapacağını, zaman içinde benim durumum netleşince ilişkileri bana devr edeceklerini »  belirtti. Bu konuşmaların canlı tanıkları hala yaşıyor. Ben ise bunun önemli olmadığını, önemli olanın örgütün bir an önce bu alanda toparlanması olduğunu belirterek, bilinen arkadaşlarla bir an önce görüşerek, onların da önerilerini alarak bir yapılanmaya gidilmesini önererek, yeniden görüşmek üzere evden ayrıldım.

Kaldığımız alana geri dönerken, bizi buluşmaya götüren arkadaşa  ve şeker kıza izlenimlerimi anlattım. Ağzı o döneme göre oldukça laf yapan Mihraç’ın çok genç olduğunu, bize öncülük etmede yetersiz kalacağını, iyi bir ajitatör olduğunu, ancak politik derinliğinin olmadığını, ancak şu an için bu ekibe güvenmekten başka çaremizin de olmadığını aktardım, arkadaşlar da bana katıldılar. Ben sonraki birkaç görüşmelerimizden sonra bizim eve de gidip gelmeye başladılar, her seferinde hemen hemen aynı grup ile geliyorlardı. M.Ç’yi saymazsak 4-5 kişiden oluşan grubun hepisi Hatay’dan beri birbirini tanıyan aynı bölgenin insanlarıydı. Bu durum İstanbuldaki arkadaşlar tarafından çok anlamlı bulunmuyordu. Oldukça kozmopolit bir yapı olan İstanbul örgütlenmemizde bir anda yönetici sıfatıyla aynı şehirden gelen bir grubun ortaya çıkması bir güven sorununa yol açmıştı. Ancak devrime, sosyalizme ve THKP-C çizgisine kalben bağlı olan yoldaşlar bunları sorun etmeden yolumuza devam ediyorduk.

Görüşmelerimizde tabii ki, Ağustos darbesi de gündeme geliyordu. Ilk mahkemeden sonra yoldaşların ifadeleri de ortaya çıkmıştı. Engin yoldaşın polis ifadesi de tartışma konusu yapılıyordu.  Çok genç olan grup yapımız, politik derinliği olmayan, aklın yerine duygularla hareket eden idealist gençlerden oluşuyordu. Bizim içindevrimci önder; işkencede, polis sorgusunda ser verip sır vermeyen, şartlar ne olursa olsun konuşmayan insandı. Bu açıdan büyük bir polis izlemesi olmasına, polisin örgüt ve eylemleri hakkında oldukça detaylı bilgiler toplamış olduğunu bilmemize  rağmen, Engin yoldaşın bütün bunlara karşın bilinenleri kabul etmesinin de bir zaaf olduğunu söylüyorduk. Mihraç bizi can kulağıyla dinler ve « evet yoldaşlar ben de söylediklerinize katılıyorum ama, dışa karşı Engin yoldaşı savunmamız gerekir, kol kırılır yen içinde kalır » diyordu. Bizlerin samimi devrimci duygularla söylediklerimizi alarak, gelecek dönemlerde bir yoldaşa karşı kullanmak amacı gütme niyetinin  samimiyetten uzak, devrimcilik dışı bir tutum olduğunu bunca yaşananlardan sonra, bugün daha net görebiliyorum.

Devrimciliğin ilk şartının yoldaşlara ölümüne güven olduğunu öğrendiğimiz öğretmenlerimize bugünkü konumları ne olursa olsun minnettarım. Bugün bütün bu olumsuzluklara karşın hala devrimci kalabilmişsem, bu ilk öğretmenlerim sayesindedir. Evet ben de Engin yoldaşın polis ifadesini tasvip etmeyenlerdendim. Ancak bu durum, bu yoldaşıma olan güvenimi sarsmadı.Bu ifadeyi sonraki yıllarda defalarca okudum. İstanbul örgütlenmemiz hakkında Engin ve Belma’dan sonra en fazla bilgi sahibi olan arkadaş grubu içinde olduğum için daha rasyonel bir değerlendirme yapma olanağım oldu. Bir kere bu ifadede bulunan tüm bilgiler, zaten polis tarafından önceden edinilmiş bilgilerdir. Ikincisi bu ifade de Engin yoldaş en çok kendisini yakacak bilgileri kabulleniyor. İstanbul örgütlenmesinde takip sürecinde görüştüğü arkadaşların fotoğrafları poliste var,  ancak birçoklarının isimleri yok. Engin yoldaş, bu arkadaşların gerçek isimlerini vermiyor. O isimlerin büyük kısmı kod isimleridir.

