Şuanda 119 konuk çevrimiçi
BugünBugün1638
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9362
Bu ayBu ay9362
ToplamToplam10477786
40 yıllık devrimci yaşamımın muhasebesi 16 PDF Yazdır e-Posta


1982 Mayıs ayında Fransa’ya geldim ve o tarihten beri bu ülkede yaşamaktayım. Iltica ettim ve iltica talebim 1 haftada kabul oldu, Ağustos ayında Eşim ve çocuğum da gelerek iltica talebinde bulundular. Fransa’da Engin yoldaş bulunmaktaydı ve taraftarlarımız örgüt adına işgal edilen işgal binalarında kalmaktaydı. Ben de iltica işlemlerim sırasında bu binalarda kaldım. Onlarca aile ve onlarca bekar insanın kaldığı binalar tam bir eğitim okulunu andırıyordu. Insanların maddi olanakları kısıtlı idi, meslek yoktu, iş yoktu. Parası olanların aldığı yiyecekler ortak kullanılıyordu.

Işgal binalarında sadece Acilciler değil, Türkiyeli ve Kürdistanlı birçok örgüt taraftarı da kalmaktaydı, ancak hemen hepsi Acilcilerin yöneticiliğini kabullenmişti. Bütün resmi ve gayri resmi işlemler Acilci militanların öncülüğünde yürütülüyordu. Ben de TKEP’li bir yoldaşla beraber gelmiştim, elimizde 1500’er markımız vardı, burada kaldığımız 15 gün içinde tüm paramızı ortak harcadık ve tekrar Almanya’ya döndük.

Benim Almanya’ya dönmemden kısa bir süre sonra Engin Erkiner’in örgütten ayrıldığı haberi bize ulaştı. Oysa ben birkaç ay önce Fransa’daydım ve Engin bu konuda hiç bir açıklama yapmamıştı bizlere. Engin yoldaş ayrılmakla kalmayıp, TKEP’e katıldığını da açıklamıştı. Oysa biz zaten TKEP ile birleşmek üzere ittifak yapmıştık. Bu ayrılık ve ardından Suriye’de bazı arkadaşların ayrılması, Avrupa’da da bazı taraftarların Engin ile birlikte davranması örgütte kalanların moralini olumsuz  etkilemişti. Tabi 1982 ortalarında Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’de kurulmaktaydı. Engin’in bu tutumu, TKEP ile Acilciler arasındaki ittifaka son verdi. Ayrılan arkadaşların TKEP’e katılması Acilciler saflarında kalan yoldaşlarda öfkeye yol açmıştı. TKEP’in birlik değil, örgütü tasfiye etmeyi amaçladığı fikrinin doğmasına yol açmıştı.

Bu ayrılık sürecinde ben de örgüt saflarında kalmayı kendimce uygun buldum. Esas olarak ülkedeki ve cezaevlerindeki yoldaşların söylemlerine uyacağımı ulaşabildiğim tüm yoldaşlara ilettim. Bunun canlı tanıkları yaşıyor. Ülkede ve cezaevlerinde ulaşabildiğimiz yoldaşlar Engin’in ayrılmasına değil hemen TKEP’e katılarak örgütü doğrudan Mihraç’a bırakmış olmasına kızıyorlardı. Ben daha önce de bazı yazılarımda Mihrac’a liderlik yolunun Engin yoldaşın ayrılıp hemen TKEP’e katılması ile açıldığını belirttim. Bu konuda fikrim hiç değişmedi. Burada amacım Engin’i veya bir başkalarını suçlamak değil, bir durum tesbiti yapmaktır. Engin’in yönetiminde bulunduğu bir örgütte Mihraç’ın ben Genel Sekreter olacağım diyemeyeceğini iyi bilenlerdenim de ondan bunu ısrarla belirtiyorum.