Bugün bazı  aklıevvellerce  itiraf olarak lanse edilen bu ifadenin, itirafçılıkla uzak yakın bir ilgisi yoktur. Bir kez bu ifadede Engin yoldaş devrimciliğinden asla ödün vermiyor, bir yönetici olarak, yapılan eylemlerin de sorumluluğunu üstleniyor, ve devletten af dileyen en ufak bir lafı yoktur. Oysa itirafçılık yaptıklarının yanlışlığını anlatma ile başlıyor ve nedamet getirererek, af dileyerek devam ediyor, polis ile işbirliği içinde çalışmayı kabul etmeyle son buluyor.

Bu ifadede böyle hiç bir içerik bulunmuyor. Böyle bir tutum da  yok. O zaman bunun neresi  itirafname ? Engin yoldaş bu ifadesiyle idamla yargılanmadı mı ? Kendisinin bu ifade ile deşifre edildiğini belirten Mihraç, neden polis tarafından yönetici olarak arandığı İstanbul örgütlenmesinin ve giderek Türkiye örgütlenmesinin başına geçmeye çalışmıştır ? Bunlar da en azından benim için hala sorudur. Ben polis tarafından arandığım için bir süre örgütsel faaliyetlerimi bulunduğum alan ile sınırlayan Mihraç değil midir ? Polisçe tüm Türkiye’de aranan Mihraç ve A.F.Ç  İstanbul’da  oturarak tüm Türkiye örgütlenmemizi neden kendileri yönetmeye kalktıklarını izah etmelidirler. Neden adı polis tarafından hiç duyulmamış, o güne kadar deşifre olmamış onlarca arkadaşımız varken bu ikili örgütün başına çöreklenmeye çalışmıştır ? bu sorular cevap bekliyor. Bunu kahramanlıklarıyla açıklayacaklardır. Ancak kahraman olmadıkları polisteki ifadelerini günümüze kadar gizleyerek kendileri bizzat ispat etmişlerdir.  Engin’in ifadesinde Mihraç  Genel Komite üyesidir. Bu bilgiyi veren Engin yoldaş değil, polistir ve Engin yoldaş bunu doğrulamıştır sadece.  Mihraç dua etmelidir ki, Engin’in ifadesinde iyi ki adı Genel Komite üyesi olarak geçmiştir. Yoksa onu tanımayan İstanbul ekibi, ne büyük bir lider( !)  olduğuna bakmadan, onu şehir dışına kadar kovalardı.

Yine aynı dönem Nebil yoldaş’ta İstanbul’da aranmasına karşın, hala aynı bölgede kalmaya devam etmekteydi. Ancak Nebil yoldaşın hiç bir zaman önderlik sevdası olmadı. Günay e A. Özden ‘in evinde 3-4 defa gördüğüm Nebil yoldaş, hiç bir tartışmaya katılmıyor ve odanın en uzak köşesinde  Tüm inanmış Acilciler gibi. Bizim gibi yapılarda klasik komünist partilerdeki gibi astığı astık, kestiği kestik Genel Sekreterler olmaz. Bu sevda ile hareket eden birkaç kendine sevdalı megoloman yüzünden bir zamanlar Türkiyeli, Kürdistanlı,  tüm devrimcilere ilham kaynağı olan THKP-C genel çizgisi günümüzde tüm cidiyetini kaybetme ile yüz yüze gelmiştir. Bu megalomanlardan birisi de, bir zamanlar tarafımdan önder  kabul edilen Mihraç’tır.

Poliste itirafçı olduğu iddia edilen Engin yoldaşın polis ifadesi sonrası ne İstanbul’da ne de başka hiçbir yerde örgüte yönelik bir operasyon olmamıştır. Engin yoldaşın nerelerde oturduğunu bildiği onlarca yoldaş aynı evlerde kalmaya devam etmiş, ancak herhangi  yakalanma yaşanmamıştır. Öyle ise bu nasıl bir çözülmedir ? nasıl bir itirafçılıktır ?  böyle bir oyunu oynayarak ta o dönemde yoldaşların samimi duygularını da kendi gizli emelleri için kalkan yaparak bugüne kadar gelebilmiş olan Mihraç artık yolun sonuna geldiğini kabul ederek, içine işlediği suçların vicdani baskısından  kurtulmak için kendini devrimcilerin adaletine teslim etmelidir. Bu megalomani artık büyük bir ruhsal hastalık olarak nüksetmiştir. Yoksa insan 30 yıldır yurt dısında, küçük bir ortadoğu kasabasında oturarak, dünyayı en doğru tahlil ettiğini, Türkiye’yi  bir iki dernek kurarak örgütlediğini nasıl iddia edebilir ?