Engin’in ayrılığı Mihrac’a hayalindeki benim olsun küçük olsun örgütünü hediye etmiştir. O gün bugündür Mihrac bu örgütün tüm militanları ayrılmış olmasına rağmen hala sözde de olsa bir örgütün Genel Sekreteridir. Öylesine kendini buna kaptırmış ki, yanından hiç ayırmadığı, bizim dönemimizde Acilciler örgütünün sıradan sempatizanı olan iki kişiyi (Levent ve Şerif) geçen haftanın kahramanları büyük birikim ve emek sahibi, savaş kahramanı olarak ilan edebilmektedir ve onlar üzerinden hala bir örgütü olduğu yalanına kendisini de inandırmaktadır.  Avrupa sahasında yaratılan örgütlenmede hiç bir emek sahibi olmayanlar, şimdi fatih rollerine soyunuyorlar.  12 Eylül sonrası Türkiye’yi terk edebilen solcuların büyük bir kesimi doğrudan Avrupa’ya çıktı, bir kısmı ise Suriye üzerinden Filistin kamplarına ulaştı. Bu durum Avrupa’da hemen her örgütün çalışma yürütmeye başladığı bir döneme yol açtı. Bizim örgütlenmemiz de, esas olarak burada yerleşik olan işçiler içinde değil (tabii cılız da olsa böyle bir tabanımız da vardı), 1980’lerle birlikte buralara gelen politik mülteciler içinde bir güç kazandı. Yani saflarımıza gelenlerin büyük kesimi zaten Türkiye’de de bize sempati duyanlardı. Bu açıdan kimsenin kendisini büyük örgütçü göstermesine gerek yok, bizim yaptığımız bu ilişkileri derleyip toparlayıp, örgütlü bir yapıya kavuşturmaktı. Fransa’da yaşadığımız ayrılık buradaki taraftarlarımızı da ikiye bölmüştü, bir kısmı Ahmet Hoca (Engin) yanlısı olmuş, bir kısmı da Acilciler örgütünde kalmıştı. Ben Eylül 1982 tarihinde yeniden Parise geldiğimde artık işgal binaları dahi ikiye ayrılmıştı, bir binada Engin ve onunla davranan arkadaşlar ile MLSB-P taraftarları kalıyor, bir tarafta da Acilciler ve diğer örgütlerden birkaç arkadaş kalıyordu. Ilk geldiğimizde ortak bir toplantı yapmıştık ve Engin ayrılık gerekçelerini anlatmıştı, bizde ayrılığı eleştirerek, taraftarları örgüt ile davranmaya çağırmıştık, bu toplantıda bir çok arkadaş Engin ile davranacağını belirterek, tutumlarını netleştirdiler, diğer arkadaşlar da, örgütte kalma kararlarını açıkladılar, toplantı karşılıklı atışmalarla son buldu.

Buraya gelişimizden kısa bir süre sonra polis İşgal binalarını basarak binaları boşalttı. Binalar boşaltılırken hepimizi otobtslere aldılar. Ben bizim kaldığımız binadan en son çıkan insandım, kapıya getirildiğimde öbür binadan da Engin yoldaşın getirildiğini gördüm. Bu durumu bugüne kadar hiç unutmadım. Düne kadar ölümü göze almış bir mücadele yoldaşlığı yürütenler, kısa sürede iki yabancı haline gelmiştik. Işte orada siyasetin artık kirlenmekte olduğunu düşündüm. Sözde politik çıkarlar uğruna dün önder bildiklerini bugün hain görebiliyordun, dünün beş para değer vermediğin insanlarını da bugün senin önderin kabul ediyordun. Ben bu siyasete yabancı idim. Benim bildiğim siyasette, ahde vefa var, benim bildiğim siyasette insani duygu var, zaaflarımızla, erdemliliklerimizle canlı varlıklar olduğumuzu bilme var. artık , bu haksız, baskıcı, zalim dünya düzenini değiştirmek isteyen gözünü budaktan esirgemeyen devrimcilerin yerini, kendi egemenine benzeyen, siyaseti birbirine kazık atma, kandırma olarak algılayan sahte devrimciler alıyordu. Egemenler yavaş yavaş emellerine kavuşuyordu. Devrimcilik, bu sahtekarların şahsında ezilenlerin umudu olmaktan çıkarılıyordu.

İşgal binalarının boşaltılması ile birlikte hemen tüm yoldaşların kalması için mekan sorunu gündeme gelmişti. Kimsenin evi yoktu. Kıvırcık Süleyman’ın eskiden Engin yoldaşın kaldığı 12 metrekareden oluşan bir öğrenci odası vardı. Ben, eşim, çocuğum ve üç kişilik bir başka aile bu odada kalmaya başladık,  bu altı kişi yetmezmiş gibi zaman zaman bazı arkadaşlar da, bu odada kalıyorduk. 8 kişi çoğu zaman iç içe yatıyorduk, yeri olmayanlar ise gece Paris sokaklarında sabahlayarak, gündüz gelip bizimle yer değiştiriyordu. Buna rağmen kimse halinden şikayetçi değildi. Devrime, örgüte, yoldaşlara bağlılık vardı. Bir kuru ekmeği bölüşmek vardı. Ama bu birbirine bağlı isimsiz kahramanların içinde kendini lider sananlar hiç yoktu. Onlar hep ayrıcalıklı idi, onlarca yoldaş bu yaşama şahittir ve bunları birebir yaşamıştır, hala Paristeler, bugün bazıları artık euro milyoneri olsalarda belki bugünlerini anımsıyorlardır. Ben kendi adıma hala aynı noktadayım, hala aynı heyecanı yaşıyorum, hala aynı duygularla bağlılığım sürüyor. Ancak bir farkla, artık gerçek devrimcilerle, sahtelerini, gerçek önderlerle sahtelerini ayıracak bilgi birikimine sahip olarak. Artık bazılarının sırtımızdan parsa toplamasına müsaade etmeyecek kadar uyanmış olara biz buradayız. Alnımız ak, sırtımızda hiç bir yumurta küfesi olmadan.

Bu koşullarda bir yandan örgütsel çalışmalarımızı yürütüyor, bir yandan da CEPHE Dergisinin çıkarılabilmesi için maddi katkı, dağıtım, yazı yazma gibi etkinliklere devam ediyorduk. Geçerken belirtmeden  duramayacağım. Söz konusu öğrenci odasında aile olarak kalırken, eşim yakındaki ekmekçiden biriktirdiğimiz kuruşlarla her gün ekmek alıyordu. Bir gün ekmekçi artık yeter hanım, sizde kuruştan başka para yok mu demişti. Bunu unutmam olanaksız. Yine o dönem 2 yaşında olan kızım biz evde iken hep dışarı çıkmak isterdi. Annesi onu yakındaki bir çocuk parkına götürürdü. Çocuk akşama kadar orada oynardı. Vakit eve gitmeye gelince, evimizin bulunduğu sokağa geldiğimizde çocuk hemen ağlamaya başlar ve eve girmek istemezdi. Bu da benim için unutulmazlar arasında. Yine eşim 19 yaşından bu yana insüline bağlı şeker hastasıdır. Bunu herkes te biliyordu. Elimizde maddi olanaklar yoktu.  Beslenme sorunu yaşıyordu, yememekten geceleri zaman zaman şekersizlik komasına giriyordu, ağzını zorla açıp şeker vererek yaşama döndürüyordum. Bunu gören dönemin lider yoldaşları( !) ellerini dahi oynatmazlardı. Eşimin kızımızla Fransa’ya gelişi sırasında ona eşlik eden  liderlerimizden birisinin ilk sorusu, « yoldaş elinde para var mı ? varsa bana ver » der ve eşimin elindeki 500 markı alarak ona 100 fransız frangı vererek, eşim ve kızımı bir alienin yanına bırakır ve bir daha hiç yanına uğramaz. Ben bunu da asla unutmadım, unutmayacağım ve herkesin bilmesi için avazım çıktığı kadar haykıracağım.

Yoldaşları gözleri önünde erirken, kendilerine gizli odalarda kral sofraları donatanları unutmayacağım, şimdi anlıyormusunuz ey sahte önderler, ey eldeki örgüt olanaklarına tek başına konmak için örgüt tasfiye etmekten çekinmeyen hainler, hıncımın kaynağını anlıyor musunuz ? anlayamazsınız. Siz hiç yarın nasıl yaşayacağım ? yanımdakileri nasıl yaşatacağım ? çaresizliğini yaşadınız mı ? yaşamadıysanız bilemezsiniz, anlayamazsınız. Türkiye’de yaşayan yoldaşlarda bizim Avrupa’da bir eli yağda bir eli balda yaşadığımızı düşünüyorlar ve bize hakaret bile ediyorlardı.  Oysa biz yıllarca bu söylediğim koşullarda yaşadık. Gelenlerin hiç bir mesleği yoktu, iş bulamıyorduk, dil bilmiyorduk. Tek çaremiz birbirimize tutunmaktı. Tutunduk ve bugünlere gelebildik. Bir çoğumuz şimdi büyük maddi olanaklara da kavuştu. Ama büyük çoğunluk söylediğim yoksullukları, yoklukları yıllarca yaşadı.

Bunu ömürlerinde hiç yaşamayanlar, şimdi onun propagandası ile varlık olmaya çalışırlarsa, bize dur demek kalır. Bunlara dur diyecek yüzlerce eski yoldaşımız hala Avrupa’da  yaşıyorlar. Konuşmalıdırlar, işimiz gerçeği ortaya çıkarmak olmalı, bu kime yarar, kime zarar verir hesabını yapmadan, yaşadıklarımızı yalın bir dille anlatmalıyız. Fırat’ı, Ercan’ı, Ali’yi, Cabir’i,  Mehmet Koç’u, iki Refik’i, iki Süleyman’ı , Aysel’i, Mustafa Burgaz’ı, ve daha onlarca emekçi yoldaşı, onların yaşadıklarını anlatmadan gerçekler bilinemez, isimsiz kahramanlar bilinemez.