Bir başka  konuya da yeri gelmişken değinmem gerekiyor.  Mihracı İstanbul örgütü aracılığıyla giderek Türkiye örgütlenmemizin tümü ile tanıştıran süreçte ;  ona yoldaşlık eden, evlerini açarak, maddi olanaklarını sunarak büyük bir devrimci dayanışma örneği sergileyen iki yoldaş var, Günay Karaca ve Alaettin Özden, bu iki yoldaşın 19 Ağustos 1977 operasyonu öncesi örgütümüz taraftarı oldukları biliniyor, ancak bu dönemde örgüt kadro yapısı içinde değillerdi.Elbette  önceki yıllarda örgüt yöneticileri ile ilişkileri olmuştu. Benim ve Günay yoldaşın okul arkadaşı olan ve iki yıl okuduktan sonra okulu bitirerek İzmir’e yerleşen M.Ç yoldaş vasıtasıyla Mihraç ve ekibi  bu iki yoldaşın evine gelmişlerdi.  Daha evvel yazdım. Günay yoldaş 1977 Ağustosuna kadar, merkezi örgütlenmemizin direk içinde olan bir kadro değildi. O hala okuldaydı, biz ise okullarımızı terk ederek profesyonel çalışmalara geçmiştik. Ancak bir devrimci ve insan olarak elbette ben kişi olarak Günay’a büyük güven duymaktaydım. Günay edebiyatı çok severdi, o dönemde şiir yazardı, iyi saz çalardı. Tam bir barış adamıydı aslında Günay yoldaş, ama o da diğerlerimiz gibi, haksızlığa ve zülme uğrayanların haklarının alınması için çıkar bir legal yol bulunmadığına inanan bizler gibi silahlı mücadeleden başka bir yol kalmadığına inananlardandı. Tüm gerçek inananlar gibi o da ömrünü devrime adadı ve devrimci olarak yaşadı ve geride « hoş bir seda » bırakarak aramızdan çok erken ayrılanlar kervanına katıldı.

Bunun da ötesinde Günay ile benim bir başka ortak yanımız vardı, ikimiz de hem Kürt kökenli, hem de Alevi kökenli ailelerden geliyorduk ve bizim örgütte bu kökenlerden gelen arkadaş sayısı çok sınırlıydı. Ancak itiraf etmem gerekir ki, ben birey olarak aynı kökenlerden gelen yoldaşlarıma  -bilinç eksikliği ve ideolojik donanım eksikliğinden dolayıdır belki – kendimi her zaman daha yakın hissetmişimdir. Aslında belirtmem gerekir ki, bu durum ülkemizin solunun genel bir hastalığıdır aynı zamanda.

Yine üniversite yıllarımda Günay vasıtasıyla tanıdığım A. Özden yoldaş ben de her zaman yoldaşlarına ikircimsiz bağlı olan, inancı için gözünü budaktan sakınmayan, dayanışmacı, kendi yarattığı her olanağı yoldaşları ile paylaşmaktan geri durmayan bir güvenilir yoldaş izlenimi yaratmıştır. Nitekim daha sonra Acilciler örgütü dışındaki yaşamımızda da aynı ortamlarda uzun süre birlikte bulundum ve bu konuda yanılmadığımı da gördüm. Birçoğumuz Yusuf ve Sami yoldaşlara yapılanlara karşı lafta tepki göstermekle yetinirken, bu yoldaş bizden daha net bir duruş sergilemiş ve bu yüzden de, bir zamanlar kendisini övmekte sınır tanımayan Mihraç tarafından polis ajanı olmakla suçlanmıştır. Benim yapmaya çalıştığım sezarın hakkını sezara vermektir.

Yaşamım boyunca yoldaşlarıma karşı politik hesaplar içinde olmadım. Yaptığım her şeyi, doğru yanlış inanarak yaptım. Bir dönem aklım Engin’den yana olmasına karşın, duygularım örgütten yana, yani cezaevlerindeki yoldaşlardan yana  ağır bastığı için Engin yoldaşa tutum aldım, 82 ayrılığında aslında aklımla artık bu yapı ile yürünmeyeceğini biliyordum. Ancak samimi devrimci duygularıma yenildim. Zaten beni tanıyan yoldaşlar ve başka çevrelerden arkadaşlar hep beni politik davranmamakla, duygularla davranmakla  eleştirmişlerdir, bu eleştirilerin haklı olduğunu kabul ediyorum. Ancak duygusuz ortamları da asla sevemediğimi itiraf ediyorum.

(gelecek yazım da, 1988 Şubat-Mart operasyonunu irdeleyeceğim